
Milruna’nın sonu gelmeyen topraklarını aşıp ilerleyen ordu, sonunda Gemheris Nehri’nin kıyısına varmıştı. Haftalar süren yolculuk, askerlerin sabrını ve gücünü tüketmişti. Kavurucu güneş, ciltlerini yakıp kurutmuş, ara sıra yağan sağanak yağmurlar ise saçlarını sertleştirip yıpratmıştı. Önceki günlerde bir damla suya hasret kalan askerler, terden kavrulmuş haldeydi. Artık yalnızca birkaçının karnında yemek kalmıştı; bazıları için yedikleri son lokmaydı bu.
Nehre yaklaştıklarında, herkesin atı yavaşladı. Yağmurun ıslattığı toprak yumuşamış, etrafa taze ve keskin bir koku yayılmıştı. Bulutlar sabah güneşinin önünden çekilmiş, gökyüzü yeniden ışıldamaya başlamıştı. İşte o anda, elfler gözlerinin önünde devasa bir insan ordusunu gördü.
Legondarian askerleri düzen içinde duruyordu; ön saflarında uzun kızıl ve sarı saplı mızraklar taşıyanlar, sade ama sağlam kalkanlarıyla bir duvar örmüşlerdi. Onların ardında dimdik duran kral, göğsünü kabartmış, gözlerindeki gururu ve inadı açıkça belli etmişti.
Elf kralı Wild, beyaz atının üzerinde dimdik duruyordu. O da ordusunun önünde bir siper gibi yer almıştı. Altın kaplamalı zırhı Milruna’nın kudretini yansıtırken, yeni doğan güneş ışıkları parıldayarak üzerini adeta kutsal bir hale gibi aydınlatıyordu. Hafif rüzgâr saçlarını ve atının yelesini dalgalandırıyor, sanki doğa da bu yüzleşmeye tanıklık ediyordu.
Methian Krallığı’nın sembolüyle işlenmiş kılıcını göğe kaldırdı Wild. Hemen ardından kızıl zemin üzerine işlenmiş geyik boynuzları ve çam yapraklarıyla süslü Milruna bayrağı askerler tarafından gururla yükseltildi. Sessizlik, nehir kıyısını derin bir mezar gibi doldurdu.
Genç kral, tüm cesaretini toplayarak karşı tarafa seslendi:
Wild: “Kral Legondarian’a ve onun askerlerine selam olsun! Bugün buraya kan dökmek için değil, konuşmak için geldim. Biz savaş istemiyoruz! Kayıplar olmadan bu meseleyi çözersek, her iki taraf için de hayırlı olacaktır. Hepiniz bilirsiniz ki savaş yalnızca öfke ve kan getirir. Gelin, bu düşmanlığa son verelim. Geçmiş geçmişte kalsın! Elf halkı kin tutmaz. Biliyorum ki insanlar da böyledir. Size barışı teklif ediyorum!”
Wild’ın sözleri rüzgâr gibi yankılandı. Birçok asker şaşkınlıkla fısıldaşmaya başladı. Fakat Kral Legondarian susuyordu, gözlerini elf kralına kilitlemişti. Dakikalar sonra dudaklarından ağır kelimeler döküldü:
Legondarian: “Kral Wild… Asırlar süren düşmanlığımız hâlâ sürmektedir. Üzerinde yaşadığınız topraklar bize aittir. Eğer barış istiyorsanız, topraklarımızdan sessizce çekilin.”
Bu küstah sözler Wild’ın sabrını taşırdı. Kaşlarını çattı, hançerinin sapını sıkıca kavradı, dişlerini birbirine bastırdı. Yine de öfkesine yenik düşmeyip kararlı bir sesle karşılık verdi:
Wild: “Kral Legondarian, hepiniz bilirsiniz ki bu topraklar bize aittir. Asırlardır burada elfler yaşıyor. Eğer çözümünüz yalnızca savaşsa, öyle olsun! Biz hiçbir şeyden korkmayız. Ama barış, her iki halkın iyiliği içindi.”
Legondarian: “O halde, eğer gerçekten barış istiyorsanız, Milruna’dan çıkın!”
Wild’ın nefesi sertleşti, atının dizginlerini sıktı. Yüzünde derin bir öfke ve kararlılık belirdi. Birkaç saniye sessiz kaldı, sonra tüm gücüyle haykırdı:
Wild: “Biz Milruna’dan asla çıkmayacağız! Eğer bizi topraklarımızdan koparmak istiyorsanız, önce savaşı kazanmanız gerekir!”
Ordu sessizliğe gömüldü. Askerlerin kimi heyecandan nefesini tutmuştu, kimisinin ise elleri titriyordu. Wild, kılıcını havaya kaldırarak ordusuna seslendi:
Wild:“BUGÜN BURADA ÇOK CANLAR VERİLECEK, ÇOK KAN AKACAK! AMA HERKES BİLSİN Kİ, BU TOPRAKLAR UĞRUNA SAVAŞAN HER ASKER ONURUN BİRER TEMSİLCİSİ, GERÇEK BİRER SAVAŞÇIDIR! HER BİRİNİZ KAHRAMANSINIZ! BU GÜNÜN SONUNDA, RUHLARINIZ TARİHE KAZINACAK VE ASLA UNUTULMAYACAK!”
Kral Legondariana baktı, dudaklarını sıktı ve göğsünü parçalayan bir nefesin ardından, tarih kitaplarının kaderini değiştirecek o kelime dudaklarından fırladı:
“SAVAŞAAAAAA!”
Elfler aynı anda kılıçlarını göğe kaldırdı; mızraklar toprağa vuruldukça yeryüzü sarsılıyor, atlar kişneyerek acımasız bir fırtınanın habercisi oluyordu. İnsan ordusu yaklaşırken kalkanlar göğe kalktı, mızraklar çelik bir duvar gibi yükseldi. Ve çeliğin çeliğe çarpmasıyla doğan uğursuz çığlık, savaş meydanını bir lanet gibi doldurdu.
Her iki tarafın askerleri de merhametten yoksun, gözleri avını parçalayacak bir yırtıcının iştahıyla açılmıştı. Daha dakikalar geçmeden kan gövdeyi sarmış, cesetler yığıldıkça atlar bataklığa saplanır gibi yürüyemez hale gelmişti. Toprağın rengi çoktan kaybolmuş, kızıl kan her şeyi örtmüştü.
Gemheris Nehri’nin civarı, öfke çığlıkları, yaralıların iniltileri, atların acı dolu kişnemeleri ve çeliklerin birbirine çarpışından çıkan seslerle uğursuz bir yankıya bürünmüştü. Sanki bütün vadi, ölülerin lanetiyle yankılanıyordu.
Bu manzara içinde Kral Wild, düşüncelerini susturmaya çalışıyordu. Prens Henry ise kalkan gibi kardeşinin yanındaydı. Omuzlarını sıyıran kılıç darbelerinin acısına aldırmadan Methan hanedanının kılıcını savuruyor, gözleri acımasız bir parıltıyla düşmanları biçiyordu. Onun için bu savaş, sadece dakikalardan ibaret değildi; her saniye halkının ve kardeşinin yaşamı için verilmiş bir yemindi.
Wild, kılıcını sıkıca kavrayarak düşmanların arasına daldı. Üzerine at süren bir asker, kılıcıyla kralı hedef alsa da, darbeyi atın göğsüne yöneltmişti. Zavallı hayvan, birkaç saniye içinde acı dolu kişnemelerle yere devrildi. Wild’ın kalbi paramparça oldu. O at, kralın yol arkadaşı, sırdaşıydı; sadık dostu son anında bile onu sırtından atmamıştı. Fakat savaş acımasızdı, yas tutmaya vakit yoktu.
Wild hızla ayağa kalktı, dizlerinin üzerinde savaşmaya devam etti. Kılıcı ölümcül bir rüzgâr gibi savruluyor, karşısına çıkan her düşman çığlık bile atamadan yere seriliyordu. Kan, yüzüne ve zırhına sıçramıştı; saçlarına düşen telleri kanlı parmaklarıyla yüzünden geriye itiyordu.
Tam o anda bir emir yankılandı:
“OKÇULAR! OKLARI HAZIRLAYIN… FIRLATIN!”
Gök, yüzlerce okun karanlık gölgesiyle örtüldü. Wild göğsünde yakıcı bir acı hissetti. Elini oraya götürdü; parmakları kana bulanmıştı. Ok, göğsünü delip geçmişti. Daha nefesini toparlamadan ikinci bir ok sırtına saplandı.
Kral, neye uğradığını anlayamadan dizlerinin üzerine çöktü. Elindeki kanlı avuçlarına bakıyor, boğazından yoğun kan öksürüklerle dışarı fışkırıyordu. Yavaşça başını kaldırdığında Henry’nin titreyen sesi duyuldu:
“HAAAAYIIIIIIIRRRR!”
Henry kardeşine koştuğunda, Wild’ın gözleri kararıyordu. Zaman donmuş gibiydi; dünya uğultuya gömülürken Wild derin bir karanlığa çekildi.
……………………………………
O karanlığın içinde Wild, sonsuz bir soğukluğun içinde yürürken parıldayan bir kapı belirdi. Adımlarını oraya çevirdi. Ve işte yine aynı rüya… Söğüt ağacının altındaki o gizemli kız. Fakat bu kez bileği kanlar içinde, nefesleri kesik kesikti. Ağacın gövdesine yaslanmış, ölümle yaşam arasındaydı. Dudaklarından yalnızca bir kelime dökülebildi:
“Merhaba…”
Kız, gözlerindeki dehşeti gizleyemedi. Kanlar içindeki bu yabancı elfi ilk kez görüyordu. Ama kalbi, onu bırakmasına izin vermedi. Yanına koştu, narin parmaklarını Wild’ın göğsüne bastırıp yaraya doğru üflemeye başladı.
Wild acıyla inledi:
“Leydim… bunlar üfleyerek geçecek yaralar değil…”
Ama kız dinlemedi. Elleriyle yaralarına dokunurken gözlerini kapadı, başka bir dilde fısıldamaya başladı. Söğüt yaprakları rüzgârla hışırdarken, parmaklarının sıcaklığı ve sözlerinin yankısı, Wild’ın bedeninden acıyı silip süpürdü.
Birden, kan da yaralar da kaybolmuştu. Wild, dehşet ve hayranlık arasında donup kaldı. Gözleri bu mucizeye inanamıyordu.
“N… Ne…?!”
Başını kaldırdığında, uzun saçları rüzgârla savrulan kızın gözleri zümrüt gibi parlıyordu. Tatlı bir tebessümle onu izliyordu. Wild’ın dudaklarından hayranlıkla şu sözler döküldü:
“Tanrım… rüyada bile olsam uyandırma. Bitmesin bu an…”
Cesaretini toplayıp sordu:
“Adınız nedir?”
Kız sessizdi. Gözleri derin, bakışları sırlıydı. Cevap vermedi. Wild elini uzattı, sonra vazgeçti; onun korktuğunu düşündü. Fakat merakı ağır bastı:
“Peri kızı… lütfen bana adını söyle.”
Kızın tebessümü hiç kaybolmadı. Ama hâlâ sessizdi. Wild, son çare olarak işaret dilini kullanmaya çalıştı. Parmağını kendine uzatıp “Ben Wild” dedi, sonra kıza işaret ederek “Peki sen?” anlamında bir jest yaptı.
Kızın yüzü ışıldadı. Parmağını kendine dokundurup fısıldadı:
“Aphrida.”
Wild’ın kalbine sıcak bir şey yayıldı. O an, bu ismin hafızasına kazınacağını biliyordu.
Aphrida ise içten içe titriyordu. Sessizce dua etti:
“Tanrım… bu uzun boylu, zümrüt gözlü varlık kim? Onu gördüğümden beri kalbim delicesine atıyor… ama acı veren bir korkudan değil. İçim huzurla doluyor.”
Onun yanında beliren minik periler kulağına fısıldıyordu:
“O bir elf… uzak topraklardan geldi. Dilini Sapirun ile konuşuyor. Dikkat et Aphrida…”
Başka bir peri ise uyardı:
“Sakın güvenme. Tehdit olabilir, bizi yok etmeye geldi.”
Ama Aphrida yalnızca gülümsedi:
“Hayır… kalbi kötü değil. Ben hissedebiliyorum.”
Wild, bu esrarengiz sohbeti izlerken dayanamadı:
“Sapirun dilini biliyor musun?” diye sordu.
Kız gözlerini ona dikti, o büyülü sesiyle cevap verdi:
“Evet… biliyorum.”
Bunu duyan Wild’ın içi sevinçle doldu. Gözleri ışıldadı. Aphrida ise merakla sordu:
— “Sen bir Elf misin?”
Wild başını gururla salladı: “Evet. Elfler bilge ve ölümsüz bir ırktır. Kulaklarımız, bazen saçlarımız ve kültürlerimiz insanlardan farklıdır. Bizler zamanın üzerinde yürürüz.”
Aphrida merakını bastıramadı: “Peki insanlar kimdir?”
Wild kısa bir sessizlikten sonra yanıtladı:
— “İnsanlar, yaklaşık doksan ya da yüz yıl yaşayan, hızla yaşlanıp ölüme yaklaşan canlılardır. Fakat zekâları, çalışkanlıkları ve tutkuları onları güçlü kılar.”
Genç kral sonra bir an tereddüt etti, ama merakı ağır bastı:
— “Affına sığınırım… Ama sen neden burada yaşıyorsun? Ve insan değil misin? Görünüşün onlara çok benziyor.”
Kız, önce gözlerini kaçırdı. Dudakları titredi, sanki bu soruyu yanıtlamak istemez gibiydi. Ama Wild’ın içten bakışları onu konuşmaya itti. Çünkü bu genç Elf’i tanımayı o da aynı derecede arzuluyordu.
— “Ben…” dedi derin bir nefes alarak.
— “Ben insanlar gibi görünsem de onlardan farklıyım. Aslında hayatımda hiç insan ya da insana benzer bir varlık görmedim. Gözlerimi bu söğüt ağacının köklerinde açtım. Annem, babam yok… Bu ormanı hiç terk etmedim.”
Wild şaşkınlıkla fısıldadı:“Buna aklım ermiyor… Peki nasıl tek başına yaşadın bunca zaman?”
Aphrida başını kaldırdı, omuzunda oturan minik varlıkları işaret etti: “Yalnız değilim. Onlar hep benimleydi.”
Omuzlarında, bacaklarında duran küçük periler kanatlarını çırptı; sanki sözünü onaylıyordu. Aphrida derin bir iç çekti, sonra gözlerinde bir ışık parladı: “Ben sizin gibi değilim. Ben havayım, sudanım, ateşim ve toprağım. Elementlerin hepsini çağırabilirim. Tüm dilleri bilirim… ama onları konuşan canlıları hiç tanımam.”
Wild hâlâ inanmakta zorlanıyordu: “Peki ama… bu dilleri nasıl öğreniyorsun?”
Kızın sesi birden büyülü bir tınıya büründü:“Rüzgâr bana haber taşır. Uzak diyarlardaki sesleri fısıldar. Ateşten yükselen ağaçların çığlıklarını, ölen kuşların son ötüşünü, yeni doğan yavruların ilk cıvıltılarını duyarım. Doğanın bütün sırları kulaklarıma gelir.”
Wild, duyduklarından hiçbir şey anlamasa da, kızın yanında duran perilerin küçük elleri onun yanaklarına, burnuna dokunduğunda ince bir kahkaha attığını gördü. O an büyülenmiş gibi baktı.
— “Sen… çok masumsun.” diyebildi yalnızca. Sesinde hayranlık ve titrek bir şaşkınlık vardı.
Kısa bir sessizlikten sonra etrafına ve perilere bakarak sordu: “Peki burası… neresi?”
Ama yanıt alamadan birden gözleri ağırlaştı. Görüntüler dağıldı.
Wild gözlerini açtığında bir çadırın içindeydi. Başının altına yastık konmuştu, yerde serilen yatağın üzerinde yatıyordu. Gözleri önce bulanıktı, sonra lambaların titrek ışıklarıyla aydınlanan çadırı seçebildi. Yanında kardeşi Henry vardı; halının üzerine uzanmış, uykuda görünüyordu.
Çadırın içi el işçiliğiyle dokunmuş yastıklarla, yere serilen görkemli elf motifleriyle bezenmiş halılarla doluydu. Wild, üzerindeki battaniyeyi kaldırıp kalkmaya çalıştı ama yaralarının sızısı bedenini kasıp kavurdu. Rüyasında kaybolmuş olan acılar, şimdi yeniden ruhunu kemiriyordu.
Dişlerini sıkarak inledi: “Ahh… lanet olası yaralar…”
Genç kral, bedeninin ağırlığını dişlerini sıkarak taşıdı ve yardım almadan güçlükle ayağa kalktı. Adımlarını sürükleyerek çadırdan dışarı çıkmayı başardığında karşısına savaşın en acı manzarası çıktı. Askerler, kanlar içinde inleyen yoldaşlarını hızlıca çadırlara taşıyorlardı. Geceyi delen iniltiler, bitkin nefesler ve kanla karışmış ilaç kokuları kampın üzerine ağır bir sis gibi çökmüştü.
Wild, bu dayanılmaz acı senfonisine kayıtsız kalamadı. Kalbi sızlayarak yaralıların barındığı çadırlara yöneldi. Bu çadırlar, Elflerin görkemli ve zarif mekânlarından oldukça farklıydı. İçeride kasvetli bir hava hâkimdi; yanık otların keskin kokusu, kanın demir tadıyla birleşmişti. Gölgeler titrek lambaların ışığında duvarlarda dans ediyor, ortamı daha da tekinsiz bir hale sokuyordu.
Kral sessiz adımlarla içeri girdiğinde, ilk gördüğü manzara yüreğini parçaladı. Bir askerin yüzü, kılıç darbeleriyle tanınmaz hale gelmişti; derin kesikler kanla dolmuş, eski hâlinden geriye yalnızca acının izleri kalmıştı. Wild yaklaşınca asker güçsüz bir hamleyle kralın kolunu kavradı. Gözleri korkuyla değil, çaresizlikle parlıyordu.
Yaralı asker, titreyen sesiyle fısıldadı:
“Kralım… artık dayanamayacağım. Ölümüm kaçınılmaz. Ne olur, ben gittikten sonra ailemi koruyun… Onlara elinizi uzatın. Daha küçücük, beş yaşında bir çocuğum var.”
Bu sözler Wild’ın zihninde birden geçmişin kapılarını araladı. İstemsizce, babasının ölüm anı ve onun ardından gelen keder gözlerinin önüne geldi. Ama hatıraların arasında bir an parladı; mutlulukla gülüştükleri eski zamanlar… Çocukken, Geheris ve Henry ile birlikte şöminenin başına toplanışlarını hatırladı. Babaları, kraliyet tacını çıkarmış, rahat sandalyesine oturmuş olurdu. Wild ve Geheris, yere atılmış yastıkların üzerinde iki yanda otururken, küçük Henry babasının dizlerinde yerini alırdı. O anlarda babaları onlara eski masallardan parçalar anlatırdı.
Wild’ın aklında özellikle bir hikâye belirginleşti: “Beyaz Atın Altın Umutları.” O masalda zincirlenmiş bir at, türlü zorluklara göğüs gererek sonunda özgürlüğüne kavuşur ve dağlarda rüzgâr gibi koşmaya başlardı. O hikâye, kardeşlerin en sevdiği masaldı. Kral, hatıraların sıcaklığında kaybolmuşken yaralı askerin sesi onu gerçekliğe geri çekti.
“Ne olur, majesteleri… Eğer ölürsem ailem acıyla yaşayamayacak. Onları koruyun… Size yalvarıyorum, onların da ölüme sürüklenmesine izin vermeyin.”
Askerin yalvarışına diğer yaralıların iniltileri karıştı. Kimisi fısıldıyor, kimisi güçsüzce bağırıyordu. Her biri, kendi bedenini unutmuş, ailesini düşünüyordu. Wild’ın içi acıyla sarsılsa da yüzüne belli etmemeye çalıştı. Onların korkusunu, özlemini, sevdiklerine duyduğu bağlılığı çok iyi anlıyordu.
Kendi kendine düşündü: “Ne kadar da asil bir ruh… Ölümün kıyısında bile hâlâ ailesini düşünüyor. Kendi kaderini hiçe sayıp sevdiklerinin geleceği için kaygılanıyor…”
Kralın dudaklarından farkında olmadan güçlü ama sakin bir ses yükseldi:
“Hiç kimse endişelenmesin. Hepinizin ailelerine gerekli her yardım sağlanacak. Onların güvenliği ve huzuru için elimden geleni yapacağım.”
Bu sözler, çadırın ağır havasını bir nebze olsun dağıttı. Yaralı askerlerin gözlerinde derin bir minnet parladı. Acıları dinmemişti, ölümleri engellenmeyecekti belki, ama kalplerine bir umut serpildi. Ölümün soğuk gölgesini kabullenirken içlerinde, krallarının verdiği sözle birlikte huzur dolu bir sükunet yerleşti.
Wild, acılarla sarsılan bedenini zorlayarak çadırdan ayrıldı. Her adımı, içindeki pişmanlıkla ağırlaşıyor, zihni ise boğucu düşüncelerle örülmüş zincirler gibi onu sıkıştırıyordu. Dudaklarından titrek bir fısıltı döküldü:
“Benim suçum… Benim günahım… Yanlışlarımın bedelini onlar ödüyor. Ama nerede hata yaptım, hangi kararda yolumu kaybettim?”
Tam o anda arkasından tanıdık bir ses duyuldu.
Henry: “Ağabey! İşte buradasın… Her yerde seni aradım. Uyanır uyanmaz neden ayağa kalktın? Daha yeni ölümden döndün. Ölümü bu kadar mı özledin? Bilmiyor musun, giden bir daha asla geri dönemiyor?”
Wild, şaşkın ve biraz da mahcup bir şekilde döndü.
Wild: “Henry!”
Henry: “Evet, ben…”
Wild: “Ne oldu? Bana anlat.”
Henry derin bir nefes aldı. Yüzünde hem onurun ışığı hem de savaşın bıraktığı yorgunluk okunuyordu. Gözleri, yaşadığı bütün çelişkilerin arasında yine de huzur doluydu.
Henry: “Lefur’un (Tanrı’nın) ışığı bize yol gösterdi. Onun lütfuyla Milruna’yı savunduk ve daha fazla can kaybetmemizi engelledik. Fakat, bir an… seni sonsuza dek kaybettiğimi sandım. İçimdeki korku öyle büyüktü ki, zaferi görmez oldum. Yaraların çok derindi ağabey, hekim bile hayatta kalmanı mucize diye adlandırdı. Lefur seni bize yeniden bağışladı.”
Wild, kardeşinin sözlerini dinlerken derin düşüncelere daldı. “Rüyamda gördüğüm o kız… Gerçek olabilir mi? Yoksa sadece zihnimin bana oynadığı bir oyun muydu? Belki de iyileşmemin ardında onun gizemli elleri vardı.”
Sonra, düşüncelerini bastırarak Henry’ye cevap verdi.
Wild: “Evet, Lefur zaferi bize bahşetti. Ama bu zaferin yükü ağırdır. Milruna’ya döner dönmez, şehitlerin ailelerini bizzat gözetelim. Onların acısını dindirmek boynumuzun borcu. Şehitlerin yazdığı mektupları saklayın, tek bir harfi bile kaybolmasın. Onlar gelecek nesillere bırakılan son mirastır.”
Henry başını eğip kararlılıkla konuştu:
Henry: “Emredersiniz, majesteleri. Ben Prens Henry Methian, size ve Lefur’a yemin ederim ki şehit aileleriyle şahsen ilgileneceğim. Onların gözyaşlarını kendi elimle sileceğim.”
Bu sözlerin ardından Wild, kardeşinin omzuna elini koydu. Güçlü bir hamleyle onu kendine çekti, göğsüne bastırdı. Sesinde hem gurur hem de sarsılmaz bir bağlılık vardı:
Wild: “Zafer bizimdir kardeşim!”
İki kardeş, o gece zaferin gölgesinde kendi çadırlarına dönerek uzun süre konuşmaya devam ettiler. Kimi zaman geçmişten, kimi zaman gelecekten söz ettiler. Çadırın içinde yankılanan son cümle ise bir hakikat gibi kalplerine kazındı:
“Biz, tatlı düşleri acı gerçeklere tercih edenleriz…”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.24k Okunma |
587 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |