25. Bölüm

24. Bölüm "Ağıtların Yazgısı"

Sona Askerova
sonyammm

Merhaba sevgili okurlarım! 🥰 Nasılsınız bakalım? Uzun zamandır yeni bölüm paylaşmamıştım, ama sonunda buradayım ve umarım bölümümü beğenirsiniz. Açık konuşmak gerekirse, Wattpad’de ve Kitappad' de çoğu okur hikayeleri hızlıca tüketmek istiyor, ama benim hikayem biraz daha derin, biraz daha özel. 😌 Hikayenin büyük bir potansiyeli olduğuna inanıyorum ve bunu sizinle paylaşmak beni çok mutlu ediyor. Kitappad'de yayınlamamın tek sebebi kitabımı sizlere tanıtmak. 💚 Kendinize iyi bakın, bir sonraki bölümde tekrar buluşmak üzere… Sizi çok seviyorummmm! 🥰❤️

 

 

Vücudum artık uykuya teslim olmayı reddediyor; gözlerim dünyadaki hiçbir güzelliği görmek istemiyor. Burnum, bir zamanlar ruhumu sakinleştiren o derin, o sıcak kokuları bile almıyor. Kalbim… kalbim sadece sızlıyor. Durmaksızın, acımasızca, içten içe beni kemiren bir ağrıyla.

 

Eğer gerçekten bir Tanrı varsa…

Bu feryadımı duysun.

Si Lefur… Ben yıkıldım. Çaresizliğin en karanlık noktasına saplandım. İçimde pişmanlıkların gölgesi, söyleyemediğim sözlerin ağırlığı, çözülememiş düğümlerin boğucu karmaşası var. Seni defalarca çağırdım çünkü en zor anlarda bile beni korumuştun. Ama ya Aphrida? Onun hiçbir suçu yoktu. O, bin yıllık bir yalnızlığın buz gibi çürümüş soğuğuna mahkûm olacak biri değildi. O da sarılacak bir anneye, güveneceği bir babaya, tutunacağı bir aileye sahip olmalıydı.

 

Ama olmadı…

Sen onu yalnız bıraktın, sonra da beni ona gönderdin.

Üstelik kollarımda huzur bulacağına inandığı anda, tuzaklarla dolu bir kaderin içine ittin beni. Zaten çektiği bin yıllık işkence yetmezmiş gibi bir de beni tanıştırdın ona... zayıf, kırılgan, aciz beni. Başını bir kere bile omzuma yaslayamadı. Saçlarını okşayamadım. “Artık yalnız değilsin.” diyemedim. Sanki kelimelerimin hepsi boğazımda zincire vurulmuştu.

 

Sabahın ilk ışığı odaya düştüğünde aynaya baktım. Göz çukurlarım derinleşmişti; ruhumun gerçeği, artık aynamdan taşıyordu. Gümüş çerçeveli cam, içten içe çürüyen, günlerdir uyumamış bir adamın yansımasını tutuyordu. Her gece yakarışımı isyanımla karıştırıp aynı duaları tekrarlıyorum. Ahşap oyma masanın kenarlarını kavrayan parmaklarım titredi. Saçlarım karmakarışık, zihnim ondan beter. Ve tüm bunların sebebi…

 

Cadılarla dün gece yaptığımız o son konuşma.

 

Rüzgârın soğuk nefesiyle birlikte yaklaşık on beş cadı salona adım attığında herkes donup kaldı. Sessizlik, onların soğukluğunu daha da keskinleştiriyordu. Gözlerinde duvar gibi bir ciddiyet vardı; tıpkı karanlık bir ormanın içindeki gölgeler gibi. Salon bir anda çam, ağaç, toprak kokusuyla doldu. Parmak uçları yosun yeşiliydi; sanki ormanın damarları avuçlarında akıyordu.

 

Onlarla Aphrida’dan ve amcam Zarivora’dan bahsettim. Savaştan, ihanetten, yaklaşan felaketten. Ama Aphrida hakkında duyduklarım…

Hiçbir hazırlığım yoktu.

 

“Kralım…” dediler.

“Aphrida sıradan bir kadın değildir. O, bin yıl önce doğa tarafından yaratılan koruyucudur…”

 

Sonra anlattılar.

İhsen dünyasının neredeyse yok oluşla karşılaştığı o eski zamanları. Bir cadının çıkarları uğruna yaptığı korkunç ayin’i. Her ırktan, her canlıdan aldığı kurbanları. Doğanın bu ihaneti affetmediğini, toprağın çürüdüğünü, ağaçların solduğunu, doğumların azaldığını, ölümün her yere yayıldığını…

 

Ve sonra…

O genç kadını.

Gönüllü olanı.

Her şeyin bedelini tek başına taşıyanı.

Aphrida’nın annesi.

Ayin sonrası hamile kaldı. Üç gün sonra doğurdu… ve bebeği cadılara teslim etti. Karşılığında özgürlüğü ve zenginliği aldı. Ama bebek….. Aphrida…sıradan değildi.

Tanrıça doğumluydu.

Dengeyi düzeltmek, yaşamı korumak için yaratılmıştı. Ama aynı zamanda…

Yanlış ellere düşerse dünyanın sonu olabilecek kadar güçlüydü.

Zarivora onu ele geçirene kadar dünya hâlâ nefes alabiliyordu.

Şimdi ise…

Sözleri beynimde çarpışırken nefes almayı unuttum. Kalbimde acılar düğüm düğüm oldu. Gözlerim doldu, ama ağlayamadım. Seslerini duysam da anlamadım; her kelime suyun altında duyuluyormuş gibi bulanıktı.

 

Tek bildiğim şu oldu:

Aphrida bir araç, bir silah, bir umut, bir kurban olarak yaşamış.

Hiçbir zaman kendi kaderini seçememiş.

Hiçbir zaman “ben kimim?” diye soramamış.

Hiçbir zaman yalnız bırakılmayı hak etmiyordu.

Ben kendi acımda boğulurken Henry’nin gür sesi salonu parçaladı. Ona baktığımda gözlerim öfkeyle yandı.

Henry yumruklarını sıktı.

“Sizi bu yüzden çağırdık.” dedi. “Dünya çökerken hiçbirimiz kenara çekilemeyiz. Zarivora ayine çok yaklaştı. Bu savaş sadece kılıçla kazanılmaz. Cadıların da bize katılması gerek.”

Svelyn’den bahsetti. İnsanların ve elflerin barış içinde yaşadığını kendi gözleriyle gördüğünü söyledi. Irkların birleştiğini. Zarivora’nın artık yalnız olmadığını.

Bu sözleri duyan annem Kraliçe Elara’nın yüzü bembeyaz kesildi. Vücudu titredi. Felaketin nefesi bile onu ürkütmeye yetiyordu.

Henry bana baktığında gözlerimdeki öfkeyi ve kırılmışlığımı fark etti. Onun empati dolu bakışı içimdeki duvarları bir anlığına yumuşattı ama ardından acı daha da derine indi. Tahtın kollarına tutundum, dişlerimi sıktım. Gözyaşlarım dökülmesin diye kendimi harap ettikçe boğazım daha çok yandı.

Sonunda kontrol edemediğim bir feryatla tahtımdan fırladım:

"BUGÜNLÜK YETER!”

Mushen’e dönüp, "Misafirleri en iyi odalara yerleştir. Hiçbir şeyleri eksik olmasın. Şimdi git," diye kükredim. Emrim kesindi, sorgulanmazdı.

Ve kimseye bakmadan, merdivenlere yönelip odama yürüdüm.

Dünün gölgelerinden sıyrılıp aynadaki yansımama baktım. Solgun, çökmüş yüzüm... Bu görüntü, taşıdığım kraliyet unvanına bir hakaretti. Gözlerimdeki boşluk, yorgunluğumun değil, görevimi yerine getirememenin yansımasıydı. Yalnızlığın ağırlığı, aynadan bana bakıyordu; ama artık buna izin veremezdim.

Kapıya vuran nazik tok sesler, sarayın o alışıldık disiplinini yeniden üzerime çöktürdü. Hizmetçiler içeri süzüldüklerinde, üzerlerindeki seramik kapların ve gül desenli porselen sürahinin parıltısı bile gözlerimi yordu.

“Taze sabahın sıcak ve tatlı güneşi kralımızın üzerine olsun,” dediler, sahte bir neşenin arkasına sakladıkları endişeyle.

Yatağın kenarına oturdum, soğuk cilalı ahşap ayaklarımın altında ürperdi. Kadınlar ellerime tuzlu ve gül suyu aromalı sıcak su döktüler. Gül suyunun kokusu genzimi yakıyor, midemdeki boşlukla kavga ediyordu. Bir an duraksadım; dünün ağırlığı, acısı, kaybı… hepsi aynı anda kabardı.

Baş hizmetçi kaşlarının arasındaki endişeyi gizleyemedi.

“Kralımızın… bir yeriniz ağrıyor mu? Gözleriniz çok yorgun görünüyor.”

 

“Bir şey yok,” dedim, kırık bir nefesle. “Dün gece doğru dürüst uyuyamadım.”

 

Elbette bilmezlerdi. Ufukta yaklaşan savaşın gölgesini, sarayın duvarlarına sızan karanlığı, kıpırdayan canavarın ayak seslerini… Haberleri yoktu ki. Bu krallığın kaderi, birkaç kişinin omzunda paramparça olmamak için bekliyordu. Henry bugün Yüksek Konsey’i toplayacaktı; dükler ve düşesler yaklaşan felaketi öğrenmeliydi.

Başımı kaldırıp baş hizmetçiye baktım.

“Mushen nerede? Söyleyin, terziden aldığı takımı getirsin.”

Mushen... O zayıf, genç elf. Daha iki gün önce işe girmişti, hâlâ her adımı telaş, her sözü titrek. Eskiden… eskiden Zeyphrus olurdu kapıda. Sessizce durur, başıyla selam verir, her şeyi ben istemeden anlardı. O zamanlar çok eskide kaldı.

Hizmetçiler yüzümü kurulamak için beyaz bir ipek bez bıraktılar ve ağır ağır kapıyı kapatıp çıktılar. Sessizlik odanın içine çökmeden Mushen’in hızlı ayak sesleri koridorda yankılandı. Kapı titreyerek açıldı.

“Gel,” dedim.

Nefesi kesik kesikti, alnında ter damlaları parlıyordu.

“Ma–Majesteleri… terzinin verdiği takım… burada… getirdim…”

Zavallı çocuk. Daha büyümesi gereken yılları vardı. Bu saray onu ya güçlendirecek ya da kıracaktı.

Hazırlanıp sarayın toplantı odasına doğru yürürken duvarlardaki eski savaş tabloları gözlerime ilişti. Her biri bir zaferi gösterse de, bugün o zaferlerin hiçbir kıymeti yoktu. Kapıyı açtığım anda içerideki herkes aynı anda ayağa kalktı; şaşkınlık ve dehşet yüzlerinden akıyordu. Bir yıldır ortadan kaybolan bir kralın karşılarına böyle, yara bere içinde çıkması… kolay değildi.

İlk ses, hâlâ ışığı tükenmemiş Düşes Luminavi’den geldi:

“Kralım… Prensim… Sizi gördüğümüze çok sevindik.”

Onun ardından, en duygusal olan Düşes Mavera o kaçınılmaz soruyu sordu:

“Kralımız… bu yaralar ne? Sağlığınız iyi mi? Seyahetiniz sırasında başınıza neler geldi?”

Henry bu soruyu duyunca derin bir nefes verdi, sanki içindeki acıyı bastırmaya çalışır gibi.

“Seyahetimin iyi geçtiğini söylersem,” dedim “yalan konuşmuş olurum.”

Dük Buralix’in sesi ise bir bıçak gibi keskin çıktı:

“Kralım, size bunları kim yaptı?”

Masama doğru yürürken ağrımayan tek bir kasım yoktu. Sandalyenin kenarına ulaştığımda omuzlarımda görünmez bir yük daha çöktü. Oturmak bile bir işkenceydi. Sandalyeye ağır bir darbeyle oturur oturmaz diğerleri de oturdular... ancak gözlerindeki bekleyiş, gerginlik ve korku hâlâ havada asılı duruyordu.

Parmaklarımı birbirine bastırdım. Ne kadar zor olursa olsun, gerçeği söylemeliydim. Artık yalanlara, saklamalara yer kalmamıştı.

"Açıkçası…” dedim, kelimeler bile yorgun düşmüş gibiydi, “seyahatimin amacı bir kadını bulmaktı.”

Onlara rüyalarımı anlatmayacaktım. O görüntülerin beni nasıl sürüklediğini söylemeyecektim. Bu krallık şu anda açıklaması yapılmayan mucizelere değil, acı gerçeğe ihtiyaç duyuyordu.

"O kadını… seviyordum,” dedim, masanın beyaz örtüsünü parmaklarımın arasında ezerken. Kalbimdeki sızı yeni bir yaraymış gibi tazeydi.

Sonra başımı kaldırmadan, gözlerimi bir daha kimseye değdirmeden her şeyi anlattım.

Cadıların söylediği kehanetleri…

Zeyphrus’un ihanetini…

Amcam Zarivora’nın suikastlarını…

Sınırların ötesindeki halkları…

Aphrida’nın acı dolu kaderini…

Bizi aylarca soğuk ve pis zindanlarda işkence altında tutan elleri…

Her şeyi.

 

Cümleler bitip sessizlik çöktüğünde odada nefes almak bile zordu.

Yüzler bana döndü, donuk, taş gibi.

Hiç kimse konuşamadı.

Henry bile.

O her zamanki gibi sessizdi… ama bu sefer sessizliği bile acı çekiyordu.

 

Dük Tenzar’ın kahverengi kaşları bir gölge gibi birleşti; sesi masanın üzerindeki nar suyu kadar koyuydu.

“Her işin altından insanlar çıkıyor… Belki de amcanızı onlar ikna etti. Lord Zarivora ile çoktan el sıkışmış olmaları ihtimal dışı değil.”

Sözünü bitirir bitirmez Dük Zarek, keskin bir bıçak gibi araya girdi.

“Kralımız bizzat söyledi: Tüm bu planların baş mimarı Lord Zarivora. İnsanlarla bugünkü düşmanlığımızın sebebi açık.”

Tenzar nefes almaya bile ihtiyaç duymadan devam etti; öfkesinin yakıtı belliydi.

“Belki de her şeyi birlikte tasarladılar. Elf evlerini ateşe verdiklerinde intikam değil, açgözlülük yön veriyordu.”

Düşes Luminavi’nin yüz ifadesi, bir anlığına kırılan bir kristali andırdı…sabrı çatlamıştı.

“Lord Tenzar, söyledikleriniz birbiriyle çelişiyor. Kralımız her şeyi kendi gözleriyle gördü. İnsanlar da en az bizim kadar bu oyunun kurbanı.”

Düşes Mavera çayını yudumlarken, bardağın yüzeyinde titreşen ışığa dalmış gibiydi.

“Düşes Luminavi’nin sözü doğru. İnsanlar suçsuz olabilir. Onlara Zarivora’nın gerçek yüzünü göstermek zorundayız.”

İşte tam o anda, bugüne kadar sessiz duran Kraliçe konuştu; sesi sarayın mermerlerinde yankılanacak kadar sertti.

“Onlara defalarca barış teklifi götürdük. Hepsini reddettiler. Lotheria’nın topraklarını savaşla aldılar. Masumiyet kime yakışıyor Mavera?”

Bu sözün ağırlığı hâlâ havayı doldururken Henry öne eğildi.

“Kraliçem, insanlara dair düşüncelerinizin böylesine hızlı değiştiğini görmek şaşırtıcı.”

Dük Buralix, konuyu tam anlamasa da konuşma arzusuna yenik düştü.

“Kraliçemiz haklı. Onun hoşgörüsünün sınırını zorlayan yine insanlardı.”

Bir sen eksiktin Dük Buralix…

Umarım Henry, öfkesine kurban olarak seni seçmez.

Ama kader, tahmin ettiğim yönde ağır ilerledi.

Henry’nin elindeki nar suyu bardağı, avuçlarındaki baskıyla çatırtılar çıkararak çatlamaya başladı.

Bakışları Dük Buralix’e saplanan birer hançerdi. Bir an için, odadaki herkes Henry'nin Buralix'i boğazlayacağını sandı.

Buralix’in başı hızla öne düştü; ballı çöreğine sığınan bir av hayvanı gibiydi.

 

Düşeslerin bakışları üzerimdeydi; tabaklarının boş kalması beni rahatsız etti.

“Lütfen,” dedim hafif bir tebessümle, “kahvaltınıza devam ederken konuşmayı sürdürebilirsiniz.”

Gözlerimi masaya kaydırdığımda, Bay Dorfiy’in hazırladığı şölen adeta savaş öncesi son ziyafeti andırıyordu:

ballı çörekler, üzümlü kekler, elmalı turtalar, çilek ve şeftali reçelleri…

Ortada duran nar ve portakal suları, papatyalarla çevriliydi; sanki masanın ortasında küçük bir ilkbahar yaratılmıştı.

Ama kokuların hiçbirinin bana ulaşacak gücü yoktu.

Midem günlerdir açlıktan yanıyordu, fakat içimde yemek yeme arzusunu uyandıracak tek bir kıvılcım bile yoktu.

Bugün ilk kez, yüksek konseyle bir yemeği toplantıya dönüştürüyorduk.

Çünkü zaman artık bize ait değildi — biz zamana yetişmeye çalışıyorduk.

Sağımda Prens Henry, onun yanında yardımcım Mushen oturuyordu.

Sessizliğiyle tanıdığım Mushen’in konuşmaya cesaret etmesi masanın dengesini bile bozdu.

Sesi ürkekti ama sözleri kesindi.

“Müttefik krallıklara bir mektup göndermelisiniz, Majesteleri. Kendimizi doğru ifade etmeliyiz. Bu savaşın kaçınılmaz olduğunu söylemiştiniz… Cadıları çağırdık, şu an sarayda misafirler. Dolunaya bir hafta ya da daha az kaldığını söylediler.”

Zarek, elma suyunu yudumlarken gözleri irileşti.

“Cadılar… sarayda mı? Bin yıldır ortada yoklardı. Peki… nasıl görünüyorlar?”

Mushen yutkundu.

“Görkemli bir güzellikleri var… ama güzelliklerinin arkasında buzdan bir duvar taşıyorlar. Yaklaşınca iç titretiyor.”

Zarek geriye yaslandı; dudaklarındaki tebessüm hiç güven vermiyordu.

“Demek anlatıldığı gibiler.”

“Cadılar şimdi konumuz değil,” dedim, sözümü bir gürz gibi masaya indirerek.

“Asıl mesele şu: Müttefik krallıklara elçi göndereceğim. Her biri ordusunu hazırlasın. Siz de kendi ordularınızı toplayın. Yarın sabah, gün doğmadan Tshuka Ovası’nda (Milrunaya ait bir ova) buluşuyoruz.”

Konsey üyeleri bir sel gibi aynı anda başlarını eğdi.

“Emredersiniz, Majesteleri.”

Beyaz porselen tabağımın yanındaki nakışlı peçeteyi yavaşça kaldırıp dudaklarımdaki son kırıntıyı sildim. Peçetenin kumaşı bile gerginliğin farkındaydı; parmaklarımdaki hafif titremeyi saklayamadı. Başımı kaldırdım. Uzun sofranın etrafında oturan Dük ve Düşeslere baktığımda yüzlerindeki ifadeler tek bir hakikati fısıldıyordu: yaklaşan fırtına artık kimsenin arkasını dönemeyeceği kadar yakındı.

 

“Birazdan mektubu yazıp elçilere teslim ederim,” dedim, sesim odanın taş duvarlarında ağır bir yankı bırakarak.

“Siz de dükalığınıza ve düşesliğinize döner dönmez ordularınızı toplayın. Asker sayısını rapor etmek için zaman kaybetmeyin; resmi belgeler bu kez önem taşımıyor. Ordunuzun donanımı, disiplini ve eksiksizliği—tamamı sizin omuzlarınızdaki yük olacak.”

Sözlerim havayı kesen bir kılıç gibiydi.

“Emredersiniz, kralım,” diye karşılık verdiler; sesleri bir anda ciddiyetin en koyu tonuna büründü. O anda, masanın üstündeki gümüş çatal-bıçak bile titreyecek gibi oldu. Düklerin ve düşeslerin bakışlarında beliren o kısa, keskin endişeyi fark etmemek imkânsızdı.

Hepsi bir an önce kendi topraklarına dönüp yaklaşan karanlığa karşı surlarını sağlamlaştırmak istiyor gibiydi.

Ayağa kalktım. Sandalyemin taş zeminde çıkardığı ses, toplantının bitişini mühürleyen bir tokmak gibi oldu.

“Toplantı bitmiştir. Yarın sabah tekrar görüşeceğiz.”

Hepsi aynı anda ayağa kalkıp başlarını eğdiler; hareketlerinde disiplin, bakışlarında saygı ve içten içe bastırmaya çalıştıkları bir telaş vardı. Ben masadan uzaklaşırken herkes iki adım geriye çekildi, sanki üzerimdeki irade ağır bir zırh gibi çevreye yayılıyordu.

Toplantı salonunun büyük kapıları arkamda kapanırken hızlı adımlarla koridora çıktım. Aklım, kalbim ve nefesim tek bir yöne kilitlenmişti.

Sarayın taş duvarları, bugün olduğundan daha soğuk görünmemişti hiç. Ellimi yumruk yaptım ve adımlarımı hızlandırdım. Kütüphaneye giden o uzun koridor bugün bana bir tünel gibi geldi—karanlığın içinden ışığa yürür gibi.

Kütüphanenin kapısını açtığımda, yıllardır saklanan eski kitapların kokusu yüzüme çarptı. Sessizlik öyle derindi ki, adım atınca yankısı bile temkinliydi. Masama geçip ağır ahşap sandalyeme oturdum. Çekmeceyi açtım; içinden yeni, lekesiz parşömenler çıkardım. Parşömenin yüzeyi ay ışığında parlayan beyaz bir göl gibi sükûnetle duruyordu.

Bir kuş tüyü kalem aldım, mürekkebe daldırdım. İncecik tüyün ucu siyaha gömülürken içimdeki ağırlık da mürekkebe akıyormuş gibi geldi. Derin bir nefes verdim.

Bu mektup sadece bir emir değil… kaderi çağıran bir çığlıktı.

Tüyü parşömenin üzerine dokundurdum.

Ve savaşın ilk kelimesi böyle doğdu.

 

"Müttefik Krallıkların Yüce Majestelerine,

Bu mektubu, Milrunanın Kralı olarak değil, İhsen diyarının son saatlerinde yaşayan bir evladı olarak yazıyorum.

Bir yıl boyunca, amcam Lord Zarivora tarafından esir tutulduğumu, hâlâ hayatta olduğumun gizlendiğini ve üzerimde işkencelerle kurulan bir planın varlığını öğrendim. Şimdi onun gerçek niyetinin, yalnızca tahtı gasp etmek olmadığını biliyoruz:

O, doğanın koruyucusu Aphrida’nın gücünü ele geçirmek için dolunayı kullanmaya hazırlanıyor.

Dolunayın doğmasına yalnızca bir hafta var.

Bu ayin tamamlandığı anda, İhsen’in dengesi geri dönüşsüz biçimde çökecek ve hepimizin krallığı aynı karanlığın altına düşecek.

Bu nedenle sizlerden ricada bulunmuyorum…sizlere hak ettiğimiz gerçeği sunuyorum:

Bu savaş, yalnızca Milruna'nın değil, hepimizin savaşıdır.

Krallıklarınızın ordularını hazırlamanızı ve emirlerimle kapılarınızda belirecek cadılarımızın açacağı portallarla Svelyne’e intikâl etmenizi istiyorum. Her birinize üçer cadı gönderiyorum; biri mesajı doğrulamak, biri portalları sabitlemek, biri yol boyunca korunmanız için.

Ordularınızın yarın gün doğmadan önce Svelyne topraklarında olması gerekiyor.

Düşmanımız, beklemeyi bilmeyen bir kötülüktür. Bizim de vaktimiz yok.

Birlikte durursak, yalnızca Zarivora’yı değil, onun ardındaki karanlığı da durduracağız.

Ayrı düşersek, diyar paramparça olacak.

Şerefinize, müttefikliğinize ve gücünüze güveniyorum.

–Milrunanın Meşru Kralı

Wild Methian ”

 

Bu mektubun aynı nüshasından iki tane daha hazırlayıp Fliruan, Lotherian ve Manhan krallarına gönderecektim. Geriye tek bir mektup kalmışı…Zarivora’ya yazacağım o lanetli mektup.

Onu göndereceğim yer, yani savaşın yapılacağı bölge, Kleora’dan gelecek bilgiye bağlıydı.

Ozarius ve Olivera ordunun donanımını güçlendirmek için koştururken, Kleora…

Kleora hâlâ Kraliçe’nin onayını almaya çalışıyordu. Kendisini gelini olarak kabul etmesini istiyordu.

Bu durum Henry’i çılgına dönüştürüyordu; gerginliğini saklamaya çalışsa da yüzündeki titreyen sinir damarları her şeyi ele veriyordu.

Ama Kleora ısrarcıydı. Onu kimse susturamazdı.

Kapının ağdalı tokmağı tıkladı.

"Girin,” dedim, sesim olduğundan daha yorgun çıkarak.

Kapı yavaşça açıldı.

Kleora içeri adım attığında salonun ağır havası biraz hafifledi; sanki kendine has o sert ama güven veren aurayı içeri taşımıştı.

“Gel kardeşim,” dedim, ona yaklaşarak. “Yardımına ihtiyacım var.”

Kleora durdu, gözleri kararlı, yüzünde derin bir hüzünle birleşmiş bir gurur vardı.

“Tabii ki ağabey,” dedi. Sesinde çekincesiz bir sadakat. “Söyle ne yapmamı istiyorsun?”

Masadaki boş parşömeni gösterdim.

“Svelyn’de… büyük bir savaşı kaldırabilecek bir bölge var mı? Zarivora’ya yazacağım mektupta onu oraya çağıracağım. Öyle bir yer olmalı ki hem ordular sığsın, hem de ayin için vakit kazanabilelim.”

Kleora tereddüt etmedi.

Sanki yıllarca sakladığı eski bir yara açıldı ve içindeki görüntüleri yeniden gördü.

“Svelyn büyük bir imparatorluk değildir,” dedi ağır bir nefesle. “Bu yüzden büyük savaşlara pek girmeyiz. Ama bir yer var… bir ova.” Gözleri kısılıp uzaklara baktı. “Maskaria derdik. Çöl gibi, rüzgârın eski kemikleri bile yerin altından çıkarabildiği bir yer. Boştur… sessizdir… ve savaşın ağırlığını taşıyacak kadar geniştir.”

O an, Maskaria’nın adını bile söylemesi odada yankı bıraktı.

Sanki o kelime bile savaşın gölgesini çağırmıştı.

“Tamam, kardeşim,” dedim başımı eğerek. “Teşekkür ederim. Bu yeterli.”

Kleora çıkmadan önce hafifçe başını salladı.

“Bu savaşın kaderini belirleyecek yer orasıdır, ağabey. Umarım… geri dönenlerimiz olur.”

Elim parşömene uzandığında göğsümde görünmez bir baskı vardı.

Sanki bedenim bana ait değildi. Yazdığım her kelime daha ağır, daha keskin geliyordu.

Ayağa kalktığım anda dünya tuhaf bir şekilde uzaklaştı.

Neden böyle oluyor?

Ayakta durabilmeliyim. Daha bitmedi. Daha söylemem gereken çok şey var.

Aphrida… zaman daralıyor.

Topraklar nefesini tutmuş bekliyor.

Şimdi duramam. Şimdi çökersem… kim kaldıracak bu yükü?

Hayır… hayır… ayakta kalmalıyım…

Gözlerim bulanıklaştıkça kelimeler zihnimde yırtılıyordu.

Nefesim tam göğsümün içinde bir yerlere takılıyordu.

Bu… bu sadece yorgunluk olmalı.

Birkaç adım daha… sadece birkaç adım…

Neden parmaklarımı hissedemiyorum?

Bedenim neden böyle ağır?

Aphrida… seni koruyacağım… söz…

Ayaklarımın altındaki zemin sanki yerinden kaydı.

Parşömenler elimden düştüğünde, içimdeki bir şey de düştü.

Hayır… kalkmam gerek.

Kalk Wild.

Kral dediğin düşmez.

Herkesin kaderi omzundayken çökmek… olmaz.

Neden… neden hareket edemiyorum?

Nefes… nefes nereye gitti?”

Dizlerim yere vurduğunda nefesim kesildi.

Dünya önce karardı… sonra tamamen sustu.

 

 

……………………………………………………….

 

 

Gözlerimi açtığımda odamın tavanındaki işlemeler beni karşıladı.

Hekim Shadowen bileğimi avuçlarken parmağını damarlarıma bastırıyor, nabzımı dinliyordu.

Yakınlarda Henry, Kleora ve Kraliçe Elara vardı; yüzleri solgundu, bakışları endişeyle hekimde sabitlenmişti.

Kleora’nın sesi o an ortamı kesti:

"Ağabeyim uyandı…”

Kraliçe hızla yanıma geldi, bakışları bir anne yüreğinin bütün ağırlığını taşıyordu.

“Oğlum… kendini nasıl hissediyorsun?”

Sırtımı doğrultmaya çalıştım — bu çaba bile bedenimi zorluyordu.

Kraliçe bunu fark edip yastığımı nazik bir dokunuşla düzeltti.

Hekim Shadowen, çekingen sesini alçaltarak konuştu:

“Kralımızın kalbinde köklenmiş derin bir keder var. Bu keder kalbini zayıflatmış. Bu böyle devam ederse… uzun sürmez, kalbi dayanamayacaktır.”

Henry hızla öne çıktı, sesi keskin ve titriyordu:

“Kalbi dayanamayacak da ne demek? Böyle bir şeyi bu kadar rahat söyleyemezsin!”

Hekim başını eğdi.

"Prensim… sizi erken uyarmak zorundayım. Kralımızın sağlığı benim için en büyük öncelik.”

Ben sözlerini keserek güçlükle konuştum:

“İyiyim. Mushen’ı çağırın. Cadılar gelsin. Parşömenler nerede?”

Henry birden parladı:

“Böyle bir haldeyken hâlâ iş mi düşünüyorsun ağabey? Her şeyi ben hallederim. Sadece dinlen. Akşam seninle konuşacağız — seninle uzun zamandır iki kardeş gibi dertleşemedik."

“Her şey hazır kardeşim,” dedim.

“Sadece getir ve cadılara verelim. Sonra konuşuruz… merak etme. Gerçekten iyiyim.”

Kapı çalındı.

“Gir,” dedim.

Mushen içeri girdi; arkasında cadılar sessizce bekliyordu.

“Kralım, emrettiğiniz gibi misafirlerimiz burada.”

“Teşekkür ederim, Mushen.”

Odanın dev pencerelerinden sızan gün ışığını beyaz perdeler kesiyor, içeriyi solgun bir gölgeye hapsediyordu. Cadılar sessizce sıralanmıştı; siyah kiyafetleri, sanki karanlığın kendisi tarafından boyanmıştı. Her birinin gözlerinde aynı şey vardı:

Bilgi, güç… ve tehlikenin kokusunu alan soğuk bir sezgi.

Henry, baş ucumda dimdik duruyordu. Yumruğu hâlâ sıktı, ama bunu yalnızca ben fark ediyordum. Odadaki herkes cadıların varlığından çekinirken Henry’nin öfkesi başka bir yerden geliyordu—Zarivora’dan, Kraliçe’den, sağlığımdan ve kaybedilen zamandan.

Ben kucağımdaki üç mühürlü mektuba baktım. Fliruan, Manhan ve Lotherian krallarına gidecek olan bu parşömenler, kaderi hızlandıracak ilk adımdı.

Cadıların lideri sayılan Paragonda bir adım öne çıktı. Bakışları keskin, sesi fısıltı kadar alçak ama tüm odayı dolduracak kadar güçlüydü.

“Majesteleri… bizi çağırma sebebinizi biliyoruz,” dedi. “Rüzgârlar, yaklaşan ayinin kokusunu taşıyor. Dolunay bize sırtını dönmeden harekete geçmeliyiz.”

Başımı kaldırdım…

“Mektupları götüreceksiniz. Her krala tek tek teslim edeceksiniz. Bu sadece bir çağrı değil…hayatta kalmak için son bir hamle. İhsen’in kaderi bir haftadan daha kısa bir sürede çizilecek. Ve bu kez hata payı yok.”

Sesim yorgundu ama emirlerimde tek bir tereddüt yoktu.

Bakışlarım tekrar parşömenlere kaydı

“odadan ayrıldığınız an portalları açın. Üç ülkeye üçer cadı gitsin. Her biri yanlarında iki muhafız taşıyacak. Svelyn’e gidecek cadı ise mektubu yalnızca teslim etmekle kalmayacak…Zarivora’nın ordusunu ne kadar hızlı hareketlendirdiğini de bize bildirecek.”

Cadıların arkasında bir mırıltı yükseldi; sihirlerinin ince tıslamasını andıran karanlık bir uyum.

Ben mektupları elime alıp Paragonda’ya uzattım.

“Bu mektuplar,” dedim, “yalnızca müttefiklere haber değil. Aynı zamanda bir uyarı. Dolunay doğmadan önce tüm ordular Tshuka Ovası’nda olacak. Gecikirlerse… hepimiz kaybederiz.”

Cadılar mektupları aldığında odanın ışığı bir anlığına söndü. Sanki gölgeler onların bedenine çekilmişti.

Cadılar arkalarını döndü, odanın kapısına doğru yürüdüler.

Her adımında pelerinleri ahşapları öpüyor, ince bir sis tabakası kaldırıyordu.

Kapıya vardığında tek cümle söyledi:

“Bütün yollar geceye akar. Biz o rüzgarın gölgesinde yürüyeceğiz kralım.”

Ardından kapı açıldı. Koridorlarda şiddetli rüzgar uğuldadı. Üç cadı grubu aynı anda büyü fısıldadı ve sarayın avlusunda üç karanlık yırtık çiçek gibi açıldı. Portallar, ay ışığıyla kararmış bir mavinin derin tonlarını taşıyordu. Onların içi, hem aydınlanma hem de yok oluş vaadiyle titreşen, bakılması imkânsız bir boşluktu.

Cadılar portallara tek tek adım attı.

Ve bir anda… her şey bitti. Ortam sessizliğe gömüldü.

Henry: “Artık geri dönüş yok,” dedi. Gözleri, portalların söndüğü boşluğu izliyordu. “Ve bu yolda, senin yanında ölmek zorunda kalsam bile, bir kez olsun şikâyet etmeyeceğim.”

 

 

 

Bölüm : 29.11.2025 23:08 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...