21. Bölüm

20 ci bölüm "Dalgaları Yararak Giden Gemi"

Sona Askerova
sonyammm

Henry'nin Anlatımıyla

 

Yelkenler açıldığında, gemi hızla dalgaların üzerinde sürüklenmeye başladı. Hava karanlıktı, etrafı sadece gökyüzünde beliren ay ve yıldızlar aydınlatıyordu. Denizlere sürüklendiğimiz için hava oldukça rüzgârlıydı. Koyu kahverengi, dalgalı saçlarım rüzgârın esintisinde uçuşuyordu. Herkes içeride sohbet ediyor, ben ise geldiğimizden beri güvertede hâlâ kükreyen dalgaları izliyordum. Kaptan dümene asılmış, elinde bir pusulayla gemiyi yönetiyordu.

Yavaş adımlarla kaptanın yanına gittim.

 

“Milruna’ya varmamız ne kadar sürer, kaptan?”

 

“Bunu kesin söyleyemem, prensim.”

 

“Peki, senin hipotezin ne diyor?”

 

“Üç güne Milruna’da oluruz, prensim.”

 

Başımı onaylarcasına sallayıp, “İşte istediğim cevap buydu,” dedim, dalgaları tekrar izlerken. Derin bir nefes aldım. Sonunda Milruna’ya geri dönüyorduk. Aylardır topraklarımdan, halkımdan ve sevdiklerimden uzak kaldım. Bu yolculuk bir macera mıydı, yoksa bir ceza mıydı? Her ne olursa olsun, bu yolculuk bana Kleora’yı bahşetti. Ancak Aphri’dayı ağabeyimden almıştı. Belki de onları birbirine daha da yakınlaştırmıştı. Sonuçta, aylar önce ağabeyimin Aphri’danın varlığından bile haberi yoktu.

Kraliçem, yokluğumuzda perişan olmuştur. Ne geri dönebildik, ne de bir haber gönderebildik. İki oğlunu da kaybettiğini düşünmüştür. Bu yolculuk artık çok canımı sıkmaya başlamıştı.

 

Kaptanın sesiyle kendime geldim.

“Prensim, isterseniz içeri geçin. Endişelenmeyin, ben yılların tecrübeli kaptanıyım. Sizi sağ salim Milruna’ya yetiştireceğim,” dedi samimi bir ses tonuyla, yüzüme gülümseyerek.

 

Elimi başımın arkasına götürüp kaşıdım.

“Ahh… Sanırım endişeyi artık bir kenara bırakmalıyım. Haklısın,” deyip elimi omzuna koyarak sıvazladım.

“Onları biraz daha beklediğin için teşekkür ederim, kaptan.”

 

“Benim için sizi dinlemek bir onurdur, prensim,” dedi tekrar tebessüm ederek.

 

“Ne çok tebessüm ediyorsun?” dedim, hâlâ elim omzundayken, tek kaşımı kaldırarak.

 

“Çok mu tebessüm ediyorum?” deyip başını aşağı eğdi, düşünürcesine kaşlarını çattı.

 

“Ahhh boşver,” deyip tekrar omzunu sıvazladım. “Ben içeri gidiyorum kaptan. Bir şeye ihtiyacınız olursa beni çağırın,” dedim arkamı dönerek.

Yavaş adımlarla içeri giderken, bir an kaptanın ismini bilmediğimi hatırladım.

“İsminiz nedir kaptan?” diye sordum geri dönüp.

 

“Loir,” dedi sırtını dikleştirerek.

 

Başımla onayladım ve içeri geçtim.

 

İçeri girdiğimde Ozarius, heyecanlı sesiyle diğerlerine olanları anlatıyordu. Ağabeyim ve Kleora gözlerini irice açmış, dikkatlice onu dinliyordu. İçeriyi, duvarda asılı küçük bir lamba ve masanın üstünde duran mum aydınlatıyordu. Hepsi masanın etrafında toplanmıştı.

Bir sandalye çekip Kleora’nın yanına geçtim. Sandalyeyi ters çevirip sırtına kollarımı yasladım.

 

Ozarius: “Çocukları köye götürdüğümüzde, haberci baykuşlardan birkaçı köyde bizi bekliyormuş. Nasıl oldu bilmiyorum ama haberimiz bile olmadı. Ata binip köyden ayrıldıktan otuz dakika sonra, hızla üzerimize atlarla on kişinin geldiğini fark ettik. Lefur bizi korudu. Neyse ki etrafımızda evler vardı. İnsanlara ait bir genel eve sığındık. Başta bizi haydut sandılar ama bir avuç altını gördüklerinde sustular.”

 

“Yani, görev başında genel evde keyfini mi sürdün, demek istiyorsun?”

 

Bunu sorduğumda utanmış olmalı:

“Heyy dostum! Sadece altın verip susmalarını istedik. Adamlar gittiğinde dışarı çıktık zaten!”

 

“Bu kaptan güvenilir biri mi? Çok fazla gülüyor. Bizi Milruna’ya götürebileceğinden nasıl bu kadar eminsin?” dedim gözlerimi kısmış, kapıya doğru bakarken.

 

“Onun bana can borcu var,” dedi ciddi bir tavırla Ozarius.

 

“Ahh, bu yetmez. Bizim de yıllarca yanımızda barındırıp güvendiğimiz biri, babamızı, ağabeyimizi ve bizi öldürmeye kalkıştı. Hatta geçmişte yıllarca halkın düzenini bozacak politik olaylara el attı.”

 

Bunu duyduğunda Ozarius tek kaşını kaldırdı.

“Dostum, sizin kim olduğunuzdan kaptana bahsetmedim bile. Zaten Zarivora, Milruna prensi ve kralının kaçırılması olayını gizli tutuyordu.”

 

Ağabeyim kaşlarını çattı.

“Gizli tutmasının altında bir sebep olabilir,” dedi soğuk bir ses tonuyla.

 

Ben ise Ozarius’a bakıp,

“Ahh bilmiyorum Ozarius. Şu an sen bile gözüme şüpheli biri gibi geliyorsun,” dedim.

 

Ağabeyim olaya müdahale etti:

“Prens kimseye güvenmez. Bu yüzden bu tavırlarına yavaş yavaş alışın, lütfen.”

 

Bunu duyduğunda Kleora bana baktı.

“Bana da mı güvenmiyorsun?”

 

“NE?” diye bağırıp geri çekildim.

“YOK ÖYLE BİR ŞEY! BEN SANA SONUNA KADAR GÜVENİYORUM!” dedim yüksek sesle.

 

Kleora hızla ayağa kalktı ve hançerini çıkarıp boğazıma tuttu.

“Emin misin? Burada boğazını kesebilirim. Ağabeyinin de, senin de işini bitirebilirim.”

 

Ağabeyim bunu duyduğunda elini alnına koyup sıvazladı. Olivera ise başını iki yana salladı. Ozarius’un yüzündeyse alaycı bir gülümseme belirdi.

 

Kleora’ya baktım.

“Bu sonsuz hayatım senin hançerinle son bulacaksa, şerefli bir ölümü tatmış olurum, güzelim,” dedim. Tekrar kısık gözlerle bana baktığında ekledim:

“Sana güvenmek benim seçimim. Sana güvenmek istediğim için güveniyorum. Çünkü artık kalbimi avuçlarının içine alıp, beni aşk tuzağında rehin ettin. Ve bu, rehinlerin en güzeli.”

 

Bunu duyduğunda yavaşça hançerini geri çekti ve boynuma sarıldı.

 

Ağabeyime baktım ve endişeyle alnımdan akan soğuk terleri sildim. Ağabeyim ise elini dudaklarına bastırıp gülmemek için kendini sıkıyordu.

 

Olivera küçük bir tebessümle,

“Şansını fazla zorlama, prens,” dedi.

 

“Hayır, ben anlamıyorum. Sizinle tartıştığımda neden sonunda fark etmeden kendimi Kleora’yla tartışmış buluyorum?”

 

Olivera, kollarını göğsünde birleştirip, yüzünde alaycı bir gülümsemeyle,

“O zaman bizimle tartışma, prens,” dedi aynı alaycı ses tonuyla.

 

Ozarius ayaklarıma baktı.

“Hey dostum! Peki senin ayakkabıların nerede?”

 

Bu soruyu duymaktan sabrım taştı artık. Ne meraklılar beni ayakkabıyla görmeye! İstemsizce sesimi yükselttim:

“Ruhlar yedi! Seni de yemeleri için gece onlara vereceğim!” deyip ayağa kalktım ve odama gitmek istedim.

 

Arkamdan ağabeyimin kahkahaları duyuluyordu. Koridorda ilerlerken odaların kapılarını gördüm; çok fazla oda vardı ve hangisi benimdi bilmiyordum. Bu yüzden geri döndüm:

“Benim odam hangisi?” diye sordum gururlu ve sert bir ses tonuyla.

 

“Sağdan ilk kapıyı aç,” dedi Ozarius, öfkeme anlam verememişken.

 

“Neden öfkelendi?” diye sorduğunu duydum.

Ağabeyim de,

“Boş ver. Talihsiz bir konu yaşadı da, hepimiz sorunca öfkelendi,” dedi.

 

Odama gittim. Karanlıktı, lambayı yakmamışlardı. Şimdi bu karanlıkta kibriti ara bul!

“Si Lefur! Kıyamet kopardı şu lambaları yaksaydılar,” diye söyleniyordum. Elimle etrafı inceliyordum. Sonunda masayı bulduğumda, masanın üstünde kibriti aradım. Gerçi bulmak zor değildi; masanın üstünde sadece kibrit vardı. Hemen kutunun içinden bir tane kibrit çıkarıp yaktım. Kibrit sönene kadar lambayı yakmaya çalıştım. Kibrit söner sönmez ikinci kibriti çıkardım. Bu seferkiyle lambayı yakmayı başardım.

 

Etraf aydınlandığında odayı inceledim. Küçüktü; sadece bir tane yatak vardı ve bir de masa. Masanın üstünde lamba, kibrit ve yanında tahta, eski püskü bir sandalye.

“Bari biraz özenip gardırop da yapsalarmış,” dedim iç çekerek.

 

Kılıcımı ve kemerimi çıkarıp sandalyenin yanına koydum. Üstümü çıkardım ve yatağıma yöneldim. Yatağa vardığımda gömleğimi sandalyenin üzerine attım.

 

Ahh Si Lefur!

Lütfen çabucak Milruna’ya varalım. Sanki her dakika başımıza bir iş gelecek de varamayacağız gibi hissediyorum.

 

Aniden kapı çaldı.

“Girin!” dedim yüksek sesle.

 

Gelen Kleora’ydı.

“Neden yanımızdan ayrıldın?” diye sordu kaşlarını çatmış.

 

“Keyfim kaçtı,” dedim, bakışlarımı kaçırıp.

 

Kleora gelip yanıma uzandı.

“Yanımda gömleğini çıkarmamalısın hayatım. Dikkatimi dağıtıyorsun.”

 

Cümlesini duyduğumda istemsizce gülümsedim. Başını ve elini göğsüme koydu.

“Birkaç güne senin topraklarına varacağız.”

 

“Hayır güzelim. Bizim topraklarımıza varacağız,” dedim, başını öperken.

 

“Kraliçeyle tanışmanı çok istiyorum. Seni gördüğünde seni çok seveceğinden eminim,” dedim, lambanın aydınlattığı tavanı izlerken. Ancak Kleora bir süre sessiz kaldı.

“Ya insan olduğum için beni sevmezse?” dedi kırılgan ses tonuyla.

 

“Kraliçem öyle birisi değil. Olur da öyle bir durum olursa, o zaman Svelyn ile savaşımız bittiğinde orada yaşarız.”

 

“Bilmiyorum. Annenin beni kabul etmesini isterdim.”

 

“Biliyorum güzelim ve emin ol ki seni kabul etmekten hiç tereddüt etmeyecek,” dedim usulca saçlarını okşarken.

 

Tekrar sessizlik hâkim olduğunda Kleora ince ses tonuyla bu sessizliği bozdu:

“Savaşta ölürsem, ileride başka birini sevecek misin?”

 

Soruyu duyar duymaz kaşlarımı çattım.

“Bu nasıl bir soru böyle?” dedim biraz yüksek sesle.

 

“Cevap ver lütfen,” dedi, başını yukarı kaldırıp gözlerime bakarken.

 

“Hayır! Biz elfler hayatımızda bir kere âşık oluruz.”

 

Hemen kaşlarını kaldırıp, gözleri irilendi.

“Ciddi misin?”

 

Başımı onaylarcasına salladım.

 

“Hiç iki kere âşık olan bir elf oldu mu?”

 

“Güzelim, bunu nereden bilebilirim? Olmuştur illaki, ama çok nadirdir.”

 

İçeri Olivera girdi. Hemen kapıyı çarparak açtı.

“Kleora! Henry! Dışarıda çok güzel manzara var. Bunu görmelisiniz, gelin hadi!” dedi heyecanlı ses tonuyla.

 

“İçeri girmeden önce kapıyı çalsana!” diye öfkelendiğimde, benim üstsüz olduğumu, Kleora’nın yanımda uzandığını görüp gözlerini kıstı. Utanmış olacak ki, başını sağa çevirip,

“Ö... özür dilerim. B... ben sadece, bu manzarayı görmenizi istemiştim,” dedi.

 

İsyan edercesine bir “Ahh” çektim.

 

Kleora gülümseyerek,

“Tamam,” dedi.

 

“Sadece Kleora kabul ettiği için kabul ediyorum,” diye söylendim. Hevessizce yataktan kalkıp gömleğimi geri giydim. Kleora ise yatakta beni izliyordu.

 

Ona yaklaştım ve hızlı bir hareketle kucağıma aldım.

“Prensinin aşkı napıyormuş bakalım?” dedim gülerek. Bir an kendini kucağımda gördüğünde kahkaha atmaya başladı. İnce vücudu parmaklarımın üstündeydi. Hareket edemeyecek şekilde onu göğsüme bastırdım.

“Seni çok seviyorum,” dedim dudaklarına öpücük kondururken.

 

Bir an kendisini geri çekti.

“En çok hangi yanımı seviyorsun?” diye sordu gülerek.

 

“Ruhunun her kıvrımını, vücudunun her zerresini,” dedim tekrar kendime bastırarak, kokusunu içime çekerken.

 

Şak!

Diye tekrar kapı açıldı. Bu sefer gelen ağabeyimdi. Kapıyı öyle bir açtı ki sanki maksadı yerinden sökmekti.

 

Bir an Kleora da, ben de hayretler içinde ona baktık. Ne olduğunu anlayamadık.

 

“Ahh, özür dilerim. Yanlış bir zamanda geldim sanırım,” dedi mahcup olurmuşçasına, başını aşağı eğerek.

 

Derin bir öfke patlaması yaşadım ama kontrolümü kaybetmedim.

“Ağabey, Olivera’yı anladım. Ona kapı çalma eğitimi verilmemiştir. PEKİ YA SENNN? Zeyphrus kapıyı çalmadan girdiğini görseydi, verdiği bütün dersleri hatırlayıp kederden saçları dökülürdü,” dedim, kaşlarımı çatmış.

 

“Gerçekten çok üzgünüm kardeşim! Dışarıdaki manzarayı görmenizi istiyorduk.”

 

Kleora kucağımda kahkaha attı.

“Merak ettim. Nasıl bir manzara bu?”

 

Onu kucağımdan dikkatlice indirdim. O ise gömleğimin düğmelerini hızlıca bağladı.

 

“Hadi gidelim, tatlım,” dedim elimi ona uzatarak.

 

Ağabeyim de sağ olsun, kapıda durmuş hâlâ bizi bekliyordu. Yanından geçtiğimde fısıltıyla kulağına,

“Gelecekte Aphrida ile güzel zamanlarını keyifle sabote edeceğimden hiç kuşkun olmasın, ağabey!”

Bunu duyduğunda kaşlarını çattı.

“Hey! Ne yaptım ki şimdi?” diye itiraz etti, hâlâ kapının yanında dururken.

Kleora ise öfkemi görüp kahkahasını tutamıyordu. Elinden tutuyordum, yavaş adımlarla dışarı çıktık.

 

Herkes güvertede toplanmış, yukarıda uçan garip canlıları izliyordu. Gerçekten garipti, çünkü hayatımda ilk kez böyle canlılarla karşılaşıyordum. Küçük ruhlar gibiydiler; büyüklüğü bir elfin eli kadardı ve kulakları, elflerin kulakları gibi sivriydi. Yüzleri ya da bedenleri yok gibiydi. Parlak mavi ve beyaz kelebekler gibi çok güzellerdi. Kanatları yoktu ve gözleri normalden biraz daha küçüktü. Göz bebekleri bile yoktu; gözlerinin içi tamamen maviye bürünmüştü. Sessizdiler ve uçarken herkesi dikkatle izliyorlardı.

 

Ancak sadece kaptanın üzerine konmuşlardı. Başka kimseye yaklaşmıyorlardı.

“Ne bunlar?” diye sordum, kaptanın üstüne hâlâ konmaya devam ettiklerinde.

Kaptan, “Bunlar Nayranlar. Dost canlısıdırlar ama sadece eli kana bulanmamış kişilerin üzerine konarlar,” dedi.

 

Ağabeyim onları izlerken kederli bir ses tonuyla,

“Eğer Aphrida’m burada olsaydı, onun vücudunun her noktasını severdiler,” dedi.

 

Ozarius, Nayranları hayranlıkla izlerken ağabeyime sordu:

“Kralım, Aphrida sizi büyülemiş olabilir mi?”

Olivera öne atladı:

“Tanrıça büyüyle ilgilenmez. Onların saf güçleri vardır ve bu tür şeylerde kullanmaz. Büyüden haberi yoktur. Kalbi o kadar saftır ki, gücü kalbinden gelir. Onun kalbi acıyı asla tatmamıştır.”

 

Kleora merakla sordu:

“Ya kalp kırıklığını deneyimlerse?”

Olivera, “Bunun cevabını veremem. Çünkü sonuçta Tanrıça'da insan kanı da var. İnsanlar çok katmanlı ruhlara sahiptir. İyi birisiyken bir anda kötü bir şey yapabilirler,” dedi.

 

Wild, bunları duyduğunda sabrının sınırındaymış gibi cevap verdi:

“Aphrida sadece doğayı koruyan bir araç değil! Ondan bu şekilde konuşamazsınız! Eğer bu şekilde konuşmaya devam ederseniz, sizi tehdit olarak algılarım!”

Olivera hemen başını eğerek,

“Üzgünüz Kralım. Sadece bilgilendirme amaçlı konuşmuştum. Lütfen beni bağışlayın,” dedi.

 

Ben ise elimi Wild’ın omzuna koyup sıvazladım.

“Sana söz veriyorum, ağabey! Aphrida ile kavuşacaksın ve bu Nayranları görmeye beraber geleceğiz. Yeni kraliçenin vücudunun her tarafının Nayranlar tarafından özenle sevildiğini göreceksin.”

 

Wild’ın gözünden bir damla yaş süzüldü. Ancak hemen eliyle sildi ve kendini toparlayarak,

“Her şey güzel olacak. Bu noktadan sonra güzel olmak zorunda kardeşim,” dedi.

“Tabii ki olacak, ağabey. Aphrida ile senin romantik anlarını daha sabote edeceğim,” dedim gülerek.

“Tabii, ondan önce kendine bir ayakkabı almalısın,” deyip o da gülmeye başladı.

 

Olivera, “Ayine çok az zaman kaldı. Milruna’ya vardığımızda elimizi olabildiğince çabuk tutmalıyız,” dedi, elini Nayranlardan birine uzatırken.

 

 

 

 

 

Artık 7 saattir denizlerdeydik. Milruna’ya varmamıza hâlâ günler vardı. Yatakta bir sağa bir sola dönüyordum. Uykum gelmiyordu. Güverteye çıkmayı düşündüm, belki biraz yıldızları izlemek uykumu getirirdi. Sessizce odamdan ayrıldım ve güverteye çıktım.

 

Ancak Wild ve Kleora, birlikte bir kenarda oturmuş sohbet ediyorlardı. İlk kez onları sohbet ederken, kaynaşırken görüyordum. Bir süre öyle kalıp onları dinlemek istedim.

 

Kleora: “Bir gün Aphrida ile bu yıldızları izleyeceksin, ağabey.”

Wild: “Umarım kardeşim... Umarım bu yolculuk sadece pişmanlıklarla hatırlanmaz.”

Kleora: “Biliyor musun ağabey? Küçükken ailemi kaybettiğimde, her gün odamın camına çıkıp gökyüzünü izlerdim. Babam her zaman derdi ki, dualarını yıldızlar göründüğünde Tanrı'ya söyle. Bu zamanlarda Tanrı sesimizi duyabilirmiş. Ben de her gün Tanrı’ya, ‘Lütfen Tanrım, bugün de babama ve anneme onları çok sevdiğimi ve unutmadığımı söyle’ derdim.”

 

Wild bunu duyduğunda tebessüm ederek,

“Gerçekten çok güçlü bir ruhun varmış,” dedi.

 

Ağabeyim ona hayranlıkla bakmıştı çünkü biz elfler, yastayken umut yoksunu oluruz. Günlerce sadece ruhumuzun ağırlığıyla baş etmeye çalışırız. Ancak önündeki bu insan kadın, küçükken ailesini kaybetmişti ve hâlâ umut doluydu. Küçük bir elf aynı durumda olsaydı, anne baba yasından kalbi çatlardı ve birkaç yıl içinde hayatını kaybederdi.

 

Ağabeyim, insanları tanıdıkça daha da hayret ediyordu. Hâlbuki insanlara karşı ondan daha çok önyargılı olan bendim.

 

Kleora: “Sen de yıldızları gördüğünde Tanrı’dan dualarını esirgeme ağabey. Elbet bir gün duyacaktır... Sonuçta bizleri O yarattı.”

 

Kleora hakkında daha çok şey bilmek istiyordum. İlk kez gördüğümde kendini soğuk ve hissizmiş gibi gösterse de gözleri tam tersini bağırıyordu. Gözleri “Canım yanıyor, hikâyem çok derin,” diye acıyla çığlık atıyordu.

 

Her zerresini sevmek için günler ayırmak istiyordum. Acılarının hepsini silip atmak istiyordum ama bunu yapamazdım. Çünkü geçmişteki acılar, onu bugünkü Kleora’m yapmıştı.

 

Derin bir nefes aldım ve yanlarına gittim.

“Demek sizi de uyku tutmadı,” dedim dudaklarımı sıkarak. Kleora’nın yanına oturdum.

“Bilmenizi isterim ki, ikiniz de benim için çok değerlisiniz. Bu yüzden ben de yıldızların karşısında hep sizin mutlu olmanız için dua edeceğim,” dedim ve Kleora’yı kendime yaklaştırıp başından öptüm.

 

Kolları karnıma sarıldı. Kardeşim ise küçük ve kırılgan bir tebessümle,

“Sen hep sevdiklerini korurdun, kardeşim,” dedi.

 

“Milruna’ya varmamıza çok az kaldı, ağabey. Artık bu savaşı başlatacağız.”

Tekrar yıldızlara baktı, gözleri gökyüzünün derinliğinde kaybolmuş gibiydi. Bir an iç çekti. Ortama sessizlik hâkim oldu. Hepimiz, sessizce dalgaların sesini dinleyip yıldızları izliyorduk.

 

Gökyüzündeki ayın yansıması, hırçın dalgaların üzerinde çok parlak görünüyordu. Sağımda ağabeyim, solumda bana sarılan sevdiğim oturuyordu. Bu, hayatımda yaşadığım en güzel anılardan biriydi.

 

Dalgaların sesleri bir melodi gibi kulağımda yankılanıyor, sessizliği büyülüyordu. Güçlü rüzgâr ise ağabeyimin uzun, beyaz saçlarını sert dokunuşlarla savuruyordu.

 

O, Milruna Kralı’ydı. Annemin görkemli beyaz saçlarını almıştı; geceleri ayın altında parlıyor, gücüne ihtişam katıyordu.

 

Denizen hafif ve hoş kokusu ruhumu sakinleştiriyordu. Kleoraya bakıp, onu öpmek istediğimde belime sarılarak uykuya daldığını fark ettim. Nefes alışverişleri bana huzuru çağrıştırıyordu.

 

Onu dikkatlice kucağıma aldım ve arkam dönükken ağabeyime,

“Sen de uyu ağabey. Kraliçemiz Milruna’da bizi bekliyor,” dedim ve yavaş adımlarla içeri geçtim.

 

Odama geldiğimde lambam hâlâ yanıyordu. Kleora’yı yatağıma uzattım ve siyah deri botlarını çıkardım.

 

Bu kadın uyurken gerçekten o kadar masum görünüyor ki, günlerce sessizce izleyebilirim. Saçları yüzüne dökülmüştü, elimle nazikçe kenara çektim.

 

Üstüne beyaz battaniyemi örttükten sonra sandalyeye oturdum. Kollarımı masaya uzattım ve başımı kolumun üstüne koydum.

 

Bir süre yorgun gözlerle uyuyan Kleora’mı izledim. Daha sonra lambaya yöneldim ve ışığı kapattım.

 

Uyu Henry! Milruna’ya az kaldı! Vatanın seni bekliyor!

 

Gözlerimi açtığımda Kleora dikkatle üzerime battaniyesini örtmeye çalışıyordu.

“Ahh tatlım, seni uyandırdım mı?” diye sordu, dudağını ısırmış.

 

Başımı kaldırıp, ağrıyan belimi dikleştirdim. Kamaşan gözlerimi ovuşturup,

“Hayır güzelim. Kendim uyandım.”

 

“Neden burada uyudun? Yatakta beraber uyuyabilirdik.”

“Yatak tek kişilik. Seni rahatsız etmek istemedim.”

 

Yavaşça gelip alnımı öptü.

“Diğerleri kesin kahvaltı yapıyordur. Gidelim mi?”

Esneyerek kollarımı geri çektim. Hâlâ uykuluydum.

“Olur, benim güzelim. Gidelim.”

 

Saçlarımı eliyle bozdu.

“Kusura bakma ama dalgalı saçların, resmen onu bozmam için bana yalvarıyor,” dedi kahkaha atarak.

“Hmm… Saçlarımın her zerresinin sana yalvardığı doğru olabilir,” dedim tebessüm ederek, hâlâ uykulu bir ses tonuyla.

 

Kleora çıkarken,

“Kahvaltı bizi bekler, tatlım. Gecikme,” dedi.

 

Uykulu gözlerle kapıdan çıkan Kleora’yı izledim.

Milruna’ya vardığımda benimle olacağı için çok şanslıyım, diye düşündüm.

İstemsizce bir tebessüm yayıldı dudaklarıma.

 

Ben de ayağa kalktım. Yalın ayaklarımı fark ettiğimde,

“Ahh… Hâlâ bir ayakkabım yok. Neden bu gemide birkaç tane yedek ayakkabı bulunmuyor ki?” dedim.

 

Yavaş adımlarla kapıya yöneldim. Küçük koridordan geçip ana salona gidecektim. Gündüz olduğu için koridor daha aydın görünüyordu. Duvarları ahşap tahtadandı ve biraz tozluydu. Hiçbir süs ya da tablo asılmamıştı.

 

 

 

Ana salona açılan bir kapı yoktu, kapısız bir giriş vardı. Girişin üstünde gümüşten iki bitişik güvercin kanadı simgesi yer alıyordu. Bu simge, ülke tarafından onaylanmış kaptan gemilerine yerleştirilirdi.

Milruna’nın yasal olarak onaylanan gemilerinde de aynı simgeler mevcuttur. Ayda bir kere bizzat limanı ziyaret eder, listesini tutardım. Geri kalan kısmını Zeyphrus hallederdi. Her hafta sonu yoklama yapardı.

Birkaç sefer korsanlar limanı işgal ettiği için her limana özel olarak eğitilmiş 50 asker yerleştirmiştim. Tabii, bunların hepsini ilk önce kral olan ağabeyim Wild’in onayını alarak yapıyordum.

Ana salona girdiğimde herkes sessizce önündeki yemeği bitirmeye çalışıyordu. Masanın üstüne kırmızı bir örtü serilmişti. Salata, peynir, et ve domates kokusu odaya yayılmıştı. Kapıdan ve pencereden giren güneş ışınları odayı aydınlatıyordu.

 

 

 

Kleora, tavuk etine öyle aşk dolu bakıyordu ki, hayret etmiştim. Biz elfler et yemeyiz. Bu doğamıza aykırıdır. Sadece meyve ve sebzelerle besleniriz ama mecbur kaldığımızda, güçten düşmemek ya da ölmemek için etle beslenmeyi kabul ederiz.

Ozarius, Olivera ve ağabeyim salata, peynir ve ekmeği iştahla yiyor, ben de aç olan midemin kazındığını hissediyordum. Kleora’nın yanına oturdum. Bugün yine saçları örgülüydü. Anlaşılan beni uyandırmadan önce tekrar örgülerini yenilemişti.

Kaptan Loir ve iki yardımcısı da bizimle beraber yemek yiyordu. Bu özel bir görev olduğundan kaptan sadece en güvendiği iki mürettebat üyesini bilgilendirip yanına almıştı. Milruna’ya vardığımızda onların istediği her dileği hem ağabeyim hem de ben gerçekleştireceğiz.

“Milruna’ya varmamıza ne kadar kaldı, Kaptan?” diye sordu Olivera.

Kaptan Loir: “Yarına ya da en geç iki güne varırız.”

“Duydun mu ağabey? Sonunda topraklarımızı göreceğiz,” dedim tepkisizce masanın üstündeki ekmeğe yönelirken.

Wild, yüzüne yapay bir tebessüm yerleştirip beni geçiştirmişti. Onu anlıyorum. Sonuçta yolculuğu istediği gibi geçmemişti. Ama bunu düzeltmek için çalışıyoruz.

Öğle saatleriydi. Güverteye çıktığımda sadece deniz ve dalgalar görünüyordu. Güneş gökyüzünde delici ışınlara sahipti. Ona bakmak bile gözlerimi kamaştırıyordu.

Kleora dışarı koştu. “İçeride oyun oynayacağız, sen de gel!” deyip elimi tuttu. Ben bir şey söyleyemeden beni içeri itti. Sesi çok hevesliydi. Ne yani, ilk kez mi oyun oynuyor? Yoksa oyunu çok sevdiği için mi böyle bir tepki gösteriyordu?

Herkes ana salonda masanın kenarında oturmuş, dikkatle masanın ortasına konulmuş kitabı izliyordu. Kitap, kahve renginde, ciltliydi. Olivera hepimize küçük kâğıtlar dağıtarak oyunun kurallarını anlatmaya başladı:

“Karşımızda bir kitap var. Bu kitapta beş karakter var: biri büyücü, biri lanetli ruh, biri kral, biri köle, biri de kahraman. Size dağıttığım bu kâğıtlarda hepinizin rolü yazıyor. Kimse rolünü söylemeyecek! Lanetli ruh ve büyücü birbirini bulmak zorunda ama kimseye kendini ifşa etmeden. Kral, kahraman ve köle birbirini bulmalı. Ancak bunu gizliden gizliye yapacaksınız. Kitaptaki hikâyenin konusu böyle. Kitabın belli bir sonu var ama belki biz sonu değiştirebiliriz.”

Ağabeyim sordu: “Peki, ifşa etmeden birbirimizi nasıl bulacağız?”

Olivera: “Herkes kendini açık şekilde ifşa etmeden, rolüne mensup eylemleri söyleyecek. 15 dakikalık süremiz var. Hepimiz kendimizi tanıtacağız. Sonunda elinizde rolünüz yazan kâğıdın arka, temiz kısmına takımınızdaki kişilerin isimlerini yazacaksınız. Eğer takımınızdan bir kişi bile doğru tahmin etmezse, kaybedersiniz.”

Ozarius oyunu kavradığında heyecanla “Tamamdır,” dedi.

Kâğıdıma baktığımda kahraman rolünün bana geldiğini gördüm. Kağıt özentisiz şekilde küçük parçaya yırtlımışdi. Sessizce sakinliğimi korudum. Kazanan ben olacaktım; bu tip oyunlar benim için çok kolaydır.

Herkes kendini tanıtmaya başladı.

 

Olivera:

“Zincirlerim görünmez, ama her adımımda tenimde yankılanır. Geceleri uyanık tutan bir fısıltı var içimde; ölmediğim her gün, yeniden ölmek gibi. Başkalarının rüyasında uyanır, aynalara bakmadan yaşarım. Girdiğim yerde sıcaklık çekilir, rüzgar yön değiştirir.”

 

Olivera’ya lanetli ruh rolü geldiğinden emindim. "Başkalarının rüyasında uyanır, aynalara bakmadan yaşarım” cümlesiyle her şey belli olmuştu.

 

Ben:

“Kılıcımı çekmeden önce tereddüt ederim; çünkü biliyorum, kurtarmak bazen yakmaktır. Öne atıldığımda sessizlik olur; çünkü herkes bekler ama kimse öne çıkmaz. Sözlerim yemin değildir ama düşmanlarımı diz çöktürür. Halkın ardında değil, önünde dururum. Ne zaman geri çekilsem, birileri düşer.”

 

Wild:

“Gördüğün ellerim değil, niyetimdir. Gerçeği bükmem için kelimelere değil, suskunluğa ihtiyacım var. Zamanı bir kumaş gibi katlar, kaderin çizgilerini değiştiririm. Sadece ben sustuğumda dünya sessizleşir. Dokunduğum her şey bir daha eskisi olmaz.”

 

Kleora:

“Emir vermez, emir alırım. Ama her emir bir zaferin adımıdır bana. Adım bile yok belki, ama sessizce duvarları sayarım. Çöküşleri önceden bilirim, çünkü onların altında yaşarım. Zinciri çekenle dost, kıranla düşman değilim. Sadece gözlerim anlatır kim olduğumu.”

 

Ozarius:

“Benim sustuklarım, halkın bağırdıklarından daha ağırdır. Kararlarım, tereddütlerimde saklıdır. Herkes bana bakar ama ben her şeyi görmem. Çoğu zaman hükmetmek, kaybetmeyi kabullenmektir. Kılıcımla değil, sessizliğimle savaşırım.”

 

Bu kelimelerden her şey açığa çıkmıştı. Ozarius’un kelimeleri benim rolümü de anlatıyordu ama kahraman olan bendim. O zaman Ozarius’a kral rolü gelmişti. Olivera’nın rolü de açıktı. Kleora ne demişti? "Emir vermez, emir alırım." O zaman Kleora’ya köle rolü gelmişti. Geride büyücü rolü kalıyor, o da kesin ağabeyime çıkmıştır. Herkesin ismini ve yanına düşündüğüm rollerini yazdım.

 

Olivera yüksek sesle, “Tamamdır. Zaman doldu! Hadi, kâğıtlarınızı söyleyin ve rollerinizi masanın üstüne koyun,” dedi.

Herkesin kâğıdına bakıldığında sadece benim tahminlerimin doğru olduğu fark edildi. Kazanmıştım! Hmm, bu çok keyifliydi. Ayağa kalktım ve ellerimi masanın üstüne koyup, “Ben kazandım!” dedim. Herkes hayretle bana bakarken, ben keyiften dört köşeydim. “Evet! Buna akıl denir!” dedim işaret parmağımla başımı gösterip.

Herkes kahkaha atmaya başladı. Ben de hem eğlenmenin hem de güzel zamanın etkisiyle gülmeye başladım.

“Hadi tekrar oynayalım! Söz, bu sefer kazanmanıza izin vereceğim!” dedim kahkaha atarak.

 

Tekrar oynadık. Olivera herkese rolleri dağıttı. Rolüme baktığımda bu sefer “lanetli ruhtum”. Kleora’ya baktım, kâğıdına bakmak isterken beni yakaladı.

“Tatlım, nereye bakıyorsun?” diye sordu fısıltıyla.

“Hiç güzelim. Rolün ne?”

“Rolümü söylersem oyunun tadı kalmaz ki?” dedi gülerek.

İki kâğıda rolleri yazdım. Kâğıdın birinde doğru olan vardı, diğerinde yanlış ihtimaller. Doğru olanı masanın altından Kleora’ya uzattım. Ama masum Kleora’m ne yapmak istediğimi anlamadı. Elimle hafifçe bacağına dokunup kâğıdı avucunun içine yerleştirdim.

 

Olivera: “Süre doldu! Hadi kâğıtlarınızı masanın üzerine koyun!”

Anlaştığımız gibi ben yanlış olan kâğıdı masanın üstüne koydum. Kleora ise benim verdiğim doğru kâğıdı koymuştu. Herkesin rollerini gördüğünde yüksek sesle, “Ben kazandım! Ben kazandım!” dedi, kollarını göğe kaldırarak.

Hemen ben de ayağa kalktım. “Harika, işte benim sevgilim!” dedim kahkaha atarak.

Olivera gözlerini devirdi: “Hayatımda bu kadar itici bir çift görmedim.”

Ozarius da onu destekledi: “Aynen.”

Ağabeyim ortamın gerildiğini fark edip durumumuza güldü ve “Bu sadece bir oyun, gençler!” dedi.

Dudaklarımı büktüm: “Böyle diyorsun ama Aphrida kazansaydı sen de göklere uçardın,” dedim sitemkâr bir sesle.

Kaptanın yardımcılarından biri içeri koştu: “Kralım, tehlikeli bir sorunla karşı karşıyayız!”

 

“Dedi ağabeyime bakarak.”

Hepimiz bir anda dışarı fırladık. Tam o anda, arkamızdan üzerimize doğru gelen bir gemi fark ettik.

Kaptan gür sesiyle bağırdı:

“YELKENLER FORAAA!”

 

Neler olduğunu hâlâ tam anlayamamıştım. Bu sefer başımıza neyin geleceğini kestiremiyordum ama içime kötü bir his çökmüştü.

 

Wild hemen sordu:

“Bu da ne demek Kaptan? Bu gemi de neyin nesi?”

 

Kaptan, suratındaki endişeyle bana döndü:

“Majesteleri… Sanırım korsanlar tarafından saldırıya uğruyoruz.”

 

“Ahh, bir bu eksikti!” diye bağırdım sinirle.

Tam o sırada gökyüzü kararmıştı. Yağmur, sanki bizimle birlikte o da öfkelenmiş gibi, damla damla düşmeye başlamıştı. Ardından gelen gök gürültüsü, fırtınanın yakında olduğunun habercisiydi.

 

Dalgalar hızla yükseliyor, gemimizi sağa sola savuruyordu. Bu da hareketimizi zorlaştırıyordu.

Ancak korsanların gemisi, az önceki mesafeyi kapatmış, iyice yaklaşmıştı.

 

Ozarius telaşla bağırdı:

“Nasıl bu kadar hızlı yaklaştılar?!”

 

Kaptan gözünü korsan gemisinden ayırmadan konuştu:

“Korsan gemileri, böyle dalgalara alışkındır. Fırtına onları durdurmaz. İşgal etmek için eğitilmişler.”

 

Ve o anda...

Korsan gemisi tamamen yanımıza yanaştığında, güverteye kalın ipler fırlatıldı. Kancalı halatlar bizim gemimize saplandı ve korsanlar, onları tırmanmaya başladı.

 

Kleora ile Olivera tam güvertedeydi.

 

Onlara doğru bağırdım:

“İçeri koşun! Hemen! Sakın durmayın!”

 

Kalbim küt küt atıyordu. Ne yapacağımı bilmiyordum ama bildiğim tek şey, kimseyi bu lanet saldırıya kurban vermeyecektim.

 

 

Bölüm : 21.07.2025 18:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...