
Gözlerimi açmak istiyordum ama başaramıyordum. Her yer simsiyah bir boşluktu. Sesler duyuyordum, boğuk, sanki derin sulardan geliyorlarmış gibi. Tanımadığım adamlara aitti bu sesler. Kimdiler onlar?
“Sanırım yağmur dinmeyecek…” dediler. Başka kelimeler de işittim, fakat anlamları zihnimde dağınık bir yankı gibi çarpışıyordu. Oysa konuştukları dil bana yabancı değildi. Neden anlamıyordum? Neden hiçbir şey net değildi?
Bedenimi hissedemiyordum. Ellerim, ayaklarım, göğsüm… Hepsi boşlukta asılı gibiydi. Son gördüğüm şey neydi? Ne yapıyordum ben? Maksadım neydi?
Birden tanıdık bir ses işittim. “Uyan!” diye sesleniyordu bana. Kalbimin içinde yankılandı bu çağrı. Uyuyor muydum? Öyleyse neden uyanamıyordum?
“Uyan!” dedi yine, bu kez sesi daha sertti.
Sanki uzaklardan gelen bir tını… ama korkutucu değildi. Aksine, beni koruyan, sarsan bir sese benziyordu. “Kimsin sen? Yakınım mısın?” diye sordum içimden.
“Uyanmalısın!” dedi bir daha.
Nasıl uyanacağımı bilmiyordum. Ruhum boşlukta asılı kalmış gibiydi. Ama sonra endişe dalga dalga göğsüme yayıldı. Ve tam o anda, göz kapaklarım ağır bir yükün altından kurtulmuş gibi açıldı.
Nefeslerim kesik kesikti. Hırıltılı, derin ve ağır… Etrafım bulanıktı. Bir gölge tekrar seslendi: “Kendine gelmelisin!”
Kimdi bu?
Gözlerimi tekrar kapatıp açtım, başımı yana doğru salladım. Görüntü biraz netleşti. Karanlık bir yerdeydik. Rutubetli tahta kokusu burnuma doldu. Gıcırdayan ipler, taşınan fıçılar… Geminin alt katındaydık. Çevrede kömür yığınları ve büyük tahta fıçılar vardı. Sağ tarafta bir fırın parlıyordu. İki adam kürekle kömür atıyor, ateşi körüklüyorlardı. Çıtırdayan odunların sesi kulaklarımda yankılandı. Sıcaktan alnımda ter damlacıkları oluştu. Geminin gövdesi dalgalarla sallandıkça tavan gıcırdıyordu.
Nefes almak zordu. Hava ağırdı, dumanlı, tuz ve kömür karışmıştı. Çürük meyve kokuları burnuma geldi. Sol tarafta fırının ışığı zar zor ulaşıyordu; meyve ve sebzeler gölgelerle örtülmüş, karanlık köşelere gizlenmişti.
“Kendine geldin mi dostum?” dedi tanıdık bir ses. Başımı hafifçe çevirdim. Ozarius’tu bu. Kaşlarını çatmış, yüzünde keskin bir ciddiyet vardı. Yanında ağabeyim ve Olivera bağlıydılar; ama ikisi de hâlâ baygındı.
Ozarius eğildi, sesini alçaltarak konuştu: “Beni iyi dinle! Şu an kendi gemimizin alt katındayız. İplerimizi görüyor musun?”
Bakmak istedim ama gözlerim kayıyordu. Her şey sis perdesiyle kaplanmış gibiydi.
“Dikkatini bana ver Henry!” dedi hışımla. “Bizi bayıltıp bağladılar. Ama sanırım Milruna’ya doğru gidiyoruz.”
Milruna mı? Kelime zihnimde çınladı ama anlamını kavrayamadım. Dudaklarım kıpırdadı ama ses çıkmadı.
Ozarius, yüzüme doğru eğildi. “Beni anlıyor musun? Kendini toparlamalısın. Kanaman var! Eğer burada bilincini yitirirsen ölürsün. Yolda ölürsen de denize atarlar seni. Kendine gel! Milrunaya sağ salim varmalıyız!”
Sesi kayboldu. Görüntüsü bulanıklaştı. Yine boşluğa düşüyordum. Kaslarım gevşedi, gözlerim kapandı.
“Hayır! Uyan!” diye haykırdı bu defa. Sesi fırının uğultusunu, geminin gürültüsünü bastırdı.
Nefes alıyordum. Ağır, yavaş, derin… Ama neden? Ne için nefes almalıyım? Benim amacım neydi?
“Dostum! Dinle beni!” dedi Ozarius tekrar. “Bizi Milruna’ya vardığımızda köle olarak satacaklar. Eğer direnirsen belki kurtuluş yolunu buluruz. Ama sen bilincini kaybedersen hiçbir şansımız kalmaz!”
Milruna. Yine aynı isim. Milruna, Milruna, Mil-runa… Zihnimde yankılandı. Bu isim bana tanıdık geliyordu. Ne, kim, neresiydi?
Birden kendimi bir ormanda buldum. Bu bir düş olmalıydı. Elimde bir yay vardı, parmaklarımda gerili bir ok. Nehrin kenarında bir ceylan… Avım önümdeydi. Ellerim oku sıkıca kavrıyordu, gözlerim keskinleşmişti.
Tam yayı bırakacakken biri omzuma dokundu. Döndüm; ağabeyimdi. Yüzünde şefkatli bir tebessüm vardı.
“Yapma,” dedi. “Yavrusu var. Bak!”
Gerçekten de küçük bir yavru çimenlerin arasından çıkmıştı.
Ağabeyim başını iki yana salladı: “Artık ceylanları avlama kardeşim. Milruna’da yaşayan hiç kimse et yemez zaten. Biliyorum, bazen sarayın aslanlarını beslemek için avlanıyorsun. Ama bu işi sarayda çalışanlara bırak. Senin kalbin fazla temiz.”
Sözleri kalbimi deldi. O an her şey yerine oturdu. Milruna… Evet, benim toprağım. Çocukluğumun ülkesi. Özgürlüğün, adaletin diyarı. Milruna’da hiçbir çocuk aç kalmazdı. Kraliçe, öksüzlere annelik ederdi. Orada ağlamalar, çığlıklar değil; şarkılar, kahkahalar yükselirdi.
Hatırladıkça kalbim çarptı. Milruna benim kanımdı, nefesimdi.
Bir anda gözlerimi açtım.
“Kendine gel Henry!” dedim kendi kendime. Dişlerimi dudağıma bastırdım. Öyle sert ısırdım ki azı dişim dudağımı parçaladı. Sıcak kan ağzıma doldu. Ama bu acı beni uyandırıyordu. Bilincime tutunmaya çalışıyordum.
Gözlerim karanlıkta ışığı seçti. Ozarius’un yüzü tekrar belirdi. Fırının alevleri yanaklarını kızıl renge boyuyordu. Onun gözleri bana kilitlenmişti.
Kim bilir bilincim kapalıyken neler olmuştu?
Ama artık uyanıyordum.
Tekrar Ozarius’a baktım.
Ozarius: “Uyan, dostum! Kanaman var!” dedi; kaşları çatılmış, sesi endişeyle sertleşmişti.
Gözlerimi üzerime indirdim; haklıydı. Omzumdaki ve bacağımdaki hançer yaralarından ince bir ırmak gibi kan sızıyor, tahta zemine damla damla düşüyordu. Kıyafetlerim koyu kırmızıya kesmişti; oturduğum yer, tenimdeki sıcaklık kadar yakıcı bir ıslaklıkla kaplanmıştı. Bu gidişle kan kaybından ölebilirdim. Kanda tuzla karışan o metalik koku, kömür küfüyle birleşince boğazımı yaktı.
Kalın halatlarla direğe sıkıca bağlanmıştım. Aynı direğin etrafında ağabeyim ve diğerleri de kıpırdayamaz hâldeydi. Fırının kavurucu nefesi yüzümü yalıyor, alevlerin tıslaması kulağımda uğulduyordu. Işığı titreyerek üzerimize vuruyor, gölgelerimizi duvara sürüklüyordu. Karanlıkta kanım siyaha yakın görünüyordu; ateşin alevi üzerine düşünce anlık bir kızıllık parlıyor, sonra yine karanlık yutuyordu.
Başımı çevirdim: Ağabeyim Ozarius’un soluna, Olivera ise sağıma bağlanmıştı. Ayak bileklerim de bağlıydı; dizlerimin üstünde, taş kesilmiş gibi duruyordum. Ama Kleora yoktu. O boşluk, içimde buz gibi bir çukur açtı.
“Kleora nerede?” Sesim, farkında olmadan, öfkenin kaba kenarlarına sürtünmüştü. Kaşlarım gerildi, omuzlarım seğirdi.
Ozarius: “Korsan kaptan onu yanında tutuyor… öyle görünüyor.”
Sözlerindeki kesinlik içime hançer gibi indi. “Eğer ona dokunursa… onu en ağır işkencelerle öldürürüm!” dedim, dişlerim birbirine sürtünerek.
Ozarius başını azıcık eğdi, sesini sakinleştirdi: “Şimdi öfkeni dizginle. Önce şu halatlardan kurtulmalıyız. Kleora, kendi başının çaresine bakmayı bilen bir komutan. Bize düşen, akıllı davranmak.”
Yutkundum; boğazımdaki kan tadı zihnimi ayıltıyordu. Öfkem, yaraların sızısından daha yakıcıydı ama haklıydı; düşünmeden atılmak, herkesin ölüm fermanı olurdu.
“Milruna’ya cesedin varmadan şu yarayı durduralım,” diye ekledi Ozarius.
Düşüncelerim, inatçı bir dalga gibi yine Kleora’ya çarptı. O pis kaptanın, ben bayılmadan önce “Kleora’yı kendine alacağını” söyleyişi… Bu cümle, kalbimde kapkara bir mühür. Bunu asla bağışlamayacağım. Kendi mezarını kazdığının farkında değilsin, korsan.
Öfke gözlerimi yakarken Ozarius’a eğildim: “Üzerinde keskin bir şey var mı?”
Kir ve tuzla kararmış siyah deri botuna baktı; neredeyse duyulmayacak kadar kısık bir sesle: “Çok ince, küçük bir bıçak saklıyorum. Çıkarmayı deneyeceğim.”
Etrafta kimse yoktu. Ben baygınken fırına kömür atan iki tayfa güverteye dönmüştü. Kapının aralığından sızan tuzlu rüzgâr, is ve sıcakla karışıp içeri üflüyordu. Geminin gövdesi her dalgada inliyor, tavan kirişi gıcırdayarak bize eşlik ediyordu.
Ozairus bileğini kıvırıp bıçağa uzanırken ben yanımdaki Olivera’yı dirseğimle hafifçe yokladım. Şimdi uzun nasihatler, boşuna nefes tüketmekti. Halatlar öyle sıkı ve sertti ki, nefes almak bile çabaydı. Önce kurtulmalı, sonra uyandırmalıydık.
“Hançere ulaşabildin mi?” dedim fısıltıyla.
“Evet… ama düğümleri çözmek zaman alacak.”
Zaman… sahip olmadığımız tek lüks. Her geçen saniye, Kleora’ya dair en kötü ihtimaller zihnime üşüşüyor; kalbim göğsümden kaçacak gibi atıyordu. Üst güverteden kaba kahkahalar, ardı ardına patlayan ayak sesleri geliyordu. İçlerinden biri bir şarkı mırıldandı; sözleri seçemesem de alaycı ritmi midemi bulandırdı.
“Çabuk ol,” dedim. Sabırsızlığım sesime sert bir çıtırtı kattı.
“Az kaldı,” diye mırıldandı, parmakları düğümlerin etrafında dans ederken.
“Dinle,” diye devam ettim, alçak bir tonda, “kapının önünde en az iki gözcü vardır. Hançerini ve bu halatları sessizce kullanacağız. Onları tek tek düşürmezsek bizi doğrarlar. Gaflete düştüler diye hepsine birden atlamak intihar.”
“Kurtuldum,” dedi sonunda. İpi omuzlarından sıyırıp sessizce yere bıraktı. “Bekle.” Çözülen elleriyle bacaklarındaki bağları hızla kesti; lifler ince bir hışırtıyla dağıldı.
Ardından bana eğildi. Önce direği kavrayan kalın bağları gevşetti, bileklerim özgürlüğü hatırlayınca sızladı. Sonra ipleri kesti. “Sen diğerlerini çöz. Bacaklarımla ben ilgilenirim.”
Ozarius Olivera’ya dönerken, ben ayak bileklerimdeki kabaran düğümün altına tırnaklarımı geçirdim. Halat lifleri tuzla kabarmış, cildi yakıyordu. Kopan her lif, tenime iğne gibi battı. Doğrulduğum an yaralı bacağım titredi; zemindeki kanım ayak tabanımı kaygan bir çembere çevirmişti.
“Yaralarıma ne yapabilirim?” dedim, nefesim tıkanırken.
Ozarius, Olivera’nın bağlarını çözer çözmez gömleğinin eteklerini ikiye yırttı. “Birini bacağına, birini omzuna bağlayacağım. Kanı yavaşlatır. Gözcüleri sessizce indirir indirmez suyla temizlememiz gerek; yoksa iltihap kapar.”
Kumaşı çekip düğümledi; bacağımda bir yangın gibi yandı, omzumda nabız atar gibi zonkladı. Ama sıcak kanın taşması yavaşladı. Acı, bilincimi keskinleştirdi.
İkimiz aynı anda diğerlerine döndük. Ben ağabeyime, o Olivera’ya.
Ağabeyimi omuzlarından tuttum, hafifçe silkelerken fısıldadım: “Ağabey… ağabey, uyan!” Silkelemek pek işe yaramadı; bu yüzden parmak uçlarımla yanaklarına hafif tokatlar kondurdum.
Göz kapakları titredi; dudaklarının arasından anlaşılmaz bir mırıltı sızdı.
“Ağabey,” dedim, bu kez adını bir çapa gibi sesime bağlayarak, “uyan!”
Ağır ağır gözlerini açtı. Boş bakışı, alevin titrek ışığında toparlanmaya çalıştı. “Neredeyim?”
“Kendi gemimizin alt katındayız,” dedim. “Tutsağız.”
Bu kelime üzerine yüzündeki çizgiler gerildi; başını kaldırıp sırtını dikleştirdi. Koluna girip destek verdim; tekrar bayılmaması için hafif tokatlarla gözlerini açık tuttum.
“Dışarıda elliye yakın korsan var,” dedim hızlıca. “Kaptan Loir ve iki yardımcısının durumu belirsiz. Kleora’nın nerede olduğunu da bilmiyoruz.”
Ağabeyim ellerimi bileklerimden tutup yavaşça itti, sonra güç toplayarak ayağa kalktı. Gözlerindeki öfke, sanki fırının alevinden ateş almıştı. “Müstakbel gelinimize bunu yapamazlar!” diye hırladı.
Sözleri içimde hem umut hem korku uyandırdı. Yutkundum; boğazımdaki düğüm acıyla genişledi. “Lütfen, ağabey… onu kurtarmamda bana yardım et.” Gözlerim istemsizce parladı. “O, benim her şeyim.”
Dışarıdan, ıslak güverteye çarpan adımların yankısı geldi; bir kanca yere düştü, metal sesi isli havayı ikiye yardı. Hepimiz bakıştık. Sessizlik, bir anlığına, ateşin çıtırtısını bile bastırdı.
“Plan şu,” diye fısıldadım, nefesimi kontrol etmeye çalışarak: “Kapı açılırsa ilk ben konuşacağım. Adımlarını içeri aldıkları anda sen soldakine, Ozarius sağdakine. Olivera, arkamızı kolla. Gürültü yok. Hızlı, sessiz, kesin.”
Ağabeyim başını salladı; Ozarius bıçağı avcunda çevirdi, Olivera derin bir nefes aldı. Halatların bıraktığı izler bileklerimizi yakarken alevler duvarda kıpır kıpır oynadı. Geminin gövdesi bir kez daha inledi.
Kleora… Dayan. Geliyoruz. Ama önce nefes, sonra adım. Ve tek bir hata, herkesin sonu.
Dizlerim titrerken ayağa kalkmaya çalıştım. Bacaklarım hâlâ zayıftı; her adımda yaralarımın sızısı içime işliyordu. Olivera da kendine gelmiş gibiydi, ama hâlâ alnını tutuyor, derin nefesler alıyordu.
Fısıltıyla konuştum:
“Ozarius, kapıyı açar açmaz ben ve ağabeyim gardiyanlarla ilgileneceğiz. Büyük ihtimalle kapının önünde iki kişi bekliyordur.”
Başımı sağa çevirip Ozarius’a baktım. “Olabildiğince sessiz olmalıyız. Onları öldürmeden etkisiz hale getirmeyi biliyor musun?”
Ozairus gözlerini kısmıştı. “Evet, biliyorum. Çırak olduğum yıllarda, hocam bana kendimi koruyabilmem için sessiz yöntemler öğretmişti.”
“Güzel.” dedim. “Olivera, onlar yere serildiği anda anahtarları sen alacaksın. Ozairus, baygın olanları içeri sürükleyip üstlerine kapıyı kilitleyecek. Anahtarları kaybetmeyin. Geri kalan korsanları da odalarına kapatacağız.”
Olivera başını salladı. “Tamam.”
Wild’ın kolunu tuttum. “Hazır mısın, ağabey?”
“Evet.” dedi, gözlerinde ciddi ve sert bir ifadeyle.
Kılıçlarımız elimizden alınmıştı. Elimizdeki tek şans, bu gardiyanların silahlarını çalmaktı. Yoksa çıplak ellerimizle fazla ileri gidemezdik.
Hızla kapıya yöneldim. Yıpranmış ahşap kapıyı tekmeledim. Gıcırdayarak açılan kapının ardında, koridorun aydınlığı gözlerimizi kamaştırdı. Tahmin ettiğimiz gibi iki korsan bekliyordu. Zırhlı değillerdi, sıradan elbiseler giymişlerdi.
“Hey, ne—?” diye seslendiklerinde tereddüt etmedim. Birinin kılıcına uzanmasına fırsat vermeden kolunu yakaladım ve sırtına bükerek acı içinde kıvrandırdım. Ağabeyim Wild ise diğerini kavrayıp yere bastırıyordu. Ozarius hızlıca yetişti; kısa bir hamleyle boynuna vurdu, korsan daha ne olduğunu anlamadan bayıldı. Ben de kendi korsanımı etkisiz hale getirdim; onun kılıcını çekip belime taktım. Wild da diğerinin silahını aldı.
Nefesim düzensizleşmişti. Az önceki hareketler yaralarımdaki dikişleri zorlamış, kan sızmaya başlamıştı. Her nefes alışım boğazımı yakıyordu.
Planladığımız gibi Ozarius adamları içeri sürükledi. Olivera da kapıyı kapatıp kilitledi. Artık koridorda yalnızdık. Ben önde yürüyordum; her adımıma dikkat ediyor, tahtaların gıcırdamasından kaçınmaya çalışıyordum.
Merdivenlere geldiğimde, yukarıdan aşağıya hızla inen üç gölge fark ettim. Ayak sesleri hızlanıyordu. Parmaklarımla diğerlerine işaret ettim; üç kişi olduklarını gösterdim. Dudaklarıma parmağımı götürerek sessizlik uyarısı verdim.
Adamlar merdivenlerden indiği an ağabeyimle Ozairus öne atıldı. Biz, ellerimizle ağızlarını kapatıp onları sustururken, Ozarius omuzlarına sert darbeler indiriyordu. Debelendiler, ama fazla dayanamadılar. Sessizce yere yığıldılar.
Başparmağımla biraz önce çıktığımız odayı gösterdim. Ozarius adamları sürüklerken ben ve ağabeyim yardım ettik. Olivera kapıyı açtı, korsanları içeri tıktık, kapıyı kilitledik.
Tekrar sessizce ilerlemeye başladık. Öncülük yine bendeydi.
Merdivenlerden yukarı çıkar çıkmaz koridorda bir korsan gördüm. Sağ tarafta üçüncü odanın kapısını açıp içeri girdi.
Arkamdakilere döndüm. “İyi haber,” diye fısıldadım. “Korsanların çoğu odalarına çekilmiş. Sessizce girip her birini etkisiz hale getiriyoruz. Alt kata sürüklememize gerek yok. Odalarının anahtarları üzerlerinde olur, onları kendi odalarına kapatırız.”
Diğerleri başlarıyla onayladı.
İlk odanın kapısını çaldım. İçeriden ayak sesleri geldi. Adam kapıyı açtığı an tekmeyle içeri daldım. Adam bağırmaya yeltendiğinde üstüne atıldım, ellerimle ağzını kapattım.
Kılıcımı boğazına dayadım. “Şimdi dikkatle dinle! Yanımızda olan diğer kadın nerede? Ağzını açacağım. Eğer cevap yerine bağırmaya kalkarsan, boğazını gözümü kırpmadan keserim!”
Adamın gözleri korkuyla açıldı. Başını hızla salladı. İnce, solgun dudaklarını araladığında sesi titriyordu:
“Kaptan onu kendi odasına zincirledi. Ama kadın kaptanı yaraladı… omzuna bir darbe indirmiş. Bu yüzden kaptan, onu güvertede güneşin altında acı çekmesi için direğe bağladı. Ne su veriliyor ne yemek. Kaptanı kabul edene kadar ceza çekecek…”
Sözleri beynimde yankılandıkça göz bebeklerim büyüdü. Damarlarım şişti, vücudum istemsiz titremeye başladı. Kelimelerim bir haykırışa dönüştü:
“O kadın Milruna prensinin nişanlısı! Ve ben… ben de Milruna prensi Henry! Ülkeme dönmeme saatler kalmışken siz, ülkenin geleceğine el kaldırdınız! Oraya vardığımızda ordular üzerinize yağacak, kurtuluşunuz olmayacak!”
Adam titremeye başladı. “Özür dilerim! Lütfen, bağışlayın!” diye yalvarıyordu.
“Benden değil, nişanlımdan af dileyeceksin, pislik!” dedim, başını sertçe zemine bastırarak.
Arkamda sessizce izleyen ekibime döndüm. Ozarius’a gözlerimle işaret verdim. O da ağır adımlarla yaklaştı. Korsan, üzerine geleni görünce korkudan gözyaşları döktü, çırpındı, ama nafileydi. Ozairus’un tek hamlesiyle bayıldı.
Üzerinden kalktım. Omzumda Wild’ın soğuk elini hissettim; beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Elleri buz gibiydi—endişeden mi, yoksa uzun süre bağlanmaktan mı, bilemiyordum.
Aynı yöntemle diğer odalardaki korsanların da işini sessizce hallettik. Yaklaşık kırk dakika boyunca tek bir hata yapmadan, dikkatle ilerledik. Her birini odalarına kapatıp anahtarlarını aldık.
Ve sonunda, koridor sessizliğe gömüldü.
Güverteye çıktığımda gözlerim hızla etrafı taradı. Kalbim göğsümde çarpıyor, nefesim hızlanıyordu. Gözlerim Kleora’yı aradı. Ve onu bulmam zor olmadı; kalın bir halatla direğe bağlamışlardı. Onu o hâlde görmek içimdeki bütün yaraları yeniden açtı.
Üzerinde yalnızca ince beyaz bir gecelik vardı; rüzgâr kumaşı bedenine yapıştırıyor, omuzları güneşte kızarmış, derisi acı içinde yanıyordu. Dudaklarım kendiliğinden titredi, çenem kasıldı. Sol elimi saçlarıma götürdüm, parmaklarımı şiddetle bastırdım. Dudaklarımı ısırdım, zaten patlamış olan dudağımdan kan yeniden aktı. Çaresizlik ve öfke birleşince ağzıma gelen o birkaç damla kanı yuttum. Kılıcı tutan ellerim titremeye başlamıştı; bayıltmak için harcadığım güç bedenimi zayıflatmıştı ama kalbimdeki öfke ayakta kalmamı sağlıyordu.
Korsanlardan biri, Kleora’nın yüzüne içi su dolu bir kova döktü. Onu bu şekilde ayıltıyorlardı. Su yüzünden saçları alnına yapışmış, gözleri sersemlemiş bir şekilde aralanmıştı. Yüzü solgundu, dudakları beyazlamıştı. O hâlini görmek, ruhumu paramparça etti. Ellerim istemsizce yumruk oldu, tırnaklarım avucuma gömüldü.
Dümen hâlâ korsan kaptan Loir’deydi. İki yardımcısı halatlarla ilgileniyor, biri ise güverteyi temizliyordu. Korsanın geriye fazla adamı kalmamıştı. Ama Kleora’nın direğe bağlanmış hâli bile tek başına kalbimi parçalıyordu.
Diğerlerine işaret verdim. Hepimiz aynı anda güverteye fırladık. Ben Kleora’ya yöneldim, gözlerim sadece onda kilitliydi. Kılıcımı kaldırıp halatları birer birer kestim. Halatlar yere düştükçe Kleora’nın bedeni ağır bir yük gibi kollarıma devrildi. Onu kucağıma aldığımda nefesini hissettim; zayıftı, ama hâlâ vardı. Üzerim kan içindeydi, gömleğim onun tenine değdiğinde hafifçe ürperdi. Yanan omuzlarını ellerimle kapattım, vücudunu gölgemle örtmeye çalıştım.
Onu hızla ana salona taşıdım. Salona girdiğimizde, içeri dolan gün ışığı kırmızı uzun kanepeyi parlatıyordu. Kleora’yı dikkatle kanepeye yatırdım. Yüzüne yapışan ıslak saçlarını geriye doğru taradım, titreyen parmaklarımla yanağını okşadım.
“Özür dilerim, güzelim… seni koruyamadım,” dedim. Boğazımda kocaman bir düğüm oluştu, nefesim kesiliyordu.
O sırada dışarıdan kılıçların çarpışma sesleri yükseldi. Kalbim Kleora’nın yanında kalmak istiyordu ama savaş beni çağırıyordu. Kılıcımı sıkıca kavradım, tekrar güverteye fırladım.
Ağabeyim Wild, kaptanla çoktan çarpışmaya başlamıştı. Onu o hâlde görmek beni büyüledi. Koyu mavi gözleri, korsanı delip geçecekmiş gibi öfkeyle parlıyordu. Kılıcını savururken adımları ağır ama kararlıydı; her hamlesi korsanı geriye sürüklüyor, nefesini kesiyordu. Güneş ışığı beyaz saçlarının üzerinde bir taç gibi parlıyordu. Sanki gökten inmiş bir yargıçtı; masumiyetiyle değil, kararlılığıyla korku salıyordu.
Kılıcımla onların önüne çıktım. Korsan gözlerini bana çevirdiğinde yüzünde alaycı bir ifade belirdi.
“Daha ölmedin mi, genç? Bana boşuna dokuz canlı demezler!” dedi, Wild’ın darbelerini savurmaya çalışırken.
Gözlerimi ona diktim. Sesim sertleşti.
“Sana daha önce de söyledim korsan. Boş lafları sevmem!”
Kılıcımı kaldırıp ona doğru hamle yaptım. Artık iki kişiye karşı koymakta zorlanıyordu. Tam o anda Ozarius ve Olivera da yanımıza koştu, diğer korsanları etkisiz hale getirmişlerdi. Şimdi dört yandan çevrilmişti. Bakışları endişeyle titreşti. Yavaşça geri adım attı.
Önce korktuğunu sandım, ama gözlerindeki bakıştan anladım: Kendini denize atarak kaçmayı planlıyordu.
“Hayır!” diye içimden geçirdim. Nişanlıma yaptıklarının hesabını vermeden ölmene izin vermeyeceğim!
Hemen Ozairus’a seslendim:
“Hançerini bana ver! Çabuk!”
Ozarius hançeri kınından çıkarıp bana fırlattı. Havada yakaladım, tek bir an bile kaybetmeden korsanın bacağını hedef aldım. Tam denize atlayacakken hançer uyluğuna saplandı. Korsan acıyla inledi, geminin kenarına tutunmaya çalıştı.
Ağır adımlarla yanına yaklaştım. Yerde sürünürken saçlarına yapıştım, başını geriye doğru çektim. Gözlerime bakmaya cesaret edemiyordu.
“Bana zarar vermeni affedebilirdim. Ama nişanlıma yaptığın saygısızlığı, işkenceyi… bunu hiçbir özür telafi edemez!”
Tam o sırada, güvertede yankılanan güçlü bir ses hepimizin kalbine umut serpti:
“KARA GÖRÜNDÜÜÜ!”
Kaptan Loirin’in haykırışı gemiyi doldurdu. Hepimiz bir anlığına durduk.
Olivera sevinçten dizlerinin üzerine çöktü, gözlerinden yaşlar süzülürken “Sonundaaa!” diye haykırdı. Wild da onunla birlikte ağladı; ama bu kez mutluluk gözyaşlarıydı. Yüzünde aylarca görmediğim bir umut ışığı vardı.
Ben ise hâlâ korsanın saçlarını sıkıca tutuyordum. Kalbim öfke ve sevinç arasında parçalanıyordu. Onu oracıkta öldürmek, parçalamak, boğmak istiyordum. Ama kara görünmüştü. Yeni bir başlangıç bizi bekliyordu.
Korsanın yüzüne eğildim.
“Söyle pislik! Hangi işkence türünü seçersin? Aslanlarıma yem olmak mı? Yoksa nişanlıma yaptığın gibi, güneşin altında susuz ve aç kavrulmak mı? Ah, dur… önce bülbül gibi öteceksin. Hem sen, hem de mürettebatın!”
Korsan bana öfkeyle baktı. Gururlu bakışlarını kaybetmemişti.
“Kimsiniz siz?” dedi, hâlâ dik durmaya çalışarak.
Dudaklarımın kenarı alaycı bir gülümsemeyle kıvrıldı.
“Ben, vardığımız karanın prensi Henry! Arkasında duran beyaz saçlı elf ise Milruna’nın kralı!”
Ve o an, kara gerçekten gözlerimizin önünde tüm ihtişamıyla yükseldi.
Saçlarını tuttuğum korsanı öfkeyle yere bıraktım. Parmaklarım hâlâ onun kirli saçlarının kokusunu hissediyor, avuçlarım titriyordu. Kalbim göğsümü çatlatacakmış gibi atıyordu. Onu parçalamak istiyordum ama nefesimi derin çektim. Hayır Henry, intikamı sen değil, adalet verecek.
“Onunla sen ilgilen Ozarius,” dedim çatallanan sesimle. Arkadaşım bir an bile tereddüt etmeden öne çıktı, bileklerine zincir geçirdi. Korsan artık onun ellerindeydi.
Hemen içeri geçtim. Kleora’yı yalnız bırakamazdım; kanlı gömleğim hâlâ üstünde duruyordu, ama onu dikkatlice kucağıma aldım. Kollarımın arasında hafifçe titreyen bedenini hissettim. Alnına, sessiz bir şefkatle öpücük kondurdum. “Ateşler içinde yandın, Si Lefur… Saraya varır varmaz hekimler sana bakacak, söz veriyorum.” Kalbim her atışında hem öfke hem de endişe taşıyordu; korsanların yaptığı zulmü düşündükçe ciğerlerim sıkışıyordu.
Kleora hâlâ uykudaydı; gözleri kapalı, yüzü soluktu. Ona baktım ve içim bir nebze olsun rahatladı. Güverteye çıktığımda, rüzgar hafifçe saçlarını okşadı. “Bak güzelim,” dedim fısıldayarak, kucağımda hâlâ titreyen onu hissettiğimde, “burası bizim topraklarımız. Artık güvendesin.” Her adımda kararlılığım arttı; onun güvenliği her şeyden önce geliyordu, dünya üzerindeki tüm korkularımı bir kenara bırakmıştım.
Wild yanıma geldiğinde omzuma dokundu. Yorgun ama gururlu bakışları gözlerime kazındı. Karaya yaklaşan geminin güvertesinden ufku işaret etti. Ben de onunla birlikte elimle karayı gösterdim.
“Bak Henry,” dedi. Sesinde bir yılın özlemi vardı.
“Evet ağabey… Evimiz.”
Karayı gördüğümde boğazım düğümlendi. Tuz kokusu, rüzgârın uğultusu, geminin tahtalarının iniltisi bile bana çocukluğumun şarkısı gibi geldi. Geminin içinden ve güverteden bir uğultu yükseldi. Mürettebat, askerler, kölelikten kurtulanlar… herkes gözlerini aynı yere dikmişti. Kıyıda toplanan askerlerimiz çoktan bizi bekliyordu. Zırhların parıltısı güneşle yarışıyor, kılıçların yansıması gözlerimi kamaştırıyordu.
Geminin yanaşmasıyla birlikte çığlıklar, kahkahalar, sevinç nidaları patladı. Askerler karaya atladı, bazıları diz çökerek selam verdi. Biz indikçe kalabalık dalga gibi üzerimize aktı.
“Prensimiz geri döndü!” diye bağırıyordu bir kadın.
“Yaşasın Kralımız!” diye ekledi başka biri.
Çocukların kahkahaları, bebeklerin ağlamaları birbirine karışıyordu. Kadınlar ellerinde papatya, gül ve zambak demetleriyle üzerimize çiçekler atıyorlardı. Omzumdan kayan bir kırmızı gülün yaprakları avucuma düştü. O an gözlerim doldu. Bir yıl… tam bir yıl boyunca bu anı hayal ettim.
Halk etrafımızı çevirdiğinde Wild yüksek sesle buyurdu:
“Korsanları yakalayın! Hepsi Milruna adaletinin önünde diz çökecek!”
Askerler kılıçlarını kaldırıp tek bir ağızdan cevap verdi:
“Emredersiniz Kralım!”
Korsanlar sürüklenerek götürülürken ben kalabalığa bakıyordum. Her yüz umutla parlıyordu. Bizi gören yaşlı bir adam bastonunu havaya kaldırdı, gözyaşları çenesine doğru süzülüyordu.
Tam o anda süvari askerleri yanımıza ağır bir araba getirdi. Beyaz atların çektiği, üzerinde kraliyet arması bulunan bu araba sanki parlıyordu. Wild koluma dokundu, “Kraliçemiz seni bekliyor Henry” dedi.
Kraliçe Elara… Gözlerimi yumdum. Onun sıcak gülüşünü, saçlarını tararken söylediği eski ninnileri hatırladım. Bir yıl… bir yıldır oğullarını bekliyordu.
“Kraliçem…” dedim içimden, boğazımda düğümlenen özlemle. “Artık evine dönen iki oğlun ve bir müstakbel gelinin var.”
Arabanın kapısı açıldı. Çiçekler hâlâ havada uçuşurken, kahkahalar göğe yükselirken, ben adımlarımı ağır ağır attım. Kalabalığın uğultusu uzaklaştı; tek duyduğum kalbimin sesi ve içimde yankılanan cümleydi:
“Milruna’nın prensi Henry, evine döndü.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.24k Okunma |
587 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |