
Kleoranın anlatımıyla...
Yine aynanın karşısında, özellikle benim için diktikleri, zarif omuzlarımı açıkta bırakan, çiçek desenli elbiseyi üzerime geçirdim. Görünüşüm, tıpkı bir prensese, bir asilzadeye benziyordu. Onlar gibi doğmuş olsaydım da gerçekten özgür olabilir miydim?
Ben özgür bir kadınım. Özgürlük, canının çektiği her şeyi, istediğin an yapabilmek demek değildir. Gerçek özgürlük, karşı çıkabilmek, hayır diyebilmek, arzulamadığını yapmamaktır. Oysa asilzadelerin böyle bir lüksü yoktur; onlar daima ağırbaşlı olmalı, katı kurallar ve titizlikle hazırlanmış planlarla hareket etmelidirler.
Pürüzsüz parlayan cildim ve hafif makyajımı kendimde gördüğümde, elimle yüz hatlarımı dikkatle inceledim. Bu bendim; fakat sanki kendimin farklı bir yansımasıydı. Kendimi böyle görmek beni memnun etse de, bir yandan da tuhaf bir his uyandırıyordu; sanki olduğum kişiden bambaşka biri gibiydim. Yalnızca yüzüm bana aitti...
Derin bir ah çektim ve odamdan dışarı süzüldüm. Ben burada kişisel çalkantılarla boğuşurken, Olivera ve Ozarius küçük birlikleri eğitip istikrarı koruyorlardı. Geldiğimden beri onları görme fırsatım olmadı; benim aksime, çok daha fazla sorumluluk sahibiler. Bir komutandım ama ailevi gaileleri olan bir komutan.
Duygusal karmaşamı, Milruna'nın komutanına yansıtmamalıyım. Bu meseleleri bugün hal yoluna koyabilirsem, Kraliçe ile arama bir çözüm bulabilirsem, yarın Milruna'nın komutanıyla tanışabilir, ordunun talimlerine destek verebilirim. Ben, düşman bir ülkenin ordusunun komutanıyım; eminim benim eğitimlerim onlar için epey faydalı olacaktı.
Cadıların marifetiyle açtığı portallar sayesinde, diğer krallar ve kraliçeler Milruna'ya göz açıp kapayıncaya kadar geldiler. Geldiklerinden bu yana toplantı odasında, harita başında yoğunlaşıyorlardı. Görüşmelerde ordulardan, savaş planlarından ve donanmalardan bahsediyorlardı. Birkaç güne kadar savaşa doğru yürüyecektik. Henry iki gündür benimle pek vakit geçiremiyordu. Ben de bu sırada Kraliçe Elara'ya kendimi kabul ettirmenin bir yolunu bulmaya çalışıyordum. Ona kendimi kanıtlamak istiyordum, zira ikisinin arasındaki nizaa benim yüzümden kötüleşemezdi. Beni kızı gibi görmese de, en azından gelini olarak benimsemesini diliyordum.
Aşağı inip kahvaltı sofrasına yöneldim. Kral ve Prens, yoğun mesaileri yüzünden toplantı odasından henüz çıkmamıştı. Kraliçe Elara masada yapayalnız oturmuş, kahvaltıya bensiz başlamıştı. Büyük bir iştahla keklerden yiyor, meyve suyundan yudumluyordu. Yanı başında yardımcısı Fiona bekliyordu. Bu kadın, sanırım Kraliçenin en sadık hizmetkarıydı.
Henry'nin daima oturduğu sandalyenin hemen yanındaki sandalyeye geçtim ve yüzüme ılımlı bir tebessüm yerleştirip Kraliçeye, "Günaydın!" dedim.
Kraliçe yüzüme bakmadı, beni duymuyor gibiydi. Fiona, gözlerinde acıyan, merhametli bir ifadeyle yüzüme baktı.
İradesizce gerildim, omuzlarımı daha da dik tuttum. "Kendine gel Kleora," diye içimden fısıldadım, "kendini kabul ettirmen için önünde daha koca bir gün var." Fiona'nın bakışları karşısında, sanki hiçbir şey olmamış gibi gülümsemeye devam ettim.
Masa çayın yoğun, buğulu dem kokusuyla doluyken bu kadın neden meyve suyu içiyordu ki? Acaba bu kadar genç ve çekici görünmesinin altındaki sır bu muydu? Yine de prensiplerimden vazgeçmeyip çay içecektim. Yanıma bir hizmetçi geldi; açık mavi tonlarında elbisesi ve üzerinde beyaz önlüğü vardı.
"Leydim, ne yemek istersiniz? Ne içersiniz? Söyleyin lütfen."
"Ahh hayır, kendim yapabilirim. Lütfen siz zahmet etmeyin," dedim kibar bir dille. Hizmetçi geri çekildiğinde Kraliçe, sert ve soğuk sesiyle bana yanıt verdi:
"Bu onların işi. Bunun için para alıyorlar. Gereksiz nazikliğinize lüzum yok."
Açıkçası, bu yanıt bana dokunmadı ya da üzülmedim. Kadının tavrı bana en başından belliydi. "Sessiz kal. Düşün, onun rızasını nasıl kazanabilirsin?"
"Haklısınız," dedim ve hizmetçinin tabağımı doldurmasına izin verdim. Hizmetçi, Kraliçenin sözünden sonra epey tedirgin olmuş gibiydi; tabağı tutan elleri titremeye başladı. Ben de gerildim, sırtım daha da dikleşti, ellerimi bacaklarımın üzerine koydum. "Saçmala Kleora, Henry her zaman yanında olmayacak. Bu kurtlar sofrasında yalnızsın, aklını kullan."
Masada arzuladığım o sükûnet tesis olduğunda, Kraliçe Elara yüzüme bakmadan konuşmaya başladı: "Oğlumla ne zaman tanıştın?"
Kraliçenin bakışı yüzümden kayıp tabağıma indi. Sanki orada görünmezdim. Ahh, savaş bu masadan daha dürüst. Oğullarına şefkatliyken, bana tavrına bak! Kahvaltı masasında beni yiyip bitirecek gibiydi.
"Onunla bir ay önce Svelyn topraklarında tanıştık," dedim yüzüme yapay bir gülümseme kondurmuş. Beni kabul edene kadar bunlara katlanmalıydım.
Bakışları masada iştah açıcı bir şekilde kokan patates püreli keklere indi. Fiona, anlar gibi hemen onlardan birini Kraliçenin tabağına yerleştirdi. Ben de önümdeki göz alıcı tabağıma baktım; hizmetçi üzümlü kek ve bir tane de tatlı ekmek koymuştu. Elime alıp ağzıma götürdüğümde Fiona'nın yüzüme küçümseyerek baktığını gördüm. Hemen tabağa geri koyup, çatal ve bıçak kullanmaya başladım.
Elara yine o ince ses tonuyla sükûneti bozdu: "Savaş bittiğinde ne olmayı düşünüyorsun?"
İştahım kaçtı. Neşemi bozan bir soruydu ama yine de "Hayatta kalmayı," dedim soğuk bir tonda.
Kraliçe masadan kalktı, belli ki sabrının son sınırındaymış gibi derin bir nefes verdi ve hızla uzaklaştı. Bu tavırlar kimeydi? Ah, önümde gerçekten çetin bir yol vardı. O gittikten sonra keki elime alıp öyle yemeye başladım.
"Mmm... Ne kadar da lezzetli," dedim ağzım doluyken. Şeftali suyu, cam karafın ardından, tıpkı bir altın gibi bana bakıp ışıldıyordu. Hizmetçi yanımda hazır bekliyor, benden bir emir almayı umuyordu, ama ben kimseye emir vermek istemiyordum. Eteğimin uçlarını avuçlarımın arasına alıp sıktım. "Lütfen bana biraz şeftali suyu ikram edebilir misiniz?" diye ricada bulundum çekingen bir sesle.
Kadın hemen öne atıldı. "T-tabii ki leydim," dedi hızla bardağımı doldururken.
"Lütfen yanımda otur, masada tek kaldım," dedim hizmetçiye yalvaran gözlerle bakarken.
"Üzgünüm leydim, Kraliçe Elara bunu tasvip etmez."
"Sorun yok. Benimle birlikte birkaç şey tadıver."
"Yapamam leydim, orası Prens'in makamıdır," dedi korkudan gözlerini irice açmış.
"Bir şey olmaz, Prens böyle şeyleri dert edecek adam değil," dedim elinden tutup sandalyeye otururken. Hemen tabağına birkaç kek koydum. Korkuyla etrafına bakınıyordu. Sanki herhangi bir yerden Kraliçe çıkacak ve onu haşlayacakmış gibiydi.
"İsmin ne?" diye sordum güler yüzle...
"İ... İsmim Dilanya," dedi gerginlikten parmak uçlarını sıkarak.
"Memnun oldum Dilanya, ben de Kloera. Söylesene bana, Kraliçenin hoşlandığı şeyler nelerdir?"
"Çiçekler, çocuklar ve ahududulu kekler." Biraz daha rahatlamış gibiydi.
"Hmm, frambuazları nereden bulabilirim?"
"Sarayın bahçesinde olacaktır. Yardımcılardan birine söyleyin, getirsinler leydim."
"Sen bana bahçenin yerini göstersene," diye tekrar ricada bulundum; ince ve kurumuş ellerini avuçlarımın içine almıştım.
"Tabii," deyip ayağa kalktı.
Ben de onunla birlikte doğruldum. "Belki sarayda dostum olabilirsin Dilanya."
"Dostunuz ve yardımcınız olmaktan büyük bir onur duyarım leydim," dedi tekrar.
Elimde bir sepetle arkasından onu izliyordum. Yalnız başıma gitseydim bu koca sarayda mutlaka kaybolurdum. Sonunda tahta bir kapıyı açtığında, engün bir bahçeye ulaştık. Elma, portakal, armut, şeftali ve daha adını sayamadığım nice meyve ağaçları, göz alabildiğine peş peşe dizilmişti. Elma ağaçlarından birine yaklaştım ve zıplayıp iki tane elma kopardım.
Yürürken birini Dilanya'ya uzattığımda geri çekildi. "Sorun yok, kendi malınmış gibi kullan. Meyvelerin de adedini tutmazlar herhalde," dedim ve ısrarla tekrar uzattım. Bu sefer pek duraksamadan kabul etti.
Sonunda ahududu (frambuaz) çalılarının yanına geldiğimizde, geniş bir fundalıkla karşılaştık. Önde olanlarda pek meyve yoktu. Ortaya birikmiş taptaze meyveleri gördüğümde içim heyecanla kıpır kıpır oldu. "Bekle beni Kraliçe, senin için şahane bir kek yapacağım." Sepeti Dilanya'ya uzatıp, çalıların içine gözü kara bir şekilde daldım.
Bunu gören Dilanya, titrek bir sesle kısa bir çığlık attı. "LEYDİM! Ne yapıyorsunuz? Orası dikenli."
"Sorun yok. Bana bir şey olmaz," dedim daha da derine ilerleyerek. Çalıların dikenleri kollarıma battı, cildimi çizdi, elbisemi yırttı.
Ama oraya varmak her türlü fedakârlığa değdi. Hemen elbisemin üst katmanını toplayarak, çalılardan kopardığım taze ahududuları içine attım. Biraz yedim, biraz içine biriktirdim. Dilanya ise endişeden bir ileri bir geri yürüyüp çıkmam için yalvarıyordu.
"Biraz daha bekle..."
Çalıların içinden çıkmak istediğimde saçımdaki tokaya takıldı. "Lanet olası süsler," dedim tokamı kurtarmaya çalışırken. Elbisem daha da yırtıldı, bazı yerleri meyvenin kırmızı rengine bulaştı.
Çalılardan çıktığımda Dilanya'nın endişeden yüzünün bembeyaz kesildiğini gördüm. "Sakin ol, korkacak bir şey yok," dedim, elbiseme topladığım frambuazları sepete eklerken.
"Leydim, Kraliçe sizi bu halde görürse beni işimden eder! Leydim, lütfen, kenarda bir çeşme olacak, orada yüzünüzü ve ellerinizi yıkayın. Çamura ve meyveye bulaşmışsınız."
"Tamam," dedim derin bir nefes alarak. Çeşmede yüzümü ve ellerimi iyice yıkadıktan sonra Dilanya'dan beni mutfağa yönlendirmesini rica etmiştim. Nihayet mutfağa vardığımızda, bembeyaz saçlı, beyaz bir önlük giymiş uzun, sıska bir adam, Dilanya'yı azarlıyordu: "Nerede kaldın sen? Neden ortalıktan yok oldun?"
Yüzüme tehditkâr bir bakış atarak konuştum: "Benim yanımdaydı. Bir sorun mu vardı?"
Adam, ağzı açık bir ifadeyle yüzüme bakarken tek kaşını kaldırdı: "Sen de kimsin be?" Dikkatini kulaklarımdaki süslemeler çekmişti.
Hemen Dilanya araya girdi: "O... o, Prens Henry'nin nişanlısı."
Adam bunu duyduğunda yüz ifadesi anında değişti; korkusu ve endişesi her halinden fark ediliyordu. "Affedin leydim, benim hatam," dedi karşımda titreyerek.
Elimi havaya kaldırdım, masaya ve etrafa hızlıca göz gezdirdim. "Neyse. Söyleyin bakalım, buranın baş aşçısı kim?"
Adam hemen önüme geçti, başını saygıyla eğerek: "Benim leydim," diye yanıt verdi.
"Güzel. İsmin ne?"
"Dorfiy, efendim," dedi ellerini önünde kavuşturmuş bir vaziyette.
"Bugün ahududulu kekler yapılacak Dorfiy, sen de yardım edeceksin."
"Tabii ki efendim," dedi, sonra ekledi: "Özür dilerim, tam anlayamadım. Ne demek istediniz?"
İşaret parmağımla kendimi gösterdim, gözlerine ciddiyetle bakarken: "Ben ahududulu kekler yapacağım," dedim. Ardından işaret parmağım ona döndü: "Sen bana nasıl yapılacağını öğreteceksin."
Gözleri irice açıldı, elleri titredi. "Ohh leydim, bu Prens'in hiç hoşuna gitmez. Lütfen ben yapayım, siz beni gözlemleyin."
"Şu an memnun etmen gereken kişi benim," dedim, sesimde en ufak bir tartışma payı bırakmayarak.
Hemen koşarak un çuvalını masanın yanına sürükledi, tahta kapları ve kaşıkları çıkardı. Deneyimli bir komutan gibi hizmetçilere emirler yağdırmaya başladı: "Sen kümesten yumurtaları getir, sen şeker çuvalını içeri taşı, su bitmiş onu doldurun, ineklerden taze süt getirin!" Sağa sola buyruklar savuruyordu.
Masaya yaslanıp onu izledim. Demek büyük bir mutfak böyle yönetiliyordu. İçerisi soğan ve lahananın keskin kokusuyla doluydu aslında.
Kısa bir süre içinde masanın üstünde ve etrafında gereken tüm gereçler yerleştirilmişti. Adam önüme tahta bir kap koydu, yumurtaları uzattı.
"Ne yapmam gerekiyor?"
"Yumurtaları kırın leydim."
"Nasıl yapılıyor?"
Adam yumurtanın birini alıp kabıma dökecekken onu hızla kenara ittim. Sanırım biraz sert davranmıştım; Dorfiy dengesini kaybedip un çuvalının üzerine yığıldı.
"Ahh, çok özür dilerim! Sadece kendi kabında göster, senin hazırladığın kap farklı olsun. Her şeyi ben yapmak istiyorum," dedim. Adamın kafası un çuvalının içine girmişti ama hırıltılı bir sesle: "Anladım leydim," dedi ayağa kalkmaya çalışarak.
Beyaz saçları una bulanmıştı; bunu gördüğümde duramadım, yüksek sesle kahkaha attım. Dorfiy, yüzünde acı bir ifadeyle kendi için bir kap aldı ve yumurtanın nasıl kırıldığını göstermeye çabaladı.
Aynen söylediğini yapmaya çalıştım. Yumurtayı masaya vurduğum an patlayıp sarısı su gibi yere akıp süzüldü. Dilanya hemen koşup: "Ben temizlerim leydim," dedi.
Dorfiy, sabırla tekrar yumurtanın kırılışını gösterdi: "Bakın leydim, daha ince ve zarif hareket etmeniz gerekiyor."
"Ne yani? Sence ben narin davranmıyor muyum?" dedim, sabrımın tükendiği noktada.
"Ohhh hayır, Leydim hayır! Siz son derece ince davranışlı bir kadınsınız," dedi titreye titreye.
Sonunda, üçüncü denemeden sonra yumurtanın aslında nasıl kırıldığını nihayet kavradım.
Hemen Dorfiy şeker çuvalına yöneldi, bir bıçakla ağzını açmaya çalışıyordu.
"İzin verir misin?" dedim ve bıçağı alıp çuvalı tek bir keskin hamlede yardım.
Daha sonra bıçağı sağ elimde parmak uçlarımda maharetle dans ettirerek gururla Dorfiy'e baktım: "Bu işler benim için çocuk oyuncağı."
"Dikkatli olun leydim, bir aksilik çıkmasın," dedi çuvaldan bir kâse şeker alırken.
"Sorun yok. Ben bu işlerde ustayım, bana bir şey olmaz," dedim gözlerimi kapatmış, kendimden emin bir ifadeyle.
"Sizin için dememiştim, kendim için demiştim," diye dudağının altında homurdandı.
Gözlerim hemen açıldı: "Ne?"
"Ahh, yok bir şey leydim. Pastayı yapmaya devam edelim mi?"
"Tamam, olur," dedim bıçağı masanın üstüne bırakmış.
Bay Dorfiy hemen bıçağı masanın üzerinden aldı ve Dilanya'ya uzattı.
Dorfiy'nin gösterdiği gibi un çuvalından bir kâse un alıp kaba dökecektim ama aceleci davrandığım için un havaya toz bulutu halinde yayıldı. Yüzüm ve saçlarım una bulandığında öksürmeye başladım.
Dorfiy yüzüme bakıp ellerini ağzına kapattı. Gülmemek için zorlanıyor gibiydi, gözleri yaşarmıştı.
"Zorlama, hadi gül," dedim kaptaki malzemeleri karıştırırken. Dorfiy, nefes almak için elini ağzından kaçırdığında yüksek sesli kahkahalara boğuldu. Yüksek, uzun ve sinir bozucu kahkahaları odayı doldurdu.
Dilanya hemen fırını yakmaya ve içine çalı, odun atıp ısıtmaya başladı.
Dorfiy ve Dilanya'ya baktım. "Söylesenize, insanlar hakkında ne düşünüyorsunuz?"
Dilanya hemen öne atıldı: "Eğer bütün insanlar sizin gibi nazikse, o zaman yıllarca haksız ön yargılı davranmışım demektir leydim. Siz çok iyi birine benziyorsunuz."
Dorfiy kısa bir tebessümle: "İnsanlar hakkında pek kafa yormak için vaktim olmadı, ama geçmişte yaşananların tamamının birer kurgu olduğunu düşünmüşümdür her zaman leydim. Onlara karşı kin beslemiyorum."
"Evli misiniz Bay Dorfiy?" diye sordum, kekimin üzerindeki hamura son şeklini verirken.
"Evet leydim, güzeller güzeli bir eşim var."
"Peki çocuğunuz var mı?"
"Henüz değil."
"Kaç yıldır evlisiniz?"
"Seksen yıl oluyor leydim."
Bu şaşırtıcı cevabı duyduğumda boğazımda bir yumru hiss ettim. Bu süre, neredeyse bir insan ömrü kadardı ve hala büyük bir umutla bir bebek bekliyorlardı. Keyfim birden kaçtı, kalbimde bir acı duygusu belirdi. Yutkundum, tekrar bir soru sormak istedim.
"Eğer çocuğunuz bir insana gönül verseydi, buna karşı çıkar mıydınız?"
Bunu duyduğunda hayretle yüzüme baktı: "Çocuğum onu içtenlikle seviyorsa yapmazdım. Zaten karşı çıkmamın bir anlamı kalmazdı leydim, kadere direnilemez. Birbirlerini sevmişlerse, Kâinatın Yaratıcısı (Lefur), onların bağlarını en baştan yazmıştır demektir."
İçim biraz huzura kavuştu gibi. Derin bir nefes verdim ve yüzümde hafif bir gülümsemeyle: "Sanırım haklısınız," dedim.
Dilanya'dan bir ses yükseldi: "Fırın yeterince ısındı."
Büyük bir özenle süslediğim kekimi, içten içe çatırdayan fırının içine attım. Sonra tekrar masaya yaslandım. Dorfiy ve Dilanya, sorularımdan sonra sessizleşmişlerdi. Benim de zaten tek dayanağım bu kekti.
Bir süre sonra Dorfiy fırına baktığında kekin piştiğini gördü. Kenarlarından çilek desenli bir bezle itinayla tutmuş, masaya getirmişti. Kokusu baş döndürücüydü, rengi mükemmeldi.
"İyi iş çıkardınız, Leydim," dedi Dilanya, keki hayranlıkla izlerken.
Bay Dorfiy, keki dikkatle dilimlerken: "Çok dikkatli olun lütfen, bu benim ilk pişirdiğim tatlı," dedim. Onu da Kraliçe için hazırlamıştım. "Beni sevsen iyi olur Elara."
Dorfiy, kekleri güzel bir porselen tabağa dilimleyip yerleştirirken, Dilanya yanına sıcak, mis kokulu bir çay hazırladı. Hepsini tepsiye yerleştirip bana sunduklarında. Yüzümde devasa bir gülümseme oluştu; hayranlık, mutluluk ve sevinç duygularının karışımı gibiydi. Hemen tepsiyi alıp çabuk adımlarla giderken, kapının önünde arkama bakıp: "Çok teşekkür ederim!" dedim ikisine.
Aceleci adımlarla dışarı çıkıp, Kraliçenin özel odasına doğru yürüdüm. Geniş merdivenlerden yukarı çıktığımda, koridor boyunca telaşla ilerledim. Heyecandan kalbim, kafesinden kurtulmaya çalışan bir serçe misali hızla çırpınıyordu.
Sonunda kapısına vardığımda tepsiyi sol elime aldım, sağ elimi yumruk yapıp havaya kaldırdım. Tam kapıyı çalmak üzereydim ki, Fiona'nın sesi içeriden keskin bir şekilde yankılandı:
"Gelinlerinin ikisi de farklı bir ırk. Oğullarının elflere karşı bir sorunu var galiba."
Elara, bitkinlikten tükenmişçesine mırıldandı: "Ah, oğullarımın kaderi sanki çürümüş, yıpranmış bir ipin ucunda, derin bir uçurumdan sallanıyor gibi geliyor bana."
Fiona'nın alaycı kıkırtısını duydum: "Bugün insan gelininiz, siz masada ona aldırmazken, eliyle keklere adeta gömülmüştü. Çatal, bıçak kullanma zahmetine bile girmemişti."
Elara'nın cevabı beklenenden ağırdı: "Ah, o benim gelinim olamaz. Henry, onu ne zaman buradan uzaklaştıracak? O nezaketten yoksun, inceliğin ne olduğunu bilmeyen bir kadını nereden bulup getirdi, anlayamıyorum."
Bunu duyduğum anda tepsi, irade dışı titreyen ellerimde ani bir sarsıntı yaşadı. Önümde duran, duvara asılmış parlak aynaya baktım; gözlerim dolmuş, kızarmıştı. Yüzüm çalıların çizikleriyle doluydu, saçım başım una bulaşmıştı. Kalbim alev almışçasına yandı, bacaklarım titremeye başladı. Bu hissettiğim artık sevgisizliğin boşluğu değildi; bu, derin bir şekilde incinen gururumdu. Ellerim aynaya bakarken daha da şiddetle titredi. Hala konuşuyorlardı ama ben ne söylediklerini duyamıyordum. Beynim çalışmıyor gibiydi, sesler bulanık ve anlamsızdı. Nihayet yutkunduğumda, gözlerimdeki yaşlar, kafeste tutulan bir kuşun aniden özgürleşmesi gibi hızla yüzüme akın etti.
Panik içinde, tepsi elimde mutfağa geri koştum. Tepsideki bardak devrildi, sıcak çay elime döküldü ama bu acı, kalbimin derin yarasının yanında bir hiçti. Mutfağa vardığımda tepsiyi masaya hiddetle çarpar gibi vurdum. Ağladım, hıçkırarak ağladım. Dizlerimin üstünde yere yığıldım.
"Beni hiçbir zaman kabullenmeyecek!" dedim hıçkırıklarımın arasında. Bay Dorfiy ve Bayan Dilanya hemen yanıma koştular. "Leydim, ne oldu? Lütfen bize anlatın."
Başımı iki yana salladım. Onlara bu durumu açıklamamın hiçbir anlamı yoktu. Ben, Kraliçe'nin gözünde her zaman paçavralar içindeki, nezaketten uzak bir kadın olacaktım. Hazırladığım keki ağzıma aceleyle tıktım. "Bu keklerin hiçbir kıymeti yoktu!" dedim ağlayarak, ağzım doluyken.
Kekleri yerken ve hıçkırarak ağlamam şiddetlendiğinde, sonunda nefessiz kalmıştım.
Ozarius, koşarak mutfağa girdi: "Komutanım, askerler hazır. Talimlere başlansın mı?" dedi tok ve gözü pek bir sesle. Duruşu dikti, üzerinde askeri bir üniforma vardı.
Onun sesini duyduğumda sanki zihnime yeniden kavuşmuştum.
Bay Dorfiy, hayretle yüzüme baktı: "Siz... s-siz komutan mısınız?"
Bakışlarım anında keskinleşti. Ağzıma tıktığım keki çiğnerken, elimle gözyaşlarımı sildim. "Ne yapıyordum ben? Ne yapıyorsun Kloera? Sen buraya ait değilsin! Sen süslü bir prenses değilsin, ömrünün uzunluğunu önemseyen bir elf hiç değilsin! Sen insansın, kısa ömrünü savaşlarda geçiren, şerefini asla ayaklar altına aldırmayan, sağlam duruşunu asla bozmayan bir komutan. Sen birinin tasdikini almamalısın. Sen onaylanacak bir kadın değilsin. Sen savaşan bir kadınsın, bir savaşçısın."
Sessizce ayağa kalktım. Bakışlarım sertleşti, duruşumu düzelttim.
"Birazdan yanınıza geleceğim!" dedim karşımda duran, soğukkanlı askere.
Ozarius lafımı duyar duymaz dışarı çıktı. Arkamı döndüm, beni hayranlıkla izleyen Dorfiy ve Dilanya'ya baktım. Masanın üzerinde az önce düzelttiğim tepsiyi elimin tersiyle geri ittim. "Biliyor musunuz? Kraliçenin canı cehenneme!"
Kapının önündeki bütün kutuları sertçe tekmeleyip hışımla dışarı çıktım. Merdivenlerden Henry'nin odasına yükseldim. Sabah terzilerden hazırlamasını istediğim askeri üniformam yatağın üzerine düzgünce serilmişti.
Hemen askeri giysimi giydim. Aynanın karşısına çıktım. İşte şimdi gerçek Kloera gibi görünüyordum. Öz Kloera, içimde yaşayan o insan kadın. Saçlarımı açtım, tekrar sıkıca ördüm, deri botlarımı ayaklarıma geçirdim. Geldiğimde yatağın kenarına bırakılan kılıcımı ve hançerlerimi aldım. Parfüm sürmedim, makyaj yapmadım.
Kraliçe merdivenlerden aşağı iniyordu. Ona bakış bile atmadım, bir rüzgâr misali hızla yanından esip geçtim. Nihayet çıkışa vardığımda arkamı döndüm. Kraliçe, şaşkınlıkla beni izliyordu.
Dudağımın kenarı hafifçe kıvrıldı. Bu sefer ona küçümseyerek bakan bendim. Kapıyı sert bir şekilde kendime çektim, bakışlarımız birbirine kenetlenmişken, ve arkamı dönüp oradan ayrıldım. Dışarı çıktığımda derin bir nefes aldım, temiz havayı ciğerlerime çektim. İşte ben buydum; gerçekten özgür bir kadın.
Kapının önündeki görevli askere baktım. "Ben Komutan Kleora Diatavetra. Komutanınızla derhal görüşmem gerek!" dedim tüm ciddiyetimle. Gardiyan başıyla onayladı.
Avluya indiğimde güneş, Milruna’nın heybetli taş duvarlarını kızıl bir çizgiyle okşayıp çekiliyordu. Gün boyu yükselen gürültü azalmış, yerini metalin kuru ve keskin tınısına bırakmıştı. Kalkanlar düzenle istifleniyor, mızrak uçları kontrol ediliyor, askerler yarının ağırlığını sessizce omuzlarına alıyordu. Milruna’nın avlusu büyük meşalelerle loşça aydınlatılmıştı. Ateş ışıkları elf zırhlarının üzerinde geziniyor, metal donuk ve soğuk bir şekilde parlıyordu.
Ben ise o ışığın içinde bir yabancıydım. İnsan derisi, insan kanı, insan nefesi... Elf topraklarında bunlar bir kusur sayılırdı. Avluya adım attığım an herkes duruldu. Fısıltılar kesildi. Askerlerin bakışları üzerime çivilendi. Zırhım üzerimdeydi ama bu bir güç gösterisi değildi; bu, kendimi tek parça ayakta tutma biçimimdi.
Kurtlar sofrasından ayrılıp, gerçekten Aslanların sofrasına mı gelmiştim?
Üniformam üzerimdeydi. Saçlarım titizlikle örülmüştü. Yüzümde ne un vardı ne de o yavan kek kokusu; ne saray ne de o sahte nezaket.
Olivera ve Ozarius gelmemi bekliyorlardı. Beni görür görmez yanıma yaklaştılar. Birlikte yürüdüğümüzde adımlarımız aynı ritmi buluyordu; bu, yıllar önce kazandığımız bir alışkanlıktı.
Ozarius yürümeye devam ederken sordu: "İki gündür nerelerdeydin?"
Bakışlarım bir şahin gibi ortamı süzerek yanıtladım: "Çözülme gerektiren sorunlarım vardı."
Avlunun ortasına doğru ilerlediğimizde bütün sesler tek tek sustu. Önce en yakın saflar... sonra arka hatlar... Bir dalga gibi yayıldı sessizlik. Kimse "sessiz olun" demedi. Kimse işaret vermedi. Beni tanımıyorlardı. Ama fark etmişlerdi. Ben bir insandım, bir kadındım ve üstelik bir komutandım.
Bir komutanın bakışı vardır. Ölçer. Tartmaz. Sezer. Onlar yüzüme baktığında bunu görüyordular.
Ben ise durmadım. Yavaşlamadım. Yürümeye devam ettim. Adımlarımı toprağa kararlılıkla basıyor, omuzlarımı gururla dik tutuyordum.
Milruna ordusunun komutanı, dev haritanın serildiği masanın başındaydı. Omuzları genişti, duruşu alışkanlıktan katıydı. Sarı, uzun saçlarını düşük at kuyruğu biçiminde toplamıştı. Bakışlarındaki ağır ciddiyeti herkese hissettiriyordu. Etrafında rütbeli subaylar vardı ama hepsi bir adım geride duruyordu. Bu, otoriteyi konuşmadan kurabilen özel adamlara özgü bir şeydi.
Bakışları haritadan ayrılıp bana döndü: "Komutan Kleora," dedi kalın sesiyle. İsmimi doğru söylemişti. Bakışları ne dostçaydı ne de düşmanca. Bu iyiye işaretti.
Ancak bana karşı bakışları farklıydı. Bir kadın olduğum için. Bir insan olduğum için. Ve hepsinden önemlisi... onlardan bambaşka olduğumdan.
"Demek Svelyn’in komutanı sensin," dedi sonunda. Sesindeki buz gibi soğukluk açık bir mesajdı: "Burada olman hoşuma gitmiyor" demekti.
Ellerimi yumruk yaptım ama yüzümde sakin bir ifade muhafaza ettim. Çünkü ben buraya bağırmaya gelmemiştim, kendimi ispatlamaya gelmiştim.
"Eski komutanı," dedim sakin ama kesin bir sesle. "Svelyn artık arkamda."
Bir anlık sessizlik oldu. Elf askerlerden biri hafifçe alaycı bir şekilde güldü. Küçümseyen bir ses.
İşte burası, dedim içimden. Ya boyun eğeceğim... ya da ayağa kalkacağım.
Komutan bir adım attı bana doğru.
"İnsanların savaşları karmaşıktır," dedi. "Yüreklilikleri vardır ama sabırsızdırlar. Elf ordusu farklı bir iştir."
Kalbim hızlandı. Ama yüzüm ifadesiz kaldı.
"Svelyn de bunu söylerdi," dedim. "Sonra askerlerini dar geçitlere yığar, ok yağmurunun altında çaresiz bırakırdı."
Avluda bir hareketlenme oldu. Bazı askerlerin omuzları gerildi.
Ben ise aldırmadan devam ettim.
"Elf orduları gösterişlidir," dedim. "Disiplinli. Sessiz. Ama bir şeyi gözden kaçırırlar."
Komutan kaşlarını çattı: "Neymiş o?"
"İnsanlar kaybetmeye alışkındır," dedim. "Ve bu onları öngörülemez ve tehlikeli yapar."
Bir adım daha attım. Artık yanan meşalelerin ışığı tamamen yüzüme vuruyordu. Unla kaplı mutfağı, Kraliçenin nefret dolu iç çekişini, Fiona’nın küçümseyici sözlerini düşündüm. Ve içimde bir şey çelikleşti.
"Ben savaş alanında büyüdüm," dedim. "Kadın olduğum için zayıf sandılar. İnsan olduğum için küçümsediler. Ama ben hayatta kalmayı başardım."
Sesim yükselmedi. Ama jilet gibi keskinleşti.
"Svelyn ordusu geri çekilirken sol kanadı açık bırakır," dedim. "Çünkü komutanları merkezden uzaklaşmaya korkar. Eğer Milruna bunu bilmezse, yarın yüzlerce elf askeri boş yere ölür."
Derin bir sessizlik çöktü. Rütbeli askerler birbirine baktı. Dikkatleri üzerimdeydi ama bu sefer nefretten ziyade merak barındırıyordu.
Komutan baştan aşağı beni süzdü. Bakışlarında artık küçümseme değil, titiz bir değerlendirme vardı.
"Bu bilgiyi neden bizimle paylaşıyorsun?" diye sordu.
Dürüst oldum. Çünkü yalan bana yakışmazdı.
"Çünkü ben ait olmadığım bir sarayda eğilmeyi reddettim," dedim. "Ve savaş alanı... hâlâ benim gerçek yerim."
Bana biraz daha yaklaştı, bakışlarında beni derinlemesine tartacak bir hesaplama vardı.
Sonra başını hafifçe yana eğdi.
"Yarın," dedi. "Talimi sen yöneteceksin."
Elf askerlerin arasında yoğun fısıltılar yükseldi. Komutan sesini yükseltti: "SESSİZLİK!"
Ben ise sadece derin bir nefes aldım.
İşte, dedim içimden. Şimdi buradayım. Aidiyet duyduğum yerde.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.24k Okunma |
589 Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |