
Kleora'nın Anlatımıyla
Gözlerimi açtığımda etraf bulanıktı. Görüntüler bir sisin ardından yavaşça seçiliyordu. Vücudumdaki her kas, sanki saatlerce süren bir savaşta tahta sopalarla dövülmüşüm gibi şiddetle sızlıyordu. Parmaklarımı kıpırdatabildiğimde, bu küçük hareket bile bana yeniden hayatta olduğumu hatırlattı.
"Ahh... kafam çatlıyor," diye inledim. Görüşüm hâlâ bulanıktı. Gözlerim mi kör olmaya başlamıştı, yoksa sadece bedenim yorgunluğun pençesinde miydi?
"Uyanmışsın."
Sesini duyduğumda bilincim allak bullaktı. O yöne döndüğümde, bulanık bir siluet belirdi. Bir adam... ama kimdi?
"Henry? Sen misin?"
Elini göğsüme koydu; dokunuşu nazik ama kararlıydı. Yavaşça beni yeniden yatağa yatırdı. Gözlerimi sımsıkı kapatıp açtım, başımı hafifçe salladım. Kafamın içi zonkluyordu, sanki kırık camlar beynimin içinde yankılanıyordu.
"Neredeyim ben?" diye sordum kısık bir sesle.
Arka planda başka bir ses duyuldu:
"Hekim Shadowen hâlâ tam olarak kendine gelemedi." Diğer bir ses.
"Bir süre yataktan kalkmasın. Sağlığı hızla düzelecektir, Majesteleri. Endişelenmeyin."
Başımı yeniden yastığa gömdüm. Tavanı izlerken, yavaş yavaş baş dönmem geçti. Görüşüm netleşmeye başladığında çevremdeki ihtişamı fark ettim. Altın varaklarla çevrelenmiş bir tavan, fresklerde gökyüzünde süzülen melekler ve savaşçı tanrılar... Işık, pencerelerden süzülürken her bir detay parlıyor, taş ve ahşap kirişlerdeki oymalar gölgelerle dans ediyordu.
Başımı çevirdiğimde Henry'yi gördüm. Beyaz battaniyeme yüzünü gömmüş, sessizce duruyordu. Elimi tutuyordu. Kısa, siyaha çalan saçları alnına düşmüş, yüzünü gizlemişti. Sol elimi kaldırıp o saçlara hafifçe dokundum; ipek gibi yumuşacıktı. Başını kaldırdığında koyu yeşil gözleriyle beni süzdü.
"Kendine geldin mi? İyi misin? Ağrın var mı? Ağrın varsa söyle," dedi endişeyle.
Zayıf bir tebessümle, "İyiyim," dedim.
"Doğruyu söylüyorsun, değil mi? Emin misin? Bekle, hekimi tekrar çağırayım."
Ayağa kalkmaya çalıştığında elini bırakmadım. Parmaklarını sıktım, gözlerimle onu durdurdum. Hafifçe güldüm; o anki endişesi yerini sıcak bir rahatlamaya bıraktı.
"Gerçekten iyiyim," dedim kararlılıkla.
Elini bıraktım, sırtımı dikleştirdim. Henry hemen başımın arkasındaki yastığı kaldırıp destek yaptı. Başımı yasladığımda, yastığın yumuşaklığına şaşırdım; sanki bulutların üstündeydim.
Etrafı inceledim: geniş, yüksek tavanlı bir oda... Üzerinde uyuduğum yatak öyle büyük ve süslüydü ki, kendimi küçücük hissettim. Karşımda küçük, beyaz bir kitaplık; yanında altın işlemeli, lüks kumaşlarla kaplı bir koltuk... Sağda, kenarları altın sarısıyla süslenmiş zarif bir şömine vardı. Duvarlar sade bir beyazla kaplıydı ama bazı bölümlerde Methian ailesinin portreleri asılıydı.
Yatağın sol tarafında balkona açılan büyük bir cam pencere vardı. Pencerelerin önüne beyaz kadife perdeler asılmış, ışık onlardan süzülerek odayı ilahi bir parıltıya boğuyordu.
O anda anladım.
Methian Kraliyet Sarayı'ndaydım.
"Henry... b-ben neredeyim?" diye fısıldadım, gözlerim hâlâ o büyüleyici tavanda geziniyordu.
Henry hiçbir şey söylemeden elini uzattı ve işaret parmağıyla hafifçe burnuma dokundu.
"Burası Methian Sarayı... Benim odamdayız. Milruna'ya vardık," dedi Henry, tebessüm ederek elimi tuttu. Ardından elimi avuçlarının arasına aldı ve sıcak, uzun bir öpücük kondurdu.
"Gerçekten mi? Peki ya korsanlar?" dedim telaşla. Gözlerim üzerime kaydı. Üzerimdeki kıyafet değişmişti. Korsanın verdiği o kaba pijama gitmiş, yerini bileklerime kadar inen, dökümlü ipekten yapılmış, soluk lavanta renginde zarif bir giysi almıştı. Kumaş öylesine hafifti ki, sanki tenimin üzerinde rüzgârın kendisi dolaşıyordu.
Henry saçlarımı okşamaya başladı; sesi yumuşaktı ama gözlerinin derininde hâlâ bir fırtına vardı.
"Onlar şimdi zindandalar. Askerlere yaptıkları tüm suçları birer birer anlatıyorlar. Üzerini kraliçenin hizmetçisi değiştirdi. Özür dilerim, sana daha erken ulaşmalıydım."
Bir an sessizlik çöktü. Zihnimde o iğrenç kaptanın yüzü belirdi.
O pislik beni yatağına almaya kalkışmıştı. Zorla bana dokunmaya yeltenmişti.
Ta ki onu hançerleyene kadar.
Kanayan göğsünü tutarak çığlıklar içinde güverteye koştuğunda gözlerimde tek bir korku bile yoktu. Ardından, beni cezalandırmak için işkence etmeye kalkışmıştı. Ne kadar da korkaktı...
Böyle şeyler beni sarsmazdı. Bir komutan olarak orduda bana yaklaşmaya cüret eden nice adam olmuştu - ama hepsine de cevabımı açıkça verirdim. Bazıları bu cevabın fiziksel anlamını da çok acı bir şekilde öğrenmişti.
"Annen beni o pijamayla gördü mü?" dedim, sonra hızla kekeliyerek ekledim: "Peki ya yaran? O nasıl oldu? Yaralıyken nasıl benim başucumda böyle bekleyebilirsin?"
O ise sandalyeye bile oturmamıştı. Dizlerinin üzerinde, soğuk taş zeminde duruyor, yüzünü battaniyeye gömmüş hâlde bana bakıyordu.
"Ben iyiyim, güzelim," dedi hafif bir tebessümle. "Annem seni o hâlinle görmedi. Gömleğimle seni bir tırtıl gibi sardım. Kimsenin o şekilde görmesine izin veremezdim. Zaten saraya gelir gelmez hekimle birlikte buraya çıktık."
"Hekim sana da baktı mı?" diye sordum endişeyle.
"Evet," dedi kısaca. "Endişelenme."
"Ah, şükürler olsun," dedim, elimi yanağına koyarak.
Ayağa kalkmaya çalıştığında yarasının acısı dudaklarından bir iniltiyle taştı. Gözlerini kapattı, dişlerini sıktı ve kanla lekelenmiş sargılı bacağını tutarak nefes aldı.
"Seni yarın Kraliçeyle tanıştıracağım," dedi sonra. "Bugün sadece dinlen."
O anda, sanki söylediği her kelimeyle bedenimdeki ağrılar yeniden canlanmıştı. Kaslarım gerildi, başım zonkladı. Gözlerim yarı açık hâlde Henry'e baktım. Üzerinde kurumuş kan, ter ve yolun kiri vardı.
"Geldiğimizden beri hiç dinlenmedin mi? Hekime görünmedin mi?"
"Önceliğim sensin, güzelim. Uyanmanı görmek istedim," dedi, sesi yumuşacık ama bir o kadar da yorgundu.
"Ben iyiyim... Lütfen artık kendine de önem ver," dedim kısık bir sesle. Gözlerim açık kalmakta zorlanıyordu. Elimle yanağını okşadım. O, hâlâ bana o endişeli gözlerle bakıyordu.
"Önce hekime git sevgilim," dedim, "sonra sıcak bir duş al... ve temiz kıyafetler giy."
Yaklaştı. Avuçlarının sıcaklığı elimi sardı.
Alnımdan nazikçe öptü. İstemsizce gözlerimi kapattım.
"Sen bugün dinlen, güzelim," dedi fısıltıyla. "Hiçbir şeyi düşünme. Her şey hallolacak."
Parmak uçları ellerimi sıvazlarken sesi yankılandı kulaklarımda - güven veren, ama içinde bir savaşın izlerini saklayan o ses...
Ardından ayağa kalktı ve gardırobuna yöneldi. Birkaç kıyafet seçip sol koluna astı.
"Üstünü burada değiştirmeyi düşünmüyorsundur herhalde," dedim, kaşımı hafifçe kaldırarak.
Sözlerimi duyduğunda omzunun üzerinden bana baktı. Dudaklarının kenarı sinsice kıvrıldı.
"Yoksa üstümü burada mı değiştirmemi isterdin, güzelim?"
O alaycı tonu duyduğumda yüzüm bir anda alev gibi kızardı. Yanaklarımda sıcaklık dalgaları dolaşırken boğazımda kelimeler düğümlendi.
"Hayır! Annen bizi yanlış anlayacak," dedim, utançla ama gözlerimi kaçırmadan. Utandığımı belli etmemek için yüzüme ifadesiz bir maske takmıştım.
Henry, yavaş adımlarla bana doğru ilerledi. O sinsice gülümsemesini bastırmaya çalışıyordu ama gözlerinin derinliklerinde kıvılcımlar hâlâ parlıyordu. Yatağın üzerine çıktığında tahta kirişlerden kısık bir gıcırtı yükseldi. Ben, battaniyenin uçlarını avuçlarımın içinde sıkarak donakaldım.
Adımlarının sesi kalbimin ritmine karışmıştı. Usulca eğildi. Artık yüzü, yüzüme neredeyse değecek kadar yakındı. Teninden yayılan sıcaklığı hissedebiliyordum. Bakışları, dudaklarıma doğru kaydı; gözlerindeki parıltı içimi delip geçti. Kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki, sanki bütün saray duyacak gibiydi.
Acaba o da duyuyor muydu?
Burnunu boynumun çukuruna yerleştirip saçlarımı kokladı. Derin bir nefes aldı; sanki o anın kokusunu ezberine kazımak istiyordu. Ardından saçlarımdan bir tutamı parmaklarının arasına aldı; zarifçe okşadı, sonra dudaklarını dudaklarıma bastırdı.
Kalbim göğsümden kopup avuçlarımın içine düşecek gibiydi.
Gözlerim kendiliğinden kapandı. Dudakları sıcaktı - ateşin ta kendisi. Elleri yüzümü kavradı, parmak uçları soğuktu; o zıtlık içimde tarifsiz bir ürpertiye dönüştü.
Zaman durdu. Mekânın, bedenimin, nefesimin farkında değildim. Sanki yalnızca o an vardı; bir anlığına dünyadaki bütün savaşlar, krallıklar ve yükümlülükler sessizliğe gömülmüştü.
Henry yavaşça geri çekildiğinde nefesinin sıcaklığı hâlâ yüzümü yakıyordu. Göz kapaklarım aralandı; o an, bakışlarının derinliğinde sanki ruhumun en gizli köşeleri açığa çıkmış gibiydi.
"Endişelenme, güzelim," dedi, sesi hem şefkatli hem de buyurgan bir tondaydı. "Giyinmek için başka bir oda var. Ama... evlendiğimizde artık aramızda hiçbir sınır olmayacağını bil istedim."
Sözleri yumuşak olsa da, gözlerindeki gizemli ışıltı hâlâ aynıydı. O bakışlar, sanki içimdeki her sırrı birer birer çözüyordu.
Nefesim düzensizleşti, bakışlarımı battaniyeye indirdim.
"Hadi, git de üstünü değiştir," dedim alçak bir sesle.
Gitmeden önce elimi ellerinin arasına aldı, parmaklarını dokundurup tekrar öptü.
"Yarın senin için hizmetçileri ve terzileri göndereceğim," dedi.
Yüzüme sahte bir tebessüm yerleştirdim. "Tamam," dedim kısa bir solukla.
Elimi göğsüne bastırdı. "Geri döneceğim, Leydim," dedi, dudaklarının kenarında zarif bir gülümsemeyle.
İstemsizce ben de gülümsedim.
"Dönsen iyi olur," dedim, saçlarını parmak uçlarımla karıştırarak.
O an aramızda, kelimelere sığmayan bir yankı dolandı; bu sevgiydi, bu huzurdu.
Henry gider gitmez kendimi yeniden yatağa bıraktım. Ah Tanrım... Bu kadar yumuşak bir yatak olamazdı. "Ne kadar güzel," diye mırıldandım, kollarımı iki yana açarak. Saçlarım yüzüme döküldü ama umursamadım. Kıkırdayarak bir sağa bir sola döndüm. Oda, ferah bir nane ve taze elma kokusuyla doluydu. Derin bir nefes alıp o kokuyu içime çektim. En son ne zaman böyle bir rahatlıkta uyumuştum, hatırlamıyordum bile.
Bakışlarım uzun bir süre balkondaki rüzgâra direnen o narin bitkiye takılı kaldı. Sonra kalkıp balkon kapısını araladım; serin hava içeri doldu. Yeniden yatağa döndüm, başımı yastığa yaslayarak izlemeye başladım. Rüzgârın uğultusu kulağıma bir ninni gibi geliyordu. Penceredeki ince tül perdeler, dalga dalga savruluyor; o zarif hareketleriyle sanki bana öyküler fısıldıyordu. Göz kapaklarım ağırlaştı. Elimi pencereye doğru uzattım.
"Burası sevgilimin odası..." dedim, hırıltılı bir sesle. "Biraz daha saçlarımı okşa rüzgâr... bana onu hatırlatıyorsun."
Sözlerimle birlikte tüm kaslarım gevşedi. Gözlerim kapandı. Dünya, benim uykuma dalışımla birlikte sessizliğe gömüldü.
Kapıdan gelen tok bir sesle gözlerimi araladım. Başımı çevirdim, balkona baktım. Güneş çoktan batmış, oda loş bir akşam ışığına bürünmüştü.
"Ahh, bütün gün mü uyumuşum? Ama neden hâlâ bu kadar yorgunum?" diye homurdandım.
Kapı vurmaları devam etti. TAK! TAK!
"Leydim, müsait misiniz? Elbiseler getirdik."
Ellerimi zonklayan başıma götürdüm, saçlarımı dağıttım. Kendimi toparlayamıyor gibiydim, sanki uykunun ağırlığı hâlâ üzerimdeydi. "Keşke biraz daha uyuyabilsem..." diye mırıldandım.
TAK! TAK!
"Leydim, iyi misiniz? İçeride misiniz?"
Bunlar hizmetçiler olmalıydı.
Bir an dağılmış hafızamın arasından hatırladım - ben Milruna'daydım!
Bu ülke, benim gibilerden nefret ederdi!
O an yataktan sıçradım. Yalın ayaklarım halının yumuşak dokusuna gömüldü. Üzerimi düzelttim, ama ani kalkış başımı döndürdü. Elleriyle saçlarını düzelten bir deli gibi aynadaki yansımama baktım.
Ahh, berbat durumdayım. Svelyn'deki dilenciler bile benden daha iyi görünüyordur şu hâlde. Ne diyeceğim şimdi? "Girin" mi desem? Yoksa... "Gelin"?
"Gelin!" dedim.
Ahh, Kleora... 'Girin' diyecektin!
Yine de yüzüme sönük bir tebessüm takındım. Dimdik durdum. Ellerim yanda, bacaklar bitişik, omuzlar açık... Tam bir asker gibi.
Ama hemen fark ettim - bir leydi böyle durmazdı.
Hizmetçiler içeri girdiğinde, ellerinde rengârenk, işlemeli elbiseler vardı. Duruşumu görünce şaşırdılar.
"Leydim, bir şey mi oldu?"
Bakışlarım sağa sola kaydı, ne diyeceğimi bilemedim.
"Yok, bir şey... sadece... s-sırtım hâlâ ağrıyor," dedim kekeleye kekeleye.
"Ahh leydim, hemen hekime haber verelim. Size bir merhem hazırlasın."
Ellerimle 'hayır' işareti yaptım.
"Yok, hayır... gerek yok. İyiyim. Sırtımı dik tutmak iyi geldi."
- Daha iyi bir yalan bulamadım. Zaten ben ne zaman iyi yalan söylerdim ki.
İçlerinden biri, diğerlerinden daha süslü giyinmişti; yeşil ipek elbisesinin kolları bileklerine kadar iniyor, tül işlemelerle süslenmişti. Elinde elbise taşımıyordu; belli ki o terziydi, diğerleri de yardımcılarıydı.
"Leydim," dedi saygıyla eğilerek, "bu elbiseler sizin için dikildi. En değerli kumaşlardan çalıştık. Farklı modeller denedik ama zevkinizi bilemediğimiz için hepsini hazırladık."
"Bütün bunları bir gün içinde mi yaptınız?" diye sordum şaşkınlıkla.
"Evet leydim. Dün geldiğinizden beri baygındınız. Bizim için bir gün yeterli oldu."
"Bir... gündür mü uyuyorum?"
"Evet leydim. Prens birkaç kez sizi yoklamak için geldi, yanında hekim de vardı. Uyuduğunuz için fark etmediniz."
Bir an dona kaldım. Bir gündür uyuyordum... ve onlar o süre içinde bütün bu elbiseleri dikmişlerdi.
Svelyn'de bir elbise diktirmek için aylarca beklenirdi.
Bir gündür uyuyorum ha...
Ne olmuştu bana?
Elf kadın hizmetçiler elbiseleri tek tek yatağın üzerine yerleştirirken sessizliği yalnızca kumaşların hışırtısı bozuyordu.
Kendime hatırlattım: Milruna'dayım... Bunu unutmamam gerekiyor.
Bu elfler, insanlardan pek hoşlanmazlar. Ben ise bir insanım. Henry'nin özel emri olmasaydı, eminim beni öldürmek için bir bahane bulurlardı.
Gerçi bu sadece bir tahmin... Belki de sandığım kadar kin tutan bir ırk değillerdir. Belki de ben fazla kuruntu yapıyorumdur.
Ben Svelyn vatandaşıyım. Bizim ülkemiz, krallıklar içinde en küçüğüydü - üstelik elf imparatorluklarının bile varlığından haberdar olmadığı kadar gizliydi. Svelyn yalnızca insan krallığıyla müttefikti. Kralı yoktu; ülkeyi yöneten tek kişi, Lord Zarivora'ydı.
Zarivora, hükmünü sürmeye başlamadan önce elfler ve insanlar aynı topraklarda birlikte yaşardı. Milruna'nın o kanlı düşmanlık günleri henüz yaşanmamıştı. Hepimiz aynı dili konuşurduk: Sapirun. Milruna'da hâlâ konuşulan o en kadim dil...
Svelyn, başlarda özgür bir ülkeydi. Ta ki Zarivora zorla tahtı ele geçirene kadar. O günden sonra ülkeye adını bizzat kendisi verdi: "Svelyn." Herkesi onu "lordları" olarak tanımaya mecbur etti. Biz ona "kral" desek de aslında bu unvan sadece sembolikti; çünkü ülkemiz küçüktü, yönetim biçimi ise despotikti.
Yine de Zarivora zamanla insanlarla müttefik olmayı ve barışı sağlamayı başardı - elbette bu başarı tamamen karısının, cadı Ehliya'nın gücü sayesinde olmuştu.
Leydi Ehliya ona yalnızca zenginlik değil, doğaüstü kudret de bahşetmişti. Bu ise cadılık yasalarına aykırıydı; çünkü cadılar, birbirlerini kardeş gibi tanır ve güçlerini kişisel çıkar için kullanmazlardı.
Sapirun, söylediğim gibi en eski dildir. O kara günden sonra insanlar Milruna'dan ve diğer elf krallıklarından ayrılarak kendi dillerini ve ülkelerini yarattılar. Elflerle bir anlaşmaya vardılar:
İnsanların yaşayabileceği toprakları onlara temin edeceklerdi.
Böylece İhsen dünyası ikiye bölündü - insanlar ve elfler olarak.
Lord Zarivora, ülkesinin gizliliğini koruyabilmek için insanlarla ittifak kurdu.
Ama zaman geçtikçe, insanlar Zarivora ve Ehliya yüzünden elflerden nefret etmeye başladı.
İhanet, kin ve intikam... iki ırk arasında yavaşça kök saldı.
Birlikte yaşamanın yerini nefret aldı, dostlukların yerini düşmanlık.
Elbiseleri izlerken düşünceler arasında boğulduğumu ancak terzinin sesiyle fark ettim.
"Leydim, hangisini beğendiniz?"
Yatağın üzerinde dizili beş elbisenin arasından, rengiyle kalbime en çok dokunanı seçtim.
Hizmetçiler ağır adımlarla odanın yan duvarına gizlenmiş bir kapıya yöneldi.
Başları eğikti, içeri girmemi beklediler.
"Ne? Oraya mı girmem gerekiyor?" dedim şaşkınlıkla.
"Evet, Leydim. Uzun bir uykudan uyandınız. Sıcak bir banyo size iyi gelecektir."
Yavaşça içeri adım attım. Küçük ama büyüleyici bir odaydı. Ortasında su yeşili porselenle kaplanmış bir küvet vardı.
Etrafına dizilmiş mumlar titrek bir ışık saçıyor, hava gül yapraklarının ve lavantanın kokusuyla doluydu.
Yan tarafta sabun şişeleri, beyaz havlular ve kristal sürahiler sıralanmıştı.
Küvetin çevresini ince beyaz tüller sarmış, adeta bir rüya köşesine dönüştürmüştü.
Uzun sarı saçlı genç bir hizmetçi, saygılı bir tavırla yaklaştı.
"Lütfen, üstünüzü çıkarmamıza izin verin, Leydim."
Şaşkınlıkla gözlerimi açtım.
"Ne yani? Burada mı çıkaracağım? Hem de sizin önünüzde mi? Siz mi yapacaksınız?"
"Evet Leydim, ama çekiniyorsanız bakmadan yardım edebiliriz."
"Hayır! Kendim yaparım."
Ah Tanrım... Ne kadar utanç verici bir durum! Mahremiyet diye bir şey yok mu bu ülkede?
Pijamamın kollarını omuzumdan sıyırırken bir gözüm onlardaydı - bakıyorlar mı diye kontrol ediyordum.
Tanrım, bu tam bir işkence!
Kıyafetlerimi çıkarıp çıplak hâlde küvetin içine girdim. Su göğsüme kadar doluydu; sıcak, huzurlu ve tertemizdi.
Yanımdaki sabunluklarda farklı kokular: gül suyu, lavanta, bal ve ezilmiş yasemin otları...
Gül suyunu avuçlarıma alıp cildime sürdüm. Tenimle karışan o koku beni büyüledi. Ardından baldan biraz alıp vücuduma yaydım; cildim ipek gibi pürüzsüzleşti.
Sonra lavanta özünü saçlarıma sürdüm; kokusu başımı döndürüyordu.
İlk kez bu kadar güzel kokuyordum.
O kadar huzurluydum ki, küvetten hiç çıkmak istemiyordum.
Kollarımı suyun dışına çıkarıp, gözlerimi kapadım.
Ne savaş, ne ölüm, ne geçmiş... hiçbirini düşünmek istemiyordum.
İlk kez her şeyi bir kenara bırakmıştım.
İlk kez bedenim bu kadar hafiflemişti.
"Ahh, harika..." dedim, sabun kokularını bir kez daha içime çekerek.
Küvetin yanında, arkasını dönmüş hâlde bekleyen hizmetçilere baktım.
Gözlerimi devirdim.
"Çok güzel ama... mahremiyet yoksa bunun ne anlamı var?" diye mırıldandım, ellerim hâlâ suyun içinde gezinirken.
Sonunda bir havlu alıp küvetten çıktım. Hizmetçiler hemen az önce seçtiğim elbiseyi getirdiler.
"İzin verin, sizi giydirelim Leydim."
"Buna izin veremem. Kendim giyineceğim, arkanızı dönün," diye sert bir tonla cevap verdim.
Yeter artık! Biraz mahremiyet istiyorum!
"Dışarı çıkın lütfen. Üstümü giyip sizi çağıracağım."
Hepsi saygıyla başlarını eğip, "Siz nasıl isterseniz Leydim," dediler ve sırayla açılan kapıdan çıktılar.
"Kesin kapının önünde bekliyorlardır. Tanrım, ne kadar sinir bozucu!" diye homurdandım.
Elbiseyi giyinip, ben yıkanırken odaya getirilen büyük aynanın önüne geçtim. Kendime baktığımda nefesim kesildi.
Elbise solgun lavanta tonlarındaydı; öyle yumuşak bir mor ki, sanki sabah sisi içinde eriyip gidiyordu. İnce ipek ve tül kumaşlardan dikilmişti. Kolları uzun, uçları boldu; bileklerinde zarif dantel kenarlıkları vardı. Yuvarlak yakasında yalnızca küçük bir lavanta kurdelesi süsleniyordu. Bel kısmında ip gibi ince bir saten kuşak dolanıyordu.
Ve en önemlisi... Elbiseye ne sürdüler bilmiyorum ama çam ağacıyla kozalak kokuyordu. Bu koku onların ellerinden mi sinmişti, yoksa bilerek mi sürmüşlerdi?
Aynadaki yansımama baktığımda güzelliğime inanamadım. Hiç elbise giymemiştim, hiçbir zaman cildim bu kadar ışıldamamıştı.
"Ne kadar güzelim..." dedim, elbisemin uçlarını hafifçe kaldırırken.
Kapı çaldı.
"Hazır mısınız Leydim? Girebilir miyiz?"
"Girin," dedim, hâlâ aynadaki halime büyülenmiş halde bakarken.
"Lütfen aynanın karşısına oturun. Saçlarınızı düzelteceğiz."
"Saçlarıma dokunmayın lütfen."
"Ama Leydim, saçlarınızın taranması gerek."
"Hayır dedim! Saçlarıma kimse dokunamaz!"
"Lütfen Leydim, taranması ve düzeltilmesi gerekiyor. Kraliçenin huzuruna böyle çıkamazsınız."
"Ne zaman, nerede, ne yapacağımı ben bilirim! Size sormayacağım!"
Öfkem kalbimdeki acıdan doğuyordu.
Saçlarıma kimse dokunamazdı. Babam saçlarımı ördüğü gün ölmüştü.
O günden sonra, yalnızca ben örerdim onları. Kimsenin elini değdirmedim bir daha.
Eğer izin verirsem, anılarıma ihanet etmiş olurum. Babamın dokunuşlarını, o sıcak elleri... sonsuza dek unuturum.
Bir hizmetçi bana izinsiz yaklaştığında hızla geri çekildim.
"Leydim, lütfen zorluk çıkarmayın."
"BANA DOKUNMA DEDİM!" diye bağırdım. Sesim çatladı, yüreğim titredi.
Üzüntüyle karışık öfkem taşmıştı.
"Leydim, Kraliçe Elara sizi bekliyor. Lütfen bağırmayın, sizi duyacak."
"Duyarsa duysun! Kimsenin saçlarıma dokunmasına izin vermeyeceğim!"
Çığlıklarım odada yankılanırken kapı tekrar çaldı.
"Bu kapı susmayacak mı?! Mahremiyet diye bir şey bu sarayda yok mu?!"
Sesim öfkeyle titredi, nefesim kesik kesikti. Hizmetçinin izinsizce saçlarıma uzanışı içimdeki fırtınayı alevlendirmişti.
Başta yalnızca 'hayır' demiştim. Ama kalbim kanıyordu, her şey gittikçe kontrolden çıkıyordu.
Tam o sırada, sesimi duyan Henry kapıdan içeri girdi.
Yüzündeki endişe ifadesi bir an bile tereddüt etmeden bana yöneldi. Odadaki kargaşayı görünce gözleri sertleşti, adımları hızlandı.
"Güzelim, ne oldu? Neden bu kadar öfkelendin?"
Yanıma geldi, kollarını bana doladı.
Onun kollarında kaldığımda bütün öfkemin ardındaki acı açığa çıktı. Zırhım çatladı. Sesim titrek ve kırık bir tınıyla döküldü dudaklarımdan:
"Saçlarıma... ısrarla dokunmak istediler," dedim, ellerim titrerken. Gözlerim büyümüş, ıslak saç uçlarımı avuçlarımın içinde tutuyordum.
Henry öfkeyle hizmetçilere döndü.
"Sadece bir saatliğine size emanet ettim onu. Bu mu sadakatiniz? Onun Methian Krallığı'nın müstakbel gelini olduğunu nasıl unutursunuz?"
Sesi buz gibiydi, ama içinde kaynayan bir öfke vardı. Kaşları çatılmış, çenesi kasılmıştı.
"Çıkın dışarı," dedi, sesi emir gibi yankılandı.
Hizmetçiler hızlı ama saygılı adımlarla kapıya yöneldiler.
Henry bana döndü, yüzünü yüzüme bastırdı.
"Geçti, güzelim. Ben buradayım. Yanındayım. Kimse saçlarına dokunmuyor. Onlar her haliyle güzel... tıpkı senin gibi."
Evet, bir komutandım... ama travmalarla yoğrulmuş bir komutandım.
Ve en zayıf yönüm, işte buydu: geçmişimin izleri.
Bu yüzden asla kendim hakkında fazla konuşmazdım.
Salim, Ozarius, Olivera ve Henry dışında-kimse bilmezdi beni.
Nefes alış verişlerim kontrolsüz bir hâl aldı; göğsüm daralıyor, gözlerimden sessiz yaşlar dökülüyordu. Henry, kollarının arasına alıp beni nazikçe yatağa oturttu. Cebinden beyaz, saten bir mendil çıkarıp, dokunuşları kadar yumuşak bir hareketle gözyaşlarımı sildi. Başımı onun göğsüne yasladım. Kalbinin ritmini duymak beni sakinleştiriyordu; sanki içimdeki fırtına o kalp atışlarıyla dinmeye başlıyordu.
Bir süre sessiz kaldık. Zaman durmuş gibiydi. Odada yalnızca nefeslerimizin sesi yankılanıyordu. Gözyaşlarım tükendiğinde burnumu çekmeye başladım. Henry çoktan hizmetçileri dışarı çıkarmıştı; ikimiz, sessizliğin ortasında, birbirimizin varlığına tutunmuştuk.
Titremelerim azaldığında, derin bir nefes aldım.
"Babam..." dedim, sesi donmuş bir yankı gibi. "Okulumun ilk günü saçlarımı örmüştü. O gün kendimi dünyanın en mutlu kızı sanmıştım. Ama aynı gün köyümüzün yağmalandığını duydum ve okuldan koşarak döndüğümde... evimizin önünde onları gördüm. Yerdeydiler... cansızdılar."
Sözlerim dudaklarımdan dökülürken, sanki içimdeki buzlar çözülüyordu. Bilerek ya da bilmeden, kalbimin en gizli kapısını Henry'ye açmıştım. Artık ondan hiçbir şeyi saklamak istemiyordum.
Henry hiç konuşmadı. Sadece saçlarımı yavaşça okşadı; parmaklarının arasında geçen her tel, geçmişin acısını hafifletiyordu sanki.
Sonra ayağa kalktım, aynanın karşısındaki tarağı elime aldım.
"Saçlarımı sen tarar mısın?" diye sordum, gözlerim onun gözlerinde.
Sadece onun yanında zırhsızdım. Sadece onun yanında kalkansız...
Ve ilk kez, içimdeki fırtınaları paylaşmak istiyordum.
Henry gülümsedi; yüzündeki tebessüm, içimdeki karanlığa bir ışık gibi düştü. Tarağı elimden aldığında sessizce yatağa oturdum.
"Bu onuru bana bahşettiğin için teşekkür ederim, sevgilim," dedi alçak sesle.
Önce boynuma küçük bir öpücük kondurdu. Sonra saçlarımı koklayıp, dudaklarını nazikçe tellerin arasından gezdirdi.
"Acılarının üstesinden birlikte geleceğiz, güzelim," diye fısıldadı.
Tarağı eline alıp, yavaş ve dikkatli hareketlerle saçlarımı taramaya başladı. Tarak her geçtiğinde içimdeki düğümler çözülüyor gibiydi.
"Omuzların acıyor mu?" diye sordu bir süre sonra. "Güneş yanığı olmuştu."
Bir anda o iğrenç korsanı hatırladım; beni güneşin altında saatlerce bekleten o adamı.
"Hayır," dedim, hafif bir tebessümle. "Elbisenin kolları ince, canımı yakmıyor."
"Hekim senin için bir merhem hazırladı," dedi. "Akşam yatmadan önce omuzlarına sürmeni söyledi."
Parmaklarıyla saçlarımı nazikçe ayırıp örmeye başladı. Her dokunuşu, geçmişin kırık parçalarını yeniden birleştiriyor gibiydi. Aynanın karşısına geçtiğimde örgülerin ne kadar zarif olduğunu fark ettim.
Ön kısımdan iki ince örgü yanlara doğru uzanmış, arka kısımdaki kalın örgüyle birleşmişti.
"Bu konuda nasıl bu kadar iyisin?" diye sordum hayranlıkla.
"Ben küçükken hizmetçiler, annemin saçlarını yaparken hep izlerdim," dedi. Sesinde nostaljik bir yumuşaklık vardı.
Aynanın önünde duran süslü tokalardan birini aldı. Üzerinde mavi yusufçuk motifi işlenmişti. Onu dikkatle saçlarıma takarken bakışlarım istemsizce üzerinde gezindi.
Tam bir prens gibiydi...
Siyah, askeri bir üniforma giymişti; omuzlarında altın apoletler parlıyordu. Belinde ince, zarif bir altın kemer vardı. Saçlarının arasında, yaprak ve dal motifleriyle süslü bir taç ışıldıyordu. Cildi parlıyor, gözlerinin içi canlı bir ışıkla titreşiyordu.
Yanıma eğildiğinde boynundan menekşe çiçeklerinin kokusu geldi. Gözlerimi kapattım, o kokunun içinde kayboldum.
Kollarını üzerime doladığında, ilk kez içimdeki korkular tamamen sustu.
"Gidelim güzelim," dedi sonunda, elimi tutarak. "Bugün nihayet annemle tanışacaksın. Ayrıca müttefik ülkelere haber göndereceğiz. Duyar duymaz saraya geleceklerdir."
Odadan çıkmadan önce kolunu bana uzattı. Koluna girip ona eşlik ettim. Merdivenlerden yavaşça inerken gözlerim etrafı gezdi.
Ana salon, Henry'nin odasından bile daha görkemliydi.
Mermer zemin bembeyazdı; üzerinde altın işlemeli desenler ışıldıyordu. Devasa pencerelerin önünde tül perdeler, rüzgârın hafif dokunuşuyla dalgalanıyordu. Salonun sonunda büyük, oyma ahşap bir kapı ve üç görkemli taht vardı.
Kralın tahtı gümüşten yapılmış, etrafı mavi elmaslarla çevrelenmişti.
Bu kadar ihtişam, bu kadar parıltı...
Hepsi bana fazla geldi. Bu dünyaya ait değilmişim gibi hissettim.
Wild ağabeyim, kendi tahtında gururlu bir duruşla oturuyordu. Solundaki tahtta ise genç bir elf kadını vardı. Henry bana hiç kız kardeşlerinden bahsetmemişti; hep yalnızca annesinden söz ederdi. Bu yüzden kadını görünce içimde bir merak kıvılcımı yandı.
Salona indiğimizde, adımlarımız yankılandı. Kadın bizi fark eder etmez ayağa kalktı. Yüzündeki zarafet, Henry'nin ve Wild'ın güzelliğiyle aynı ışıltıyı taşıyordu.
"Hayatım, bu kim?" diye sordum fısıltıyla, önümdeki genç kadına nazikçe selam verirken.
Kadın beni yok sayarak bir adım öne çıktı ve Henry'ye sarıldı. Henry de kollarını onun etrafına doladı. Aralarındaki o sıkı, özlem dolu sarılış içimde garip bir sızı yarattı.
Uzun, altın gibi parlayan saçları sırtına dökülüyor, ela gözleri Henry'ninkilerle aynı tonda parlıyordu. Ama o sarılış... o kadar tutkuluydu ki, içimden "Eski sevgilisi mi?" diye geçirdim. Eğer öyleyse, bu prensin başına bela olacağım kesindi.
Peki ya anneleri neredeydi? Onunla tanışabilirsem, belki bu gizemli kadının kim olduğunu öğrenebilirdim.
Henry nihayet kadından ayrıldı, bana döndü ve nazik bir el hareketiyle tanıştırdı.
"Tanıştırayım sevgilim," dedi gülümseyerek. "Kraliçe Elara, annem."
Bir an beynim durdu.
"Ne? Annen mi?" dedim kendi kendime. Şaka yapıyor olmalıydı. O kadın, benden bile genç görünüyordu. Zarif bedeni, yirmili yaşlarının başındaki bir kızınki gibiydi. Nasıl olur da Henry'nin annesi olabilirdi?
Yine de saygıyla başımı eğdim.
"Memnun oldum, Kraliçem," dedim kibar bir tonla.
Elara, tek kelime etmeden yüzüme baktı. Gözleri buz gibiydi; bakışlarında hem tiksinti hem de öfke vardı.
"O insan mı?" diye sordu keskin bir sesle.
Henry kararlı bir şekilde cevap verdi:
"Evet. Bahsettiğim kişi, Svelyn topraklarında tanıştığım kadın."
Kraliçe dudaklarını büzdü. "Geldiğini duyan prensesler seninle evlenmek için sıraya dizilecekler. Sen ise bir elfi değil, bir insanı mı seçtin?"
Henry'nin kaşları çatıldı. "Ne demek istiyorsun anne?"
Kalbim sıkıştı. Kraliçenin beni kabul etmeyeceğini biliyordum ama bu kadar sert sözler beklemiyordum. Yine de, içimdeki gururu bastırmaya çalıştım.
Wild ayağa kalktı, sesinde hafif bir öfke vardı.
"Bir sorun mu var, Kraliçem?"
Elara bakışlarını Henry'den ayırmadan konuştu:
"Elbette var. Bir insanla bir elfin aşkı lanettir. İnsanlar ölümlüdür, hayatları kısadır. Biz elfler ise aşk acısıyla ölebiliriz. Oğlumun bir insana bağlanıp kalbini kendi elleriyle hasta etmesini asla kabul edemem. İnsanlardan nefret etmem, ancak oğlumun bu delice kararını destekleyemem."
Wild başını kaldırdı.
"Kraliçem, müstakbel gelininizin önünde bunları söylemeniz doğru değil. Aşık olduğu kadını biz seçemeyiz."
Henry önüme geçti, sesi birden yükseldi.
"Eğer Kraliçem böyle düşünüyorsa, düşünsün! Ama bu düşüncelerin sonucu, oğlunu kaybetmek olabilir. Kimsenin prensesime saygısızlık etmesine izin vermem. Annemden tek istediğim şey, nişanlıma saygı duymasıydı."
Vücudu titriyordu ama hâlâ dimdik duruyordu; sanki annesinden hâlâ bir onay bekliyordu.
Elara yaklaşarak oğlunun yüzünü avuçlarının arasına aldı, gözleri kederle dolmuştu.
"Lütfen, Henry. Bu kararından vazgeç. O bir insan... seni öldürecek."
Sonra gözleri bana çevrildi; sesi yumuşadı ama kelimeleri bıçak gibiydi.
"Sen... ondan ayrıl. Çok geç olmadan. En fazla elli, altmış yıl yaşarsın. Ama oğlum ya ölecek yada yüzyıllarca acı çekecek. Onun kaderini karartma."
Nefesim kesildi. Boğazımda düğüm oluştu. Kalbim paramparça olmuş gibiydi.
Kraliçenin beni kabul etmesini, beni kızı gibi görmesini istiyordum. Ama sözleri... sözleri gerçekti. Henry gerçekten bana âşıksa, ben öldüğümde o da ölecekti.
Gözlerim doldu, ama gururla başımı dik tuttum.
Elara devam etti:
"Yaşlanacaksın, hastalanacaksın, öleceksin. Oysa oğlumun zamanı akmayacak. Üstelik rahmin bir elf bebeğini kaldıramaz."
Bir anda içim boşaldı.
Cadı değildim, ölümsüz de değildim.
Haklıydı. Sadece sıradan bir insandım.
"B... ben üzgünüm," dedim titrek bir sesle. Ne için üzgündüm bilmiyordum - Henry'e layık olmadığım için mi, yoksa gerçekten kabul edilmediğim için mi?
Henry bir anda haykırdı:
"YETER!"
Elimi tutup Wild'a baktı.
"Biz gidiyoruz ağabey. Diğer krallıklara haber gönderildiğinde bana da bildir. Mutlaka geleceğiz. Akşam yemeğini bizsiz sürdürün, başka yerde yiyeceğiz."
Elimi sımsıkı tutarak merdivenlere yöneldi.
Hizmetkârlardan birine sert bir sesle emir verdi:
"Odamdaki balkona iki kişilik masa hazırlayın. Akşam yemeğimizi orada yiyeceğiz."
Hızlı adımlarla önden yürürken beni de yanında sürüklüyordu. Odasına girdiğimiz anda bana sarıldı.
"Sakın kraliçenin dediklerini önemseme!" dedi kısık bir sesle.
Ben de kollarımı onun etrafına sardım.
Sonra dudaklarımı bastırarak, acıyla fısıldadım:
"Kraliçe haklıydı, Henry. O bir anne... ve anneler çocuklarının iyiliğini ister."
Henry çenemin altına elini koydu, bakışlarımı kendine çevirdi.
"Biliyor musun Kleora," dedi sesi titreyerek, "Elfler hayatlarında sadece bir kez âşık olur. Ben bu aşkı kalbimden söküp atamam. Eğer ayrılsak bile, acısından yine ölürüm. Kalbim yüzyıllar sonra yalnız seni seçti."
Gözleri kızarmıştı, neredeyse ağlayacaktı.
Ama ben, kraliçenin sözlerini zihnimden silemiyordum.
"Rahmin bir elf bebeğini kaldıramayacak..."
Bu cümle beynimde yankılandı.
Boş gözlerle duvara baktım ve istemsizce tekrarladım: "Rahmin bir elf bebeğini kaldıramayacak."
Henry derin bir nefes aldı.
"Belki bir çocuğumuz olmayacak," dedi yumuşak bir sesle. "Ama yine de birlikte mutlu olabiliriz. Bize bir bebek gerekmez."
"Bu ne anlama geliyor?" dedim, gözlerimi ona dikerek.
"Svelyn'de yaşarken elflerle insanlar arasında aşk bile yasaktı. Evlilik zaten imkânsızdı."
"Elf çocukları geç doğar," dedi. "Bir insan ömrü, o sürece yetmez. Eğer bunu kabul etmek istemiyorsan, anlarım."
Yutkundum.
"Eğer gerçekten bana âşıksan, bırak yanında kalayım. Senden ayrılmak istemiyorum," dedim gözyaşlarımı gizlemeye çalışarak.
Elini dudaklarıma götürdü, parmak uçlarıyla dokundu.
"Sana âşık olduğumu düşünmüyorum, Kleora," dedi alçak bir sesle. "Ben sana aşığım."
Sonra dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü.
Ben de o yaşları usulca sildim.
"Annem bile olsa sana saygı duymalı," dedi kısık bir sesle.
"Kraliçenin beni kabul etmesi zor olacak sanırım," dedim sahte bir tebessümle.
Tam o sırada kapı çaldı. Gülümsedim.
"Bu sarayda mahremiyet diye bir şey yok, değil mi?"
Henry de gülümsedi.
"Hiç yok, güzelim," dedi.
Henry, "Girin," dediğinde içeri ağır, oyma büyük bir masa taşındı. Arkalarında yaklaşık on üç hizmetçi, ellerinde yemek tepsileri, mumlar ve masayı örtmek için yumuşak çarşaflarla ilerliyordu. Hepsinin bakışları yere düşüktü; yüzleri duygusuz, hareketleri mekanikti-Elfdense daha çok saat gibi düzenliydiler.
Hizmetçiler masayı balkona açılan yere yerleştirdiler; masayı özenle sabitlediler, örtüleri düzelttiler, mumları dizdiler. Her biri soğukkanlı bir disiplinle görevini bitirir bitirmez sessizce geriye çekildi.
"Çok disiplinliler - bak, işlerini şaşırtıcı bir hızla tamamladılar," diye fısıldadım, hem takdir hem de hafif bir hayranlıkla.
Henry, geçmem için el işareti yaptı; balkona çıktığımızda sandalyemi zarafetle çekti. Ben oturur oturmaz o da önümdeki sandalyeye geçti - neredeyse birlikte soluk alıyorduk.
"Nasıl? Ortam hoşuna gitti mi?" diye sordu, dudaklarında kurnaz, sıcak bir gülücükle.
Nasıl beğenmezdim ki? Gökyüzü tertemizdi; yıldızlar serilmiş, ay parlak bir haç gibi geceyi süslemişti. Balkonda kurulan sofra kusursuzdu; önümde duran Henry ise düşündüğümden çok daha yakışıklı; öyle ki, bakışlarımı ondan kaçırmakta zorlandım. İçimde beklenmedik bir kabarmayla birlikte hem gurur hem de utanç hissettim - kalbim küçük bir davetsiz misafir gibi hızlandı.
Etrafı süzdüm: aşağıdaki orman, halkın evlerinin minik çatılarında yanan ışıklar; her şey uzaktan bakınca küçük bir oyuncak yerleşimi gibi, ama aynı zamanda huzur verici ve kırılgandı. Henry'e döndüğümde beni izliyordu; bakışı yoğun, dikkatliydi.
"Çok güzelsin," dedi nazikçe; sözcükleri yüzüme değince utancım arttı, ama istemsizce dudaklarımda bir tebessüm belirdi.
"Bunu daha yeni mi fark ettiniz, Prens Henry?" diye karşılık verdim, alaycılığın ince bir tınısını taşıyarak.
"Hayır, Leydim. Sizi ilk gördüğüm anda anlamıştım," dedi, yüzündeki ifadenin ciddiyetiyle.
"Yemekten sonra o korsan kaptanla görüşmek istiyorum. Ona bazı şeyler söylemem şart," diye ekledim, içimde hem kararlılık hem de ürkek bir kıvılcım vardı.
"Nedir o şey?" diye sordu, kaşını hafifçe kaldırarak.
"Kıskandın mı?" dedim, sesimde meydan okuyan ama aslında bir sınav kokan bir ton vardı.
"Böyle güzel bir kadını kıskanmam normal değil mi?" diye karşılık verdi, gururla.
"Benimle gel, cevabımı yerinde duyacaksın," dedim; sesimi sabit tuttum ama kalbimin hızla çarpışını bastırmak için derin bir nefes aldım.
Yemeğin bitmesini beklerken içimde garip bir heyecan büyüdü. Henry yemeğine dalmışken masanın üzerindeki meyve bıçağını dikkatlice elime aldım ve elbisemin gizli katmanlarına sakladım - elime gelen metalin soğukluğu beni sakinleştirdi. O kaptanla tekrar karşılaşacaktım; kararlıydım.
Karnımı doyurur doyurmaz ayağa fırladım. "Hadi gidelim," dedim, sesimdeki acelecilik kendini ele veriyordu.
"Ben daha doymadım," diye mırıldandı Henry. "Ne diyeceksin ki o piçin yüzüne?"
Elini tuttum. "Cevabımı göreceksin," dedim. Henry'nin gözlerine bakarken gözlerini hafifçe kısıp o tanıdık bakışı verdi - karşısındaki kişiyi ölçüp biçerken kullandığı, soğuk ama hesaplı bakıştı. Ben de o bakışın altında titremekten kendimi alamadım ama geri çekilmedim.
Elinden tuttum, kaldırdım. "Hadi," dedim ve hızla odadan çıktım.
Merdivenlerden inerken adımlarım kontrollü ama hızlıydı; Henry arkadan yetişmeye çalışıyordu. "Dur, güzelim, düşeceksin," diye uyardı, endişesi belliydi.
"Bazen benim bir asker olduğumu unutuyorsun," diye döndüm, arkamı çevirip ona ters bir bakış attım - sesimde hafif bir sitem vardı.
"Çünkü asker olamayacak kadar ince ve zarif görünüyorsun, o yüzden seni hafife alıyorum, güzelim," dedi, tebessüm ederek.
Salona indiğimizde sağa doğru hızla ilerledim. Henry nefes nefese peşimden gelirken, "Güzelim, o tarafa değil-sola dönmelisin. Bir beni beklesen..." diye uyarıda bulundu; sesinde hem telkin hem de acelecilik vardı.
"Haydi ama, yavaşsın - biraz daha hızlı ol," diye cevap verdim, aldırışsız ama yönlendirici bir tonla.
Nihayet yanıma geldiğinde hâlâ nefes nefese kalmıştı. "O merdivenleri inmek bu kadar kolay mıymış? Gerçekten seni hafife almışım," dedi, biraz mahcupça.
Yolu gösterdi; birlikte zindana inen taş merdivenleri takip ettik. Burası ışık almayan bir oyuktu sanki. Taş duvarlar rutubet kokusuyla yoğrulmuş, geçit dar, havada sürekli bir soğukluk vardı. Karanlığı delen birkaç büyük meşale asılıydı; meşalelerin dumanı ve yanan yağın keskin kokusu her nefeste burnuma doluyordu. Buraya ait olmayan biri olarak biraz tedirgindim; Henry ise elimi sıkıca tutup önümde yol aldı - o an korunduğumu hissettim.
Sonunda korsanın olduğu hücrenin önüne geldik. Demir parmaklıkların ardında kıvrılmış bir beden yatıyordu; elleri ve ayakları duvara zincirlenmiş, uykuda gibiydi. Hücrenin içinde yalnızca bir hırıltı ve rutubetli nefesler duyuluyordu. Kalbim istemsizce sertleşti.
Yanındaki iki gardiyana emir verdim: "Bana kovalarla su getirin."
Gardiyanlar emirle hareket edip koştu. Henry, kenardaki bir sandalyeyi çekip sessizce oturdu ve beni dikkatle izledi - gözlerinde merak, kaygı ve sabrın sınırında bir bekleyiş vardı.
Gardiyanlar kovalarla döndüğünde soğuk bir sesle, "Kapıyı açın," dedim. Bir gardiyan anahtarı bulup kilidi çevirdi; kapı gıcırdayarak açıldığında içeriden nemli, küflü bir hava çıktı. Soğuk, metalik bir koku ciğerlerime doldu. Her nefes alışımda parıltısız bir tedirginlik yayıldı.
Paslı demir kapı açıldığında çınlayan bir metal sesi yükseldi; hücre bir anlığına daha da karanlık ve canlı bir şeymiş gibi titredi. "Benimle gelin!" diye komuta ettim; gardiyanlar kovaları alıp yanımda içeri girdiler.
Kovanın birini kaptanın yüzüne boşalttım; soğuk su yüzüne çarpınca bir tokat etkisi yaptı ve onu sendeletti. Gözleri yavaşça açıldı, beni gördü.
"Gelmişsin," diye mırıltı halinde söyledi, yarı uykuda bir şaşkınlıkla.
Yanına yaklaşıp elime gizlediğim bıçağın ucunu, daha önce yaraladığım yere dikkatlice bastırdım. "Geldim," dedim, sesimin içinde hem soğuk hem de keskin bir kararlılık vardı. Dudaklarından acı dolu bir inilti yükseldi; ben o iniltiyi duymaktan tatmin oldum ve kovalardan birini daha yüzüne savurdum.
"Sana bir kadına saygı duyulması gerektiğini öğreteceğim, pislik," dedim; sonra hızlıca bıçağı kaptanın bacağına sapladım. "Bu, sevgilime zarar verdiğin için," diye ekledim. Onun çığlığını bastıran bir hazla bıçağı döndürdüm - öfkem bir buz kütlesi gibi erimiyordu ama içinde bir şey daha büyüyordu: intikamın soğukkanlı huzuru.
Bağırışı yükseldiğinde yeniden kovayı yüzüne boşalttım. Nefretim dinmiyordu; kalbimdeki yangın bir türlü sönmüyordu. Kasığına sert bir tekme attım; acı onun sesiyle birlikte daha da keskinleşti.
Tekrar çığlık atınca bir kova daha döktüm; "Bu ısınma aşamasıydı, seni cani," diye fısıldadım, kelimelerim zehirli ama sakindi.
O, pis bir sırıtışla, "Senden özür dileyeceğimi sanıyorsan yanılıyorsun. Seçimlerimden ve eylemlerimden utanmam," dedi. Sözleri beni daha da kışkırttı.
Öfkeyle karnına doğru bir yumruk savurdum; ardından yüzüne yumruklarımı yüzünü parçalayana dek sürdürdüm. Yumruklarımın ritmi, nefretimin ritmine dönüştü. Bir noktada Henry müdahale etti - kolunu karnıma geçirip beni geri çekti.
"Güzelim, ellerine zarar veriyorsun," dedi endişeyle; sesi hem serinkanlı hem kırgındı. Dönüp korsana baktı, sonra gömleğinin üst katmanını çıkardı ve gardiyanlarından birine verdi. Kollarını sıvayıp mahkûmun yüzüne birkaç ağır yumruk indirdi; Henry'nin yumrukları soğuk, hesaplı ve etkiliydi.
Korsan sonunda bayılınca elimizde boş kova kalmamıştı. Henry gardiyanlara emir verdi: "Hekim Shadowen'i çağırın, gelip baksın. Eğer ölürse suçlarını itiraf edemez."
O sırada bir asker koşarak yanımıza geldi; nefes nefese, "Prensim - Majesteleri Kral Wild, ana salonda sizi bekliyor," diye bildirdi.
Henry kısa, nötr bir sesle, "Tamam," dedi; yüzünde hâlâ o sabit ciddiyet vardı. Ben ise hafifçe titreyen ellerimi hissediyordum: hem adrenalin hem suçluluk, hem de bir nebze rahatlama iç içe geçmişti.
Salona girdiğimizde kraliçe Elara'nın bakışları hüzünle Henry'ye kaydı; ama Henry, annesinin gözlerine bile bakmamaya çalışıyordu. Aramızda görünmez, ağır bir sessizlik dolaşıyordu. Bana da bir taht hazırlanmıştı - Henry'nin yanına, ahşaptan oyma desenlerle süslenmiş bir koltuk. Onunki gümüş işlemeli ve görkemliydi, benimkisi ise bir basamak aşağıdaydı. Gövdesi açık meşe renginde, zarif oymalarla süslenmişdi. Kenarlarında ince gümüş işlemeler dolaşıyordu.
Henry tahtına doğru yürürken kolumdan nazikçe tuttu, oturmam için tahtı geriye çekti. Dizlerimin titrediğini fark etmemesi için sessizce oturdum. O da yanımda yerini aldı.
Wild konuşmaya başladığında salonun içindeki hava ciddiyetle doldu.
"Biliyorsunuz ki bu savaş büyük olacak," dedi gür ama dingin sesiyle. "Krallığın leydi ve lordlarına haber gönderdim. Müttefik ülkeler iki gün içinde burada olacaklar. Durumun ne kadar tehlikeli olduğunu anlattım. Fakat bu işin içinde bir cadının parmağı varsa ve Aphrida'nın gücünü istiyorlarsa, sadece askerle ya da stratejiyle bu savaşı kazanamayız. Mektupta da belirttiğim gibi - artık bin yıldır dokunmadığımız dostlarımızı, cadıları çağırmanın zamanı geldi. Bu savaşı ancak onların yardımıyla kazanabiliriz."
Wild'ın sesi yankılanırken salondaki hava ağırlaştı. Kraliçe tahtının kollarını sıkıca kavradı; zarif ama gergin parmakları, korkusunu ele veriyordu. "Evet kralım," dedi derin bir nefes alarak. "Artık başka şansımız yok. Methian hanedanının oğullarını, Milruna'nın kralını ve prensini öldürmek isteyecek kadar ileri gittiler. Bu savaş kaçınılmaz. Müttefik ülkeler bizimle olsun ya da olmasın, biz savaşacağız. Cadılar yardım elini uzatacaktır. Onlarla yaptığımız kadim barış antlaşmasının tek şartı buydu - çağırdığımızda gelmeleri. Ve bin yıldır onları hiç rahatsız etmedik."
Cadı kelimesi dudaklarından döküldüğü anda kalbim bir anlığına sıkıştı. İçimde soğuk bir ürperti gezindi. Daha önce hiç cadı görmemiştim; ama onların hikâyeleri, çocukken dinlediğim en korkutucu masallardı.
Cadılar...
O kelime bile gölgelerin içinden fısıldar gibi tınladı zihnimde.
Henry, sakin ama kararlı bir tonda konuştu:
"Müttefik ülkeler savaşta yanımızda olmaktan asla geri durmazlar. Eğer sadakatlerinden şüphe edersek, elflerin onuruna gölge düşürmüş oluruz."
Wild başını salladı, sesi sertleşti:
"Mektupta da belirttiğim gibi zamanımız kısıtlı. Lotherian, Fliruan ve Manhan uzak krallıklar. Onlardan haber gelene kadar biz hazırlıklara başlamalıyız. Orduların başına geçmeli, stratejiyi belirlemeliyiz."
Kraliçe Elara'nın yüzü soldu. "İlk olarak cadıları çağırmamız gerek," dedi. Sanki bu sözleri söylerken bile tedirginlik göğsünü sıkıştırıyordu.
Wild hemen yanı başındaki hizmetkârına seslendi:
"Mushen! Hemen çan kulesine git ve alarm çanını çal!"
Emir, duvarlara çarpıp soğuk bir ses gibi geri döndü. Mushen, uzun sarı saçlı, solgun yüzlü bir elfti. İnce bedeniyle kralın önünde eğildi. "Emredersiniz Majesteleri," dedi ve hızlı adımlarla kapıya yöneldi.
Onun uzaklaşan ayak sesleri salonun taş duvarlarında yankılandı. Hepimiz sessizliğe gömüldük. Nefes bile almadan bekledik. Sonra... o ses geldi.
Çan.
Kulenin tepesinden çınlayan o derin ve tok ses, tüm Milruna'nın taşlarını bile titretti.
Bir,
iki,
üç kez çaldı.
Her vuruş, kalbimin içine işleyen bir yankı gibiydi.
Gecenin sessizliğini yaran bu çan sesi, sadece cadıların çağrıldığını değil, kaderin artık geri dönülmez biçimde değiştiğini de haber veriyordu.
Çanın yankısı henüz kaybolmamıştı ki büyük salonun kapıları ağır bir gıcırtıyla açıldı. Kalbim göğsümde hızla atmaya başladı.
"Onlar mı geldi? Bu kadar çabuk mu?" diye fısıldadım istemsizce.
İçeriye adım atanlar birer birer göründüler. İnsan görünümünde kadınlar ve erkeklerdi; ama yüzlerinde doğaüstü bir parıltı, gözlerinde açıklanamaz bir derinlik vardı.
Adımları sessiz, ama varlıkları tüm odayı dolduracak kadar güçlüydü.
Onlar salona girince hepimiz ayağa kalktık.
Yaklaşık on beş kişiydiler.
Önde duran uzun boylu, siyah saçlı bir erkek adımını öne attı. Diz çöküp başını eğdi.
"Milruna'nın yüce kralını selamlıyoruz," dedi yankılanan sesiyle. "Emrinizle huzurunuzda diz çöküyoruz."
Sözleri havada yankılanırken, tüylerim diken diken oldu.
İlk kez karşımda, masallardan taşmış gerçek cadıları görüyordum.
Ve içimden geçen tek düşünce şuydu:
Bu savaşı sadece kılıçlar değil, kaderin ta kendisi belirleyecek.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.24k Okunma |
587 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |