5. Bölüm

4 cü bölüm "Düş mü? Gerçek mi?

Sona Askerova
sonyammm

 

Aynı gün, orman boyunca herkes seferber olmuştu; düşmüş dallar, kırık kütükler ve kuru yapraklar toplanarak koca bir yığın haline getiriliyordu. Akşamın karanlığı ağır ağır çöküp gökyüzünü kan kırmızısı bir örtüyle örterken, kampın dışında yükselen odun yığını, ölüm sessizliğiyle çevriliydi. Yaralı askerler sessiz bakışlarla olan biteni izlerken, ölüler birer birer taşınıp yığının üzerine bırakıldı. Her birinin üzerine kuru örtüler serildi, odun parçaları dikkatle yerleştirildi.

 

Sonra askerlerden biri, titreyen elleriyle bir meşale uzattı. Alevler kuru dalları sarar sarmaz göğe yükselen ateş, adeta bir çığlık gibi yankılandı. Dumanın boğucu kokusu rüzgârla birleşip bütün orduya yayıldı; ölümün kokusu, yaşayanların ruhuna işledi. Gökyüzünde kararmış bulutlar, sanki bu hüzünlü vedaya şahitlik ediyordu.

 

Kral ve prens, ellerini göğüslerinde kenetleyerek askerlerinin bu son yolculuğunda yanlarında durdular. Wild gözlerini kapattığında, dudakları titreyip bastırılmış bir iniltiye dönüştü. Kapalı gözlerinden süzülen sıcak bir damla, soğuk cildine değdiğinde gece biraz daha ağırlaştı.

 

..........................................................................................................................................

 

Zaman ilerledikçe, yaralıların toparlanabilmesi ve askerlerin yeniden güç toplayabilmesi için kral, herkese iki haftaya kadar dinlenme süresi tanıdı. Bu bekleyiş günlerinde Henry ile Wild sık sık bir araya gelip yalnızca savaş değil, siyaset üzerine de uzun sohbetler ettiler.

 

Bir gün, Wild’ın yol gösterici olarak yanına aldığı Bay Zeyphrus ağır adımlarla kralın çadırına girdi. Elinde sararmış bir harita vardı; gözlerinde ise derin bir parıltı. “Kralım,” dedi saygıyla eğilerek, “Milruna’ya dönmek için yeni bir yol buldum. Sehri Nehri’nin kıyısından geçen bu patika, yolumuzu iki haftadan yalnızca beş güne düşürebilir.”

 

Zeyphrus’un sözleri ordu için umut verici görünüyordu. Fakat bu ani öneri, prensin kalbine ağır bir şüphe bıraktı.

 

Henry, kaşlarını çatarak konuştu: “Bu yolun pek kullanılmadığını duymuştum. Eğer gerçekten güvenli olsaydı, neden kimse tercih etmezdi? Bunun mutlaka bir nedeni vardır.”

 

Zeyphrus, hafifçe gülümseyerek karşılık verdi: “Majesteleri, Elflerin bile bu patikayı kullandığına dair kayıtlar vardır. Ve gördüğünüz gibi, sağ salim geri dönmüşlerdir.”

 

Wild haritaya eğildi. Çizim oldukça sade, hiçbir dikkate değer işaret barındırmıyordu. Bir an düşündü, sonra kararlılıkla başını kaldırdı:“Gidebiliriz! Zaten elimizde kalan erzak neredeyse tükenmek üzere. Ne kadar çabuk Milruna’ya varırsak, hepimiz için o kadar faydalı olur.”

 

Bay Zeyphrus, kralın kararını duyar duymaz derin bir saygıyla eğildi, vedalaşarak çadırdan ayrıldı.

 

Prensin yüzünde ise hayal kırıklığı ve isyana yakın bir ifade belirdi. “Ona bu kadar güvenmemelisin! İçimde beni kemiren bir huzursuzluk var.” dedi öfkeyle.

 

Wild sakin kalmaya çalışarak yanıtladı:“Sadece başka bir patikadan ilerleyeceğiz. Korkmana gerek yok.”

 

Ama Henry, yalvaran gözlerle ağabeyine yaklaştı. “Gideceğimiz yol bir yana… Onun varlığı bile beni rahatsız ediyor. Fark etmiyor musun ağabey? Bazen çağırdığımızda ortadan kayboluyor. Saatlerce dönmüyor, sonra hiçbir şey olmamış gibi karşımıza çıkıyor.”

 

Wild’ın yüzü ciddileşti, ama sözleri sertti: “Henry, o yıllardır sarayımızda görev yapıyor. Ailemizden biri gibi oldu. Böyle sadık birini bu denli yargılaman doğru değil.”

 

Henry başını iki yana salladı, sesi kararlıydı: “İçgüdülerim beni hiç yanıltmadı, şimdi de yanılmıyor. Milruna’ya döndüğümüzde onu takip ettireceğim. Bakalım perde arkasında hangi oyunların peşinde.”

 

Wild derin bir nefes aldı, kardeşine uzun uzun baktı.“Ben ona güveniyorum. Ama bu sana güvenmediğim anlamına gelmez. Dediğini yap, fakat her adımını bana bildirmeni istiyorum.”

 

Henry derin bir nefesle kabul etti:“Öyle olsun ağabey. Umarım yanılıyorumdur ve Zeyphrus senin dediğin gibi gerçekten temizdir.”

 

Prens, kralın önünde saygıyla eğilip vedalaştıktan sonra çadırdan ayrıldı. Arkasında, geceye sinmiş belirsizlik ve yaklaşan tehlikenin gölgesi kaldı.

 

..................................................................................................................................................................

 

Ordu, Milruna’ya giden yolu üç gündür aralıksız kat ediyordu. Yorgunluk, askerlerin yüzlerinden bir gölge gibi geçiyor, fakat yürüyüş devam ediyordu. Yaralılar, iki mızrak arasına gerilmiş kalın deri sedyelerle taşınıyor; omuzlarına yüklenen askerler adımlarını titizlikle atıyor, yaralıların iniltisi soğuk rüzgârın uğultusuna karışarak kayboluyordu. Bazıları atların terkisine bağlanmış, başları öne düşmüş hâlde taşınıyordu. En ağır yaralılar ise gıcırdayan tahta arabalara yüklenmiş, öküzlerin yavaş adımlarına mahkûm edilmişti. Tekerleklerden çıkan inilti, yol boyunca göğe yükselen acının sesi gibiydi. Toprak, akan kanla çamura dönüşmüş, her adımda ölümün izi kalmıştı.

 

Gökyüzünde yıldızlar, bu yorgun ordunun dönüşüne tanıklık ediyor; karanlığın ortasında parlayan her ışık, zafer ile kaybın birbirine karıştığı bu yolculuğa sessizce eşlik ediyordu.

 

Wild, siyah atının üzerinde dalgın dalgın uyuklarken, hayvan birden kişneyip toprağı sertçe eşeledi. Dizginleri sıkıca çekip gözlerini irice açtı; içinde bir huzursuzluk kabardı. At çırpınıyor, fakat sanki görünmez bir el tarafından tutuluyormuşçasına hareketleri engelleniyordu. Wild, şaşkınlıkla yere baktı ama karanlıkta hiçbir şey seçemedi.

 

Henry’nin sesi korkuyla titrekti:“Ağabey… sanırım bataklığa saplandık. Atlar hareket edemiyor!”

 

Wild, durumun ciddiyetini kavrar kavramaz kükreyen bir sesle emir verdi: “DURUN! HEPİNİZ GERİ ÇEKİLİN! BURADA BATAKLIK VAR, GERİ! ÇABUK, GERİİİ!”

 

Atının yelesini sıvazlayarak onu sakinleştirmeye çalıştı:“Sakin ol kızım… dayan, lütfen sakin olmalısın.”

 

Arka saflarda olan askerler panik içinde geri çekilirken, Wild ve Henry’nin atları giderek daha fazla batıyordu.

 

Henry, korkusunu bastırmaya çalışsa da sesi titredi:“Bir şey yapmalıyız, yoksa ikimiz de batacağız!”

 

Wild, yutkunarak karşılık verdi:“Endişelenme Henry. Ne kadar az hareket edersek o kadar şansımız olur. Çırpındıkça daha çok dibe batıyoruz. Atlarımızı da korkutuyoruz.”

 

Ama sözleri fayda etmedi. Atlar panik içinde kişniyor, çırpındıkça yapışkan toprak onları vahşi bir canavar gibi içine çekiyordu. Wild, çaresiz gözlerle altında çırpınan atının hızla batışını izledi. Çamur, bacaklarına ve hayvanın karnına kadar yükselmişti; sanki toprağın kendisi canlanmış, kurbanlarını yutmaya ant içmişti.

 

Titreyen parmaklarıyla dizginlere tutunan kardeşler, askerlerin uzattığı kalın halata umutla sarıldılar. Halat, bataklığın yanındaki bir ağacın dallarına bağlanmıştı. Önce Wild’e uzandı. Kral, titreyen elleriyle halatı beline doladı, iki kez düğüm attı. Askerler bütün güçleriyle çekerken dakikalar geçti; sonunda kral çamurdan kurtuldu. Çamurlu ayaklarını sağlam toprağa bastığında derin bir nefes aldı.

 

Sıra Henry’ye gelmişti. O ise göğsüne kadar batmış, neredeyse tamamen yutulmuştu. Ellerini güçlükle çıkardı, halata sarıldı. Çekişme uzun sürdü; yirmi dakika sonra prens de bataklıktan kurtulmuştu. Dizlerinin bağı çözülmüş, yere düşer gibi oldu. Sert toprağın üstünde diz çökmüş hâlde bir süre nefes aldı.

 

Soğuk hava, ellerindeki çamuru bir taş gibi sertleştirmişti. Parmakları uyuşmuştu; avuçlarının içine sıcak nefesini üfledi. Gözlerini kapadığında, bataklığa gömülen atlarının çaresiz çırpınışlarını hatırladı. Sesi öfke ve acıyla titredi:“Diri diri toprağa gömüldüler… Bu vahşeti unutma ağabey! Ve lütfen, yardımcının tavsiyesini hatırla.”

 

Wild, koyun yününden örülmüş kısa bir battaniyeye sarılmıştı. Kardeşinin sözlerini duyunca yüzü asıldı; keyfinin üzerine sanki kor dökülmüştü. “Ona karşı çok ön yargılısın. Bu yol sayesinde zaman kazandık. Zeyphrus da böyle bir ölümü istemezdi!”

 

Henry’nin sesi sertleşti: “Asıl sen hiçbir şeyi görmüyorsun! Daha ne kadar uyarmalıyım seni?”

 

Wild, gözlerini kaçırmadan karşılık verdi: “Beni uyarmana gerek yok, kardeşim. Sadece kendini tüketiyorsun.”

 

Henry, sesini alçaltarak ekledi: “Ben… senin pişman olmanı istemiyorum. Belki beni hiç dinlemeyeceksin, ama senden ricam bugünkü olayı unutma. Ona karşı dikkatli ol.”

 

Wild istemsizce derin bir iç çekti: “Öyle olsun kardeşim. Söz, tetikte olacağım.”

 

Ardından ordusuna dönüp yüksek sesle emretti: “Dinlenin! Yarın şafakta yeniden yola çıkıyoruz.”

 

Askerler dağılırken Bay Zeyphrus da diğerleriyle birlikte çalı çırpı toplamaya koyuldu. Kısa sürede küçük bir ateş yakıldı. Prens ve kral, aynı battaniyenin üzerinde yan yana oturmuş, ağır bir sessizliğe gömülmüştü. Geceyi ayın solgun ışığı, yıldızların parıltısı ve ateşböceklerinin dansı aydınlatıyordu. Baykuşların ötüşü ve çekirgelerin cırıltısı ise gerilimi biraz olsun hafifletiyordu.

 

Wild hafifçe gülümsedi: “Uzakta bir göl olmalı. Yemekten sonra yıkanabilirsin.”

 

Henry alayla cevap verdi:“Bana izin mi veriyorsunuz majesteleri?”

 

Wild’ın dudağı kıvrıldı: “Hayır. Sadece gölün varlığından haberdar etmek istedim.”

 

Henry başını eğip alaycı bir sesle karşılık verdi: “Sevgili kralım, sizin çok övdüğünüz Bay Zeyphrus bana haritayı öğretirken iyi kulak kesildim. Hatta bu konuda sizden daha usta olduğumu bile iddia edebilirim.”

 

Wild kahkaha atarak karşılık verdi: “Benden daha iyi olmanı inkâr edemem, prensim. Hele yemek ve şarapta benden fersah fersah öndesin!”

 

Henry’nin dudaklarına küçük bir tebessüm yerleşti: “Ahh ağabey… pazarda gizlice dolaşırken bir şarapçı keşfettim. Sarayımıza bile böylesi gelmedi. Sana da getireceğim; tattığında, onun lezzetinin ne kadar harikulade olduğunu anlayacaksın.”

 

Wild gürültülü bir kahkaha attı. Henry de gülmeye başladı. “Aramızı mı düzeltmeye çalışıyorsun? Ahh lanet olsun, hangi damardan girmen gerektiğini çok iyi biliyorsun!”

 

……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..

 

Yıldızlar, gecenin göğünü terk etmiş, yerlerini ufukta kızıl bir görkemle doğan güneşe devretmişti. Ordu, Yeşil Vadi’nin sık ormanlarını da geride bıraktıktan sonra nihayet Milruna’nın taş kapılarının önüne varabilmişti. Günlerdir süren savaşın acımasız yükü, sert rüzgârın keskin soğuğu ve ağır yaşam şartları askerleri yıpratmış, onların bedenlerini tüketmişti. Fakat şehrin kapıları açıldığında yorgun adımlar bir anda unutuldu.

 

Milruna halkı, kahramanlarını görür görmez çığlıklarla, sevinç gözyaşlarıyla sokaklara döküldü. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar, askerlerin üzerine avuç avuç çiçek ve gül yaprakları savuruyor, askerlerin göğüslerine sarılarak özlemlerini kemiklerine kadar hissettiriyorlardı. Her bir bakışta, hasretin yılları eritilircesine gözyaşları akıyordu. Kalabalığın arasından Kraliçe Elara da fırladı; statüsünü, görkemini bir an bile umursamadan oğullarına koştu. Onlara sarıldığında kalbinin derinliklerinden gelen bir çığlık gibi hıçkırdı. Ellerini oğullarının yüzlerine koyduğunda soğuğun buz gibi izini, yaraların acımasız izlerini hissetti. Gözlerinden süzülen parlak yaşlar şakaklarına düştüğünde, Kral ve Prens, annelerinin saçlarına kapanıp, onları öperek sanki yeniden doğmuş gibi huzur buldular.

 

Aynı günün akşamında Kraliçe Elara, zaferin şerefine görkemli bir kutlama düzenledi. Sarayın salonları ışıklarla donatıldı, müzikler geceyi doldurdu. Kraliçe, sadece halkı değil, müttefik krallıkların yüksek soylularını da davet etmişti. Fliruan Krallığı’ndan Prens Aelerion ve Prenses Soliyada Lianut, Manhan diyarının Kralı Dulam Montajiar, Lotherian topraklarından ise güzelliğiyle nam salmış Prenses Glowberry Teadarius sarayın misafirleri arasındaydı.

 

Glowberry’nin adı anıldığında salonda fısıltılar yankılandı. Çünkü herkes biliyordu ki, o siyah saçlı, koyu kahve gözlü, beyaz tenli ve pembe şarap tonlarındaki dolgun dudaklı prenses, küçüklüğünden beri yalnızca tek bir kişiyi sevmişti: Kral Wild. Bu aşk yüzyılları aşmış, kalbinde kök salmıştı. Ama karşılık bulamamış, yılların sessizliğinde sadece gözlerinde saklanmıştı. Glowberry, güzelliğiyle bütün salonu büyülerdi. Uzun, kömür karası kirpikleri her kırpıldığında çevresindekiler büyülenir, parıldayan dudaklarıyla gülümseyişinde diğer prenseslerin kıskançlığı açıkça okunurdu. Onunla tek bir dans etmek için sıraya giren prenslerin sayısı bitmezdi. Fakat Glowberry’nin kalbi çoktan bir kişiye adanmıştı, ve başkasına açılması imkânsızdı.

 

Altın sarısı, ihtişamlı elbisesiyle kapıdan içeri girdiğinde salonun bütün bakışları ona kilitlendi. Topuklarının çıkardığı yankı salonun duvarlarını titretti. Etrafında prensler ve lordlar dönüp dolaşıyor, her biri onun ilgisini kazanmak için uğraşıyordu. Ama Glowberry’nin bakışları, kalabalığın arasında sadece tek bir kişiyi arıyordu.

 

O sırada Prens Henry ve Kral Wild, arka sıralarda bir masanın kenarında, şarap kadehlerini ellerine almış sohbet ediyorlardı. Henry, prensesi görür görmez gülümseyerek kardeşine eğildi: “Bak, prensesin gelmiş.”

 

Wild gözlerini Glowberry’ye çevirdiğinde hafifçe irkildi. “Annem… onu da mı davet etmiş?” dedi şaşkınlıkla.

 

Henry, kadehini kaldırıp gülümseyerek, sesini alaycı bir tınıyla bastırarak konuştu: “Öyle görünüyor ki, Kraliçe Elara büyük oğlunu evlendirme niyetinde, kralım.”

 

Wild kaşlarını çatarak sertçe fısıldadı: “Kes şunu Henry. Kız yanımıza geliyor.”

 

Glowberry, yüzünde nazik ama gururlu bir tebessümle onların yanına yaklaştı. Elbisesinin kenarlarını usulca tutup eğilerek selam verdi. Zarif bir edayla şarap kadehini kaldırıp Wild’in gözlerine baktı.

— “Zaferinizin şerefine, kralım,” dedi yumuşak sesiyle.

 

Henry, hemen prensesin elini nazikçe kavrayıp üzerine ince bir öpücük kondurdu.

— “Böylesine güzel bir prensesin aramızda bulunması bizim için büyük bir şereftir,” dedi.

 

Prensesin dudaklarından bir kıkırtı yükseldi. “Teşekkür ederim,” diye karşılık verdi. Ardından Wild, prensesin diğer elini öperek usulca,

— “Hoş geldiniz, prensesim,” dedi.

 

Prenses, gözlerini Wild’den ayırmadı. Derin, içten bakan gözleriyle onu delip geçiyor gibiydi. Yutkunarak konuştu:

— “Duyduğuma göre yaralanmışsınız… Umarım ciddi bir şey değildir?”

 

— “Hayır, endişelenmeyin prenses,” dedi Wild, sesinde sakin ama uzak bir tonla. “Önemli bir yara değil.”

 

Kraliçe Elara onların sohbetini gördüğünde tebessüm ederek yanlarına yaklaştı. Glowberry ile sohbete dalıp, onun ailesini sordu. Wild ise sessizce geri çekildi. Kalabalıktan uzaklaşıp arka sıralara geçti, sonra da sarayın bahçesine çıktı.

 

Bahçe, gece yıldızlarının altında bir başka ihtişamla parlıyordu. Kraliçe Elara’nın elleriyle büyüttüğü rengârenk güller, geceyi bir rüya gibi süslüyordu. Wild derin bir nefes alıp gökyüzünü seyre daldı. Tam o sırada bir kadın sesi işitti.

 

Sesin sahibi yaşlı bir kadındı. Beyaz saçları omuzlarından sarkıyor, yüzündeki derin çizgiler bir ömrün ağırlığını gösteriyordu. Üzerinde yamalarla kaplı eski püskü bir elbise vardı. Elinde beyaz zambaklar tutuyordu, bir kısmı yere düşmüştü. Dizlerini ovuşturup inliyordu.

— “Lütfen yardım et oğlum,” dedi kısık ve titrek bir sesle. “Ayağım kaydı, düştüm… Ah şu yaşlılık… sırtım çok acıyor.”

 

Wild hemen yanına koştu, kadını kaldırdı, düşen çiçekleri topladı. Kadın güçlükle ayakta durabiliyordu.

— “Bu yaşlı kadına yardım ettiğin için teşekkür ederim evladım,” dedi titrek bir tebessümle. “Bu çiçekleri sarayın bahçesinden topladım. Bir sakıncası olmaz değil mi?”

 

Wild başını salladı. “Hayır. Burada kimse sana bir şey demez.”

 

Kadın, Wild’ın sözlerini duyduğunda dudaklarının kenarında solgun bir tebessüm belirdi. Sesi neredeyse bir fısıltı kadar kırılgandı:

“Sen… iyi kalpli birisin, genç kral.”

 

Wild şaşkınlıkla başını eğdi. İlk başta kadının onun kim olduğunu bilmediğini sanmıştı. Ancak bu sözler, kalbine gölgeler düşüren bir yankı gibi çarptı. Kadının yüzündeki o kırılgan ifade aniden dağıldı. Dudaklarının kenarındaki tebessüm söndü, yerini kasvetli ve korkunç bir çarpıklığa bıraktı.

 

Yüzü bir anlığına gölgelerle büründü; gözlerinin içindeki siyah, karanlık bir kuyunun derinliğini andırıyordu. Kemikli parmağını titreyen bir hareketle Wild’a doğru kaldırdı. Parmağı sanki üzerine düşen ay ışığını bile donduruyordu.

 

“Sen!” diye hırladı boğuk ve uğursuz bir ses tonuyla. Ardından kelimeleri bir hançer gibi kralın ruhuna sapladı:

“Senin üzerinde bir lanet var, oğlum. Kaderin laneti. Bugüne dek sevdiklerini hep acı içinde kaybettin… Ve kaybedeceksin! Acının gölgesi seni bırakmayacak. İleride çığlıklar duyuyorum, gözyaşlarının selini görüyorum. Bu lanet, uzak diyarlardan değil, kendi kanından gelecek. Senin canın… senin kanın… senin canını almaya çalışacak!”

 

Kadının sesi, rüzgârın uğultusuna karışarak çevreyi doldurdu. Sözleri sanki taş duvarlardan yankılandı; bahçedeki güllerin bile yaprakları titreşti.

 

Wild’ın yüreği sarsıldı. Gözbebekleri büyüdü, alnına soğuk bir ter düştü. İçinde, açıklayamadığı derin bir korku yankılandı. Bir adım geriye çekildi, dizlerinin hafifçe titrediğini fark etti. Kaşları şaşkınlıkla yukarı kalkmıştı; gözleri, gördüğü bu uğursuz yüzü anlamlandırmaya çalışıyordu.

 

 

 

Wild bir adım geri adım attı. “Kimsiniz siz?” diye sordu, sesi titreyerek.

 

Tam o anda Henry çıkageldi. Kaşını kaldırıp alaycı bir gülümsemeyle, “Kiminle konuşuyorsun ağabey?” dedi.

 

Wild hızla arkasına döndü. Ama kadın kaybolmuştu. Gözleri dehşetle büyüdü.

 

Henry endişeyle baktı.“Rengin bembeyaz olmuş. Bir şey mi oldu?”

 

Wild yutkundu. “Hayır… hiçbir şey yok. Endişelenme,” dedi, ama kalbinde yaşlı kadının uğursuz sözleri yankılanmaya devam ediyordu.

 

 

 

...................................................................................................................................................

 

Wild, Milruna’ya döndükten sonraki günlerde her ne kadar ailesiyle vakit geçirmek istese de kendini odasına kapatmıştı. Zaferin ilk günlerinde halkının sevinç çığlıkları arasında kısacık bir huzur tatmış, birkaç kez tebessüm etmişti. Fakat bu sevinç çabucak sönmüş, yerini karanlık ve sessiz bir azaba bırakmıştı.

 

Kral, günlerce doğru dürüst yemek yemedi; bazen ağzına lokma atsa bile midesi kabul etmiyor, kusarak geri çıkarıyordu. Sanki ruhunun derinliklerinde, gözle görünmeyen yaralar açılmıştı. Bu yorgunluk, bedenin değil, bizzat ruhun kırılganlığından doğuyordu. Gözlerini her kapadığında, savaş meydanında ölen askerlerin çığlıkları kulaklarında yankılanıyordu. Atların vahşi kişnemeleri, ardından sessizliğe gömülen cesetlerin görüntüsü zihninden gitmiyordu.

 

Genç kral, daha önce çok sevdiğini kaybetmişti. O kadar çok gözyaşı dökmüştü ki, artık zihni onu korumaya çalışıyor, ağlamasına izin vermiyordu. Yüreğinin dolup taşmasına rağmen gözleri kuruydu. Sanki acı gözyaşına bile kıyamıyor, onu kendi içinde boğuyordu.

 

Bir akşamüstü, şöminenin alevleriyle aydınlanan odasında otururken, derin bir hüznün ruhunun özüne kadar işlediğini hissetti. Gözleri kıpırtısız ateşe kilitlenmişti. Tam o sırada kapı sertçe vuruldu.

 

TAK! TAK!

 

Wild, derin bir iç çekti. Yorgun ve isteksiz bir sesle,

“Girin…” dedi.

 

Kapı ağır bir gıcırtıyla açıldı. İçeri giren annesi, Kraliçe Elara’ydı. Yüzüne acı bir tebessüm yerleşmiş, gözlerinde oğluna duyduğu endişenin gölgeleri parlıyordu.

 

Wild, ateşten bakışlarını annesine çevirdi. Gözleri boş, ifadesizdi; omuzları çökmüş, yüzünde yalnızca tükenmişliğin izi kalmıştı. Dudaklarından kısık bir fısıltı döküldü:

“Anne…”

 

Elara yaklaşarak konuştu:

“Savaştan döndüğünden beri böylesin. Ne doğru dürüst yemek yiyorsun, ne de bizimle vakit geçiriyorsun. Senin için endişeleniyoruz, oğlum.”

 

Wild, gözlerini yeniden ateşe çevirdi. Sesi donuk ve soğuktu:

“Endişelenmenize gerek yok… iyiyim ben.”

 

Kraliçenin sesi acıyla titredi:

“Hayır, iyi değilsin. Bunu gözlerinden görüyorum…”

 

Odaya sessizlik çöktü. Dakikalar ağır ağır ilerlerken yalnızca odunların yanarken çıkardığı çıtırtı duyuluyordu. Sonunda Wild yorgun bir nefes verdi ve kısık bir sesle konuşmaya başladı:

“Sadece… savaşta ölenleri düşünüyorum. Elfleri, insanları… Biliyor musun, zaferden sonra yaralıların çadırına girdiğimde, her biri acılar içinde kıvranıyordu. Yine de dudaklarından çıkan tek şey aileleriydi. ‘Öldükten sonra ailemize yardım edin’ diye yalvarıyorlardı. Bazıları daha aile kuramamıştı… Hayalleri yarım kalmış, hayatları başlamadan bitmişti.”

 

Elara derin bir kararlılıkla cevap verdi:

“Oğlum, eğer onlar savaşta ölmeseydi, insanlar topraklarımızı ele geçireceklerdi. İmparatorluğumuzun yarısı açlıktan ve soğuktan kırılacak, kalanlar ise işkenceyle zindanlarda çürütülecekti. Her bir kayıp askerimiz onurumuzdur, kahramanımızdır! Onlar hayatlarını siper etmeseydi, düşman gözlerimizin önünde eşlerimize tecavüz edecek, çocuklarımıza işkenceler yapacaktı. Onlar kendi canlarını, ailelerini ve halklarını korumak için feda ettiler. Bu yüzden kahramandırlar!”

 

Wild başını eğdi. Sesi dualar gibi çıkıyordu:

“Haklısın kraliçem… Ruhları Lefur’un ışığında kutsansın. Umarım öte dünyada gönülleri huzurla ve mutlulukla yaşar.”

 

Bir an sustu, sonra kısık sesle ekledi:

“Fakat… insanlar neden elflere işkence etmek istesinler? Neden böyle bir nefret duysunlar?”

 

Elara’nın gözleri kederle gölgelendi.

“Çünkü Kral Legondarian, her birinin kalbine kin ve öfke tohumlarını ekti. Zamanla o tohumlar büyüdü, güçlendi, kalplerinde kök saldı. İnsanlar bizden nefret ediyor, oğlum. Ve bizim iyi niyetimize asla inanmayacaklar.”

 

Kraliçe, oğlunun yanına oturdu. Alnına şefkatle bir öpücük kondurdu ve onu sımsıkı sardı. Wild, annesinin kollarında yıllardır özlemini çektiği güveni buldu. Başını annesinin dizlerine koydu, gözlerini kapattı. Sanki ruhunun yaralarına annesinin elleri merhem sürüyordu. O an, genç kral küçük bir çocuktu.

 

Elara, oğlunun beyaz saçlarını usulca okşarken çok alçak bir sesle fısıldadı:

“Bazen her şeyi kontrol edemeyiz, oğlum. Hayat deniz gibidir, biz ise kaptan. İstediğimiz limana gitmek isteriz ama bazen denizin dalgaları bizi bambaşka yönlere sürükler. İşte buna kader denir… ve kader karşı konulmazdır.”

 

Bu konuşma ve annenin sıcak sarılışı, Wild’ın kalbine işleyen bir merhem gibi olmuştu. Günlerdir gözlerine uyku girmiyordu; ama o an, annesinin kollarında kendini güvende ve huzurlu hissetti. Elara’nın şefkatli parmakları, beyaz saçlarını okşarken, alçak ses tonuyla söylediği eski bir ninni odanın içinde yankılandı. Kraliçenin sesi, sanki kralın yırtılmış ruhunun derinliklerine işleniyor, paramparça olmuş yaralarına görünmez dikişler atıyordu. Wild’ın göz kapakları ağırlaştı, kalbi dinginleşti ve birkaç dakika sonra tatlı bir huzurla derin bir uykuya daldı.

 

Genç kral kendini rüyasında, her zamanki gibi, o görkemli söğüt ağacının altında buldu. Kuşların cıvıltısı sabahın sessizliğini deliyor, hafif bir rüzgâr yüzünü okşuyordu. Güneşin ışıkları dalların arasından süzülüp, çevreyi altın bir parıltıyla aydınlatıyordu. Wild, bir süre gözlerini kapatarak rüzgârın saçlarını taramasına izin verdi. Fakat derinlerden gelen bir ses, onu huzurdan çekip aldı.

 

Etrafına bakındı; ancak kimse yoktu. Aphrida ortalarda görünmüyordu. Ses yaprakların arasından geliyordu. Wild dikkatle adımlarını attı, yaprakları araladığında küçük, ışıltılı bedenleriyle peri kızlarını fark etti. Minik varlıklar şaşkınlıkla birbirlerine fısıldıyor, gözlerinde haylaz bir parıltı taşıyorlardı.

 

“Bu bir elf!”

“Evet, size anlattığımız o elf bu!”

“Eminim Aphrida’yı arıyor…”

“Bizi fark etti, çabuk saklanın!”

 

Kıkırdayarak dağıldılar, ama Wild’ın aklındaki tek şey Aphrida’ydı. Onu görebilmek için etrafı dolaşmaya başladı. Çok geçmeden şelalenin altında, suların serinliği içinde, tanıdık o büyüleyici sesi işitti. Aphrida şarkı söylüyordu. Sözlerini anlamasa da sesi, doğanın kalbinden kopup gelen bir melodi gibiydi.

 

“Sen baharın güzelliğisin,

Sen doğanın kalbi…

Tutun hayata,

Kalbin göklere nasıl uçtuğunu gör!

Unutma kendini,

Unutma doğduğun toprağı…

Sev sana verilen her parçayı…”

 

Wild, büyülenmiş bir halde kenara oturdu. Gözleri peri kızından başka hiçbir şeyi görmüyordu. İçinden geçirdi:

“Ne yapıyorsun Wild? Resmen bir kızı gizlice izliyorsun…”

Ama gözlerini çevirmeye hiç niyeti yoktu.

 

Derin bir nefes alarak seslendi:

“Peri kızı… ben geldim.”

 

Aphrida irkildi, sesin geldiği yöne baktığında Wild’ı gördü. Önce yüzüne düşen utangaç bir kızıllıkla arkasını döndü, birkaç saniye öylece durdu. Sonra cesaretini toplayıp yeniden döndü.

 

Wild, gülümseyerek:

“Seni korkuttum mu?” diye sordu.

 

Aphrida başını iki yana salladı.

“Hayır, sorun yok…”

 

Sudan çıktı, nazik adımlarla Wild’a doğru yürüdü. Gözlerinde hem özlem hem sevinç vardı.

 

“Geldiğine sevindim,” dedi. “Uzun zamandır yoksun.”

 

Wild derin bir iç çekti.

“Evet peri kızı… Bazı sorunlar yaşadım.”

 

“Ne gibi sorunlar?” diye sordu Aphrida merakla.

 

“Can sıkıcı şeylerdi,” dedi Wild, bakışlarını kaçırarak. “Üzerinde konuşmak bile istemiyorum. Ve senin bu saf kalbini kirletmelerini hiç istemem.”

 

Aphrida sessizce onu izliyordu. Kral sessizliği bozdu:

“Peri kızı… burası neresi?”

 

“Burası Dejarus Ormanı,” diye yanıtladı Aphrida.

 

Wild kaşlarını çattı.

“Peki bu ormanın ismi ne?”

 

Kız kıkırdayarak cevap verdi:

“Dejarus. Peki sen ormanın ismini bile bilmezken, buraya nasıl gelebiliyorsun?”

 

Wild omuzlarını silkti.

“Bilmiyorum… Gerçekten bilmiyorum. Ama bir şey daha sormak istiyorum.”

 

Aphrida merakla gözlerini ona dikti.

 

“Burası gerçek mi? Sen… sen gerçekten var mısın?”

 

Kız, gülüşünü elleriyle kapattı.

“Tabii ki. Yoksa beni bir hayalden, bir rüyadan ibaret mi sandın?”

 

“Bilmiyorum,” dedi Wild. “Ama seni sadece rüyalarımda görebiliyorum. Buraya ancak uykuya daldığımda gelebiliyorum. Neden seni gerçek dünyada göremiyorum?”

 

“Bunun cevabını ben de bilmiyorum, kralım.”

 

Wild hemen düzeltti:

“Bana öyle seslenme. Bana sadece Wild de. Çünkü sen benim halkımdan değilsin, ama benim adımı kalbinle söylemeni istiyorum.”

 

Aphrida’nın yeşil gözleri uzun uzun kralın gözlerine kilitlendi. O an, sanki zaman dondu.

 

Wild derin bir kararlılıkla konuştu:

“Seni gerçek dünyada bulmak istiyorum. Söyle bana, seni nasıl bulabilirim?”

 

Aphrida’nın sesi rüzgarın fısıltısı kadar hafif, ama kalbe işleyen bir netlik taşıyordu:

“Eğer beni bulmak istiyorsan… kıtaların bittiği, okyanusların başladığı yere gelmelisin.”

 

Wild tam bir şey soracakken rüya silindi. Birden gözlerini açtı. Şöminenin ışığı hâlâ yanıyordu, annesi de onun yanında uyuya kalmıştı. Sessizce annesinin elini avuçlarının içine alıp öptü. Bu hareket, Elara’yı uyandırdı.

 

Wild, annesinin ellerine öpücükler kondurarak fısıldadı:

“Kraliçem Elara… Benim neye ihtiyacım olduğunu senden başka kimse bu kadar iyi bilemez. İyi ki varsın, annem.”

 

Elara gülümseyerek oğlunun alnını öptü.

 

Wild, gözlerini uzaklara dikerek kendi kendine mırıldandı:

“...Kıtaların bittiği, okyanusların başladığı yer.”

 

 

Bölüm : 13.09.2024 13:38 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...