6. Bölüm

5 ci bölüm "Kalbimin Mührü"

Sona Askerova
sonyammm

Kutlamalar sona erdikten sonra birkaç gün boyunca ruhumun en karanlık kuyularına düştüm. Her gece, uykumun derinliklerinde savaşın dehşet verici sahneleriyle yüz yüze geliyordum. Çığlıklar, kan, yıkım… Hepsi zihnime kazınmıştı. Her seferinde göğsümden kopan boğuk bir nefesle irkilip uyanıyor, bunun sadece bir kabus olduğunu anladığımda yorgun bir rahatlamayla yatağıma geri dönüyordum.

 

Zaferimizin ardından yapılan o görkemli kutlamalarda prenses Glowberry, Kraliçe’nin daveti üzerine sarayda kalmaya karar vermişti. Hatta Milruna’nın sokaklarını ve meydanlarını benimle gezmeyi planlıyordu. Fakat depresyonumun gölgesine o da tanık olmuştu. O dönemde yanımda kimseyi istemiyor, odamın kapısını yalnızca anneme ve sadık hizmetkârlara aralıyordum. Hizmetçiler günde beş kez uğrar, odanın düzenini sağlar, şöminenin ateşini harlar, banyomu hazır eder ve yemeklerimi getirip götürürlerdi.

 

Her ne kadar bu karanlık hâl uzun sürmese de, odadan ilk adımı attığım an bir nebze de olsa toparlandığımı hissettim. Annemle yaptığım son konuşma ve rüyalarıma giren o gizemli kadının yeniden belirmesi, üzerimdeki ağırlığı hafifletmişti.

 

Sabahın erken saatlerinde gözlerimi araladım. Balkona çıkıp serin sabah havasını ciğerlerime çekmek, ruhumu arındırmanın en iyi yolu olacaktı. Parmaklıkların soğuk demirlerine tutunarak gözlerimi kapattım, sabahın taze rüzgârının içime dolmasına izin verdim. Yavaşça gözlerimi araladığımda sarayın diğer kanadındaki balkonda oturan prensesi gördüm.

 

Glowberry, omuzlarına dökülen dalgalı siyah saçlarını çiçek motifleriyle süslenmiş gümüş bir tarakla usulca tarıyordu. Üzerindeki elbise ihtişamın ve zarafetin tek vücut olmuş hâliydi: Pembe atlas kumaşın üzerinde küçük güller işlenmiş, göğüs ve kol kısmını zarifçe çevrelemişti. Bir rüzgâr esintisiyle beraber gül kokusu bana ulaştı. İçimde bir titreme hissettim. Bu koku… Neden bu kadar büyüleyiciydi? Ne oluyordu bana? Yoksa gerçekten büyüleniyor muydum?

 

Onu izlemeye devam ederken aniden başını kaldırıp bakışlarını üzerime çevirdi. Göz göze gelmiştik! İçimdeki utanç alevlendi, yanaklarım kızardı. Hızla gözlerimi kaçırıp Henry’nin balkonuna yöneldim. Balkonlarımızı ayıran tek şey, ince gövdeli süs ağaçlarının oluşturduğu perdeydi.

 

Penceresini tıklattım. Büyük ihtimalle hâlâ uyuyordu, bu yüzden sabırsızca vurmaya devam ettim. Nihayet uykulu bir sesle “Girin!” dedi.

 

“Henry! Sana bir şey anlatmam gerek!” dedim telaşlı bir sesle. Ellerimi ovuşturuyor, odada ileri geri yürüyordum.

 

Henry, yastığına sarılmış, yarı kapalı gözlerle bana baktı. “Yine ne oldu?” diye homurdandı.

 

“Az önce balkondaydım. Prenses de oradaydı. Ben onu izlerken… beni fark etti! Ne yapmalıyım? Yanlış düşünmez değil mi?”

 

Henry bir kaşını kaldırdı. “Hangi prenses?”

 

“Sarayda kaç tane prenses var? Glowberry işte!”

 

“Si Lefur…” dedi içini çekerek, “Sabah sabah bunun için mi uyandırdın beni?”

 

“Cevap vermen gerek! Yanlış anlamasını istemiyorum!” dedim, art arda sorular sıralayarak.

 

Henry derin bir nefes aldı. “Bence hayır. Niye yanlış düşünsün ki? Ama sakın başka bir şey yapmaya kalkışma, yoksa kendini küçük düşürürsün.”

 

Bu sözler içimi biraz rahatlatsa da, sırtımdan soğuk terler dökülüyordu. Si Lefur! Savaş meydanında bile böylesine bir stres yaşamamıştım.

 

Henry birden sesini yükseltti: “Neden hâlâ kanepemde dikiliyorsun? Çık dışarı, uyuyacağım!”

 

“Tamam, gidiyorum,” dedim bozulmuş bir ifadeyle.

 

“Çıkarken kapıyı kapatmayı unutma. Ayrıca balkonun penceresini de ört, soğuk içeri doluyor!”

 

Öğle yemeğinde ilk kez ailemle birlikte masaya oturmuştum. Depresyon günlerimden sonra bu an garip bir huzur taşıyordu. Masada prenses de vardı ama yüzüne bakmaktan özenle kaçındım. Sessizlik hakimdi. Herkes kendi yemeğiyle meşguldü. Henry ise sinsice sırıtıyor, elindeki çatalı oynatarak bana bakıyordu. Si Lefur! Bu adam hiç uslanmayacaktı.

 

Sonunda sessizliği annem bozdu.

 

“Prenses, buraya geldiğinizden beri Milruna’yı gezme imkânınız oldu mu?”

 

Glowberry hafifçe başını eğdi. “Ne yazık ki hayır, Kraliçem. Yanımda bana rehberlik edecek kimse olmadı.” Sesinde her zamanki gibi sarsılmaz bir özgüven vardı, fakat gözleri daima yorgun görünür, teni soluk bir ışıltıyla parlar gibiydi.

 

Annem gülümseyerek cevap verdi: “Madem birkaç gün sonra ayrılmayı düşünüyorsunuz, buraları mutlaka görmelisiniz. Yarın kahvaltıdan sonra gitmeye ne dersiniz? Kral ve prens size eşlik eder.”

 

Prensesin dudaklarına narin bir gülümseme kondu. “Çok güzel bir fikir, Kraliçem. Topraklarınızın en güzel köşelerini görmekten onur duyarım.”

 

Yemek bitince herkes odalarına çekildi. Ben ise Kraliçe’nin teklifini Henry ile konuşmaya karar verdim. Bu tür meseleleri Zeyphrus’la da tartışabilirdim ama kalbimi ilgilendiren konuları her zaman kardeşimle paylaşmayı tercih ederdim.

 

Henry’nin odasına vardığımda kapıyı tıklattım. İçeriden tanıdık bir ses geldi: “Girin!”

 

“Merhaba kardeşim,” dedim dudaklarıma sahte bir gülümseme yerleştirerek. Henry yüzüme bakmadı. Av için hazırlanıyordu. Sırtına oklarını yerleştirmiş, siyah botlarının altın bağlarını sıkıca bağlıyordu.

 

“Yine ne var, ağabey?” dedi umursamazca.

 

“Nereye gidiyorsun?”

 

“Ormana. Avlanmaya.”

 

“Niçin?” dedim boynumu sıvazlayarak.

 

“Mahzendeki aslanlarımızı aç bırakmak istemiyorum.”

 

“Avına ben de eşlik etmek isterim. Bir şeye ihtiyacım var, zihnimi dağıtmaya. Hem okçuluğu da özledim.”

 

Henry omuz silkti. “Olur. Ahırda bekle.”

 

“Bana beş dakika ver,” dedim. “Oklarımı alıp geliyorum.”

 

Hızla odama dönüp rahat av kıyafetlerimi giydim. Kahverengi deri botlarımı geçirdim, oklarımı sırtıma taktım. Belki Henry’nin giysileri kadar gösterişli değildi ama iş görürdü. Koridorlardan yürürken aklım hâlâ prensesin üzerindeydi. Farkında olmadan ahıra varmıştım.

 

Henry, siyah atının ipeksi yelelerini parmaklarının arasından geçirerek okşuyordu. İkimizin de eski atları savaş meydanında can vermişti; belli ki o, kanlı zaferin ardından kendine yeni bir dost bulmuştu.

 

“Yeni atınla anlaşabildin mi?” diye sordum.

 

Bir süre sessizlik oldu. O, parmaklarını hâlâ atın yelesine daldırmış, sakin ve düşünceli görünüyordu. Ardından derin bir nefes aldı ve alçak bir sesle,

“Evet, öyle oldu,” diye cevap verdi.

 

“Dişi mi?” diye üsteledim.

 

Başını kaldırmadan, “Evet,” dedi.

 

“Peki, ona bir isim verdin mi?”

 

“Evet. İsmi Zümrüt.”

 

Kollarımı göğsümde bağlamış, ahırın girişinde taş duvara yaslanmıştım. Dudaklarımda alaycı bir tebessüm belirdi.

“Zümrüt mü? Senin değerli taşlarla aran hep iyidir, fakat hatırladığım kadarıyla beğendiğin kadınlara elmas hediye edersin.”

 

Henry bu kez yüzünü bana çevirdi, bakışlarında ciddi bir ışıltı vardı.

“Bu ismi ona çok yakıştırdım. Ayrıca en sevdiğim taş zümrüttür.”

 

Atının yelesini okşamayı sürdürdü, sonra ellerini boynuna dolayarak onu sıkıca kucakladı. At da sanki karşılık verircesine başını onun omzuna yasladı. Bu sessiz temas, ikisi arasında görünmez bir bağın doğduğunu anlatıyordu.

 

“Hadi,” dedi Henry, hafif bir gülümsemeyle. “Sen de kendine bir at seç, ağabey.”

 

Ahırda onlarca kraliyet atı vardı. Gözlerim arasında dolaşırken, bembeyaz yeleleriyle bana eski yoldaşımı anımsatan bir at dikkatimi çekti. Yanına yaklaştım, fakat at hırçın bir şekilde homurdandı, ön ayaklarını yere vurdu. Birkaç adım geri çekilmek zorunda kaldım.

 

O sırada uzun sarı saçlarını arkadan gevşek bir at kuyruğu yapmış, üstü başı kirli mavi tulumuna yapışmış samanlarla dolu bir elf yanımıza geldi. Elinde uzun bir süpürge vardı, yüzü yorgun ama gözleri canlıydı.

“Kendisi biraz huysuzdur, majesteleri,” dedi saygılı bir ses tonuyla. “Henüz kimse üzerine binmedi. Erkek bir attır, adı Ares. Ama dilerseniz başka bir isim de verebilirsiniz.”

 

Yüzümdeki gülümseme genişledi. “Sorun değil. Onunla anlaşabilirim. Bana birkaç elma getirebilir misin? Ormanda avlanmaya gideceğiz, yolda da sakin kalması için lazım olur.”

 

“Emredersiniz, majesteleri,” diyerek hızlıca uzaklaştı.

 

Atla yalnız kalmıştım. Hayvan, sanki beni görmezden geliyordu; başını sağa sola sallıyor, kuyruğunu hırçınca savuruyordu. Yavaş adımlarla yaklaştım. Önce başını ters çevirdi, sonra ön ayaklarını yere vurdu. Yine de pes etmedim. Bir adım daha attım, parmaklarımı usulca yelesine dokundurdum. Bu kez karşı koymadı.

 

Alçak bir sesle konuştum, sanki anlamasını istermişim gibi:

“Tamam, sakin ol. İyi çocuksun. Önce dost olacağız, sonra birlikte meydanlarda koşacağız.”

 

Kısa bir süre sonra elf geri döndü, elinde bir sepet dolusu kırmızı elma vardı. Birkaçını omzumdaki çantama yerleştirdim, ardından avucuma aldığım parlak bir elmayı atın ağzına uzattım. Hayvan tereddütle baktı, sonra usulca başını eğip elmayı dişledi. Ben de o sırada yelesini okşamayı sürdürdüm.

 

“Elbette dost olabiliriz,” diye fısıldadım kendi kendime.

 

Atım elmayı bitirdiğinde dizginlerini elime aldım ve yavaşça sırtına çıktım. Bedenimle yön verdiğimde huysuzluk yapmadı. İlk denemede böylesine sakin kalışı, bana onun güvenini kazandığımı hissettirdi.

 

Dik bir duruşla birkaç adım ilerledim ve birkaç bölme ötede hâlâ atının tüylerini tarayan Henry’nin yanına vardım. O, başını kaldırıp bana baktı. Bakışlarında hem şaşkınlık hem de onay vardı.

 

Henry, atın dizginlerini düzelterek bana doğru yaklaştı.

Henry: “Görünüşe bakılırsa atınla dostluk kurmayı başarmışsın.”

 

Wild: “Evet, öyle oldu galiba… ama hâlâ tam güvenmiyorum. Başta çok hırçındı. Hem ben onun ilk binicisiyim.”

 

Henry: “Anlaşıldı. İlkler herkes için zordur.”

 

Kısa sohbetimiz sona erdiğinde ikimiz de atlarımıza bindik ve ahırdan çıkıp ormana yöneldik.

 

Dizgini hafifçe hareket ettirdim, topuğumla atı uyardım. Ama o anlamazlıktan geldi. Bir kez daha denedim, yine tepki yoktu. Sonunda sabırsızca biraz daha sert davrandım. İşte o an her şey koptu.

 

At, göğe yükselen bir savaş çığlığı gibi kişnedi; ön ayaklarını havaya kaldırdı, demir nalın çarpışı ahırın taş zemininde yankılandı. Gözlerim bir anlığına karardı, dizginler avuçlarımın içini yakarak kayıp gitmeye çalıştı.

 

“Si Lefur! Hayır!” diye bağırdım ama çok geçti. At, yıldırım gibi fırladı.

 

Bedenim öne savrulmuştu, dişlerimi sıkarak tutunmaya çalışıyordum. Ağaçlar yanımdan bulanık gölgeler gibi akıp geçiyor, dallar yüzüme kamçılar gibi çarpıyordu. Kollarım yanıyor, bacaklarım titriyordu; her an sırtından savrulup taşlara çakılacağımı hissettim.

 

Kalbim göğsümü parçalayacak gibi çarpıyordu. Dizginleri geriye çektim, “Dur! Sakin ol!” diye haykırdım ama nafileydi. Rüzgar, gibi, önüne çıkan hiçbir şeye aldırmadan koşuyordu.

 

Korkunun en keskin anında içimde bir kıvılcım belirdi. Dizginleri değil, bedenimi kullanmaya karar verdim. Kalçamı dengeledim, belimi dikleştirdim, omuzlarımla yön vererek yanına fısıldadım:

 

“Sakin ol, asil çocuk… Dinle beni!”

 

Sanki bir mucizeydi. Önce adımları hafifledi, sonra bir çember çizerek hızını düşürdü. Burnundan derin derin soluklar veriyor, toynaklarının darbeleri ağırlaşıyordu. Sonunda tamamen yavaşladı, terle parlayan beyaz yelesi rüzgâr gibi omzuma çarptı.

 

Ben de nefes nefeseydim. Yavaşça indim, titreyen ellerimle onun boynuna sarıldım. Kalbim hâlâ fırtına gibi çarpıyordu ama birden fark ettim: Atımın’ın kalbi benimkine aynı ritimde vuruyordu.

 

“Elimden geleni yaptın… Aferin oğlum,” dedim kısık bir sesle, çantamdan bir elma çıkarıp avucumda ona sundum. Yavaşça yedi, gözleri daha yumuşak, daha güven doluydu.

 

“Demek tanışmamız böyle olacakmış… Bundan sonra adın Rüzgar. Çünkü sen, göklerin hızını taşıyorsun.”

 

Sırtında siyah benekleriyle beyaz gövdesi ay ışığında parladı. O an anladım: ne kadar hırçın olursa olsun, artık benimdi… Ve ben de onundu.

 

Dizginlerini sıkıca tutarak geri yürümeye başladım. Birkaç adım sonra Henry’nin sesini duydum.

 

Henry: “WİLD! AĞABEY! NEREDESİİN?”

 

Wild: “BURADAYIM! SESİNİ DUYUYORUM!”

 

Henry: “ORADA KAL! GELİYORUM!”

 

Dediğini yaptım. Büyük bir ağacın devasa köklerinden birinin üzerine oturup bekledim. Atımın dizginlerini hâlâ sıkı sıkıya tutuyordum. Birkaç dakika sonra Henry göründü.

 

Henry: “İyi misin ağabey?”

 

“İyiyim, merak etme.” dedim, yüzümde kocaman bir gülümsemeyle.

 

Her zamanki gibi ciddiyetinden ödün vermedi. Gözlerini kısarak yüzüme baktı.

Henry: “Tamam.”

Ben de “Tamam, hadi gidelim.” dedim.

 

Yol üzerinde büyük bir derenin kıyısına vardık. Sessizce çalılara gizlendik. Ellerimizde ok ve yay, nefeslerimizi tuttuk. Sessizlik dayanılmaz boyuta gelince söze girdim.

 

Wild: “Henry… yarın prensesle şehre ineceğiz.”

 

Henry: “Eee?”

 

Wild: “İçimde garip bir gerginlik var. Sebebini bilmiyorum.”

 

Henry: “Ağabey, gerçekten garip bir Elfsin. Endişelenmemen gereken şeyleri kafana takıyorsun; asıl dert etmen gereken şeyleri ise şakaya vuruyorsun.”

 

Sesi her zamanki gibi azarlar tondaydı. Çaresizce yüzüne baktım.

“Eee, tamam… ama stres yapıyorum işte. Ne yapmalıyım? Bana bir tavsiye ver.”

 

Henry yayını indirdi.

Henry: “Ahh, peki. Belki de prensesten çekindiğin bir şey vardır. Onunla daha fazla zaman geçir. Sen bir kralsın! Çocukça tavırlarını bir kenara bırak. Sonunda ne hissediyorsan söyle artık. Kız yıllardır seni seviyor.”

 

O son söz… içimde bir çığlık gibi yankılandı. Boğazım düğümlendi. Sadece “Tamam.” diyebildim. Haklıydı. Gerçeklerden kaçıyordum. Belki ben de ona karşı bir şeyler hissediyordum ama… bilmiyordum.

 

“Henry… peki ben ona karşı hislerim olduğunu nasıl anlayacağım? Hiçbir kadınla romantizm yaşamadım. Aşkı tatmadım.”

 

Henry: “Onun yanında kendini kontrol edemediğinde anlayacaksın. Aşk bu! Ruhun, seçimini sana fısıldayacak.”

 

Sessizleştim. Henry’nin sözleri içime işlemişti. Tam o sırada önümde bir ceylan belirdi, dereden su içiyordu.

 

“Şuna bak!” diye fısıldadım.

 

Henry gözlerini ceylana dikti. Bir aslan gibi hazırdı. Okunu çıkardı, yayı gerdi. Tam o an kolunu tuttum.

“HENRY, HAYIR!”

 

Henry: “Ne oldu?” diye sordu, kaşları çatık.

 

İşaret parmağımı derenin kenarındaki ağaca uzattım. Küçük bir yavru ceylan annesini bekliyordu.

“Yavrusu var.”

 

Henry ağır bir nefes verdi, yayı indirdi.

Henry: “Ahh… iyi ki uyardın. Yoksa vicdanım beni rahat bırakmazdı.”

 

Yayı yere bıraktı, alnını ovuşturdu. Av başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Atlarımıza binip saraya dönerken yol boyunca kitaplardan öğrendiğim soğuk esprilerle Henry’nin sabrını zorlamaya başladım.

 

Wild: “Hey Henry! Kutlamalarda en çok kimler dans eder biliyor musun?”

Henry: “Kimler?”

Wild: “Tabii ki dansçılar! Hahaha!”

 

Henry sabrının sonuna gelmişti. Yüzüme baktı, gözlerini devirdi.

Henry: “Ahh… prenses hislerini bir kez daha gözden geçirmeli.”

 

Ben kahkahalara boğulmuştum, karnıma ağrılar girdi, gözlerimden yaşlar aktı. Atım Zümrüt bile bana garip bir bakış fırlattı. Ama işte kardeşlik böyleydi: Henry huysuzluğuyla, ben de şakalarımla birbirimizi tamamlıyorduk.

 

Saraya yaklaştığımızda Henry ile aramızda keyifli bir sohbet vardı, gülüşlerimiz yolda yankı buluyordu. Ahırın önünde görevli bizi karşıladı. Atlarımızdan indik, dizginleri teslim edip onları kendi bölmelerine götürdük. Akşam yemeği vaktiydi ve kaderin cilvesi… prenses de bize eşlik edecekti. Si Lefur! Neden ondan sürekli kaçıyorum?

 

Büyük salonun görkemli kapıları açıldığında hepimiz masanın etrafında yerlerimizi aldık. Ben kral olduğum için baş köşeye oturdum. Kandillerin ışığı altın yaldızlı tabaklarda parlıyor, salonun yüksek tavanında yankı gibi çınlıyordu. Yemeğe başladık. Sessizlikte bıçakların ve kaşıkların metalle buluşan sesi yankılanıyordu. Tam o sırada başımı kaldırdım ve prenses Glowberry’nin gözlerini doğrudan bana dikmiş olduğunu gördüm.

 

Bir an için ruhum titredi. Kalbim göğsümden fırlayacak gibi oldu. Gözlerimi hızla kaçırdım, telaşla çatal elimden kayıp yere düştü.

 

“Ahhh, rezillik bu!” diye içimden haykırdım. Eğilip almak isterken Henry de aynı anda eğildi. Yüzüme eğlenceli bir tebessümle bakıp fısıldadı: “Utanç kaynağısın, ağabey.”

 

Sanki utanmama utanç katıyordu. Tam doğrulmak için başımı kaldırdığımda alnım masanın altına çarpıp gürültüyle sarsıldım. Si Lefur! Yüzüm yanıyordu, yanaklarım kıpkırmızı olmuş olmalıydı. Masanın altından çıktığımda hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalıştım ama Henry’nin dudaklarını ısırarak gülmemek için kendini zorladığını fark ettim.

 

Yemek nihayet sona erdiğinde odama çekildim. Yatağı görür görmez kendimi sırtüstü üzerine attım. Saçlarım yatağın kenarından taşarak yere döküldü. Kendi kendime yüksek sesle konuştum:

 

— “Evet Wild, harikasın! ‘Kral nasıl bir dakikada kendini rezil eder’ adlı çalışmanı başarıyla tamamladın. Mükemmelsin.”

 

Ardından sağ yanıma dönüp masanın üzerindeki mumları izlemeye başladım. Kitapların arasına gizlenmiş alevler dans ediyor, odanın duvarlarında gölgeler oynuyordu. O an düşüncelerim uykuya karıştı ve farkına bile varmadan geceye yenik düştüm.

 

Sabah gözlerimi açtığımda Henry başımın üzerinde dikiliyordu. Sağ eli belinde, kaşları çatılmıştı.

 

— “Hadi ağabey! Bugün prensesle şehre ineceğiz. Milruna’yı ona göstereceğiz. Araba hazır, prenses içeride seni bekliyor. Onu sakın bekletme.”

 

Gözlerimi ovuşturup homurdandım: “Tamam… ama bari kahvaltısız mı göndereceksin beni? Bana bir parça ekmek getir.”

 

Henry gözlerini devirdi, kısa bir iç çekişle: “Tamam. Çabuk ol!” diyerek odadan çıktı.

 

Gözlerimi dolaba çevirdim. “Bugün şık görünmeliyim” dedim kendi kendime. Ama seçim yapamıyordum. Karar veremeyince Zeyphrus’u çağırdım: “Zeyphruuuus!”

 

Kapının önünde bekleyen sadık hizmetkârım hemen içeri girdi.

 

— “Buyurun, efendim.”

 

— “Bugün şehre ineceğiz. Sence ne giymeliyim?”

 

O, ağırbaşlı adımlarla gardroba yöneldi, birkaç saniye sessizlik içinde düşündü ve sonunda beyaz ile açık mavinin iç içe geçtiği, altın desenlerle işlenmiş bir takım çıkardı. Kıyafeti sol kolumun üzerine koydu:

 

— “Bu size çok yakışacak, efendim.”

 

Başımı salladım. “Tamam, çıkabilirsin.”

 

Giyinip saçlarımı düzelttikten sonra hazırdım. Koridor boyunca ilerlerken Zeyphrus da peşimden geliyordu. İçimden söylendim:

 

— “Si Lefur… Bu adam hep peşimde mi olmak zorunda? İyi niyetli ama bir kralın da nefes alacak özel alanı olmalı.”

 

Bahçeye vardığımda Henry arabayı hazırlamıştı. Prenses çoktan içindeydi. İçeri adım attım, Henry karşıma oturdu, ben de Glowberry’nin yanına.

 

Başında yaprak desenli altın bir taç, üzerinde bordo elbisesi… Göğüs kısmını beyaz işlemeler süslüyordu, dirseklerinde zarif kurdeleler vardı. Prenses dalgın bir şekilde pencereye yaslanmış, yumruk yaptığı elini çenesinin altına dayamıştı. Henry de pencereye bakıyor, sessizliğe gömülüyordu. Araba ilerlerken kimse konuşmuyordu.

 

Yol kenarında bir göl belirdi. Üzerinde kuğular süzülüyor, yan tarafında görkemli bir söğüt ağacı göğe doğru uzanıyordu. Söğüt’ü gördüğüm an içimde bir huzur dalgası yayıldı, sanki görünmez bir el ruhuma dokundu.

 

Boğazımı temizleyerek sessizliği bozmaya çalıştım: “Kuğular… Ne kadar güzeller, değil mi?”

 

Prenses irkildi, uykudan uyanmış gibi “ha?” dedi.

 

— “Kuğuların güzelliğinden bahsetmiştim.”

 

— “Ah… evet… çok güzeller.”

 

Yüzünde kısa bir tebessüm belirdi ama üç saniye bile sürmedi, bakışlarını yeniden pencereye çevirdi. İçimden umutsuzca: “Niye uğraşıyorum ki?” dedim.

 

Tam vazgeçecekken Henry yüzünde hafif bir tebessümle söze girdi:“Evet ağabey, çok güzeller. Ben de kuğuları çok severim. Sarayın yakınındaki gölde hep onları görürüm. Kanat çırpmalarını izlemek, avcılığın bile ötesinde bir keyif.”

 

O an fark ettim… Belki de kuğuların asilliği, bizim bile konuşamadığımız duyguları dile getiriyordu.

 

Glowberry hafifçe başını eğerek, sakin ama asil bir ses tonuyla konuştu:

“Evet… gerçekten çok zarifler. Bizim topraklarımızda kuğulara rastlamak pek mümkün değil. Bu yüzden başka bir gün geldiğimde, hep birlikte izlemek isterim.”

 

İçimden, işte oldu! diye haykırmak geçti. Sohbet ilerliyordu! Demek ki sorun bende, ben beceremiyormuşum açılışı. Yüzümdeki tebessümü bozmadan söze katıldım.

 

Arabamız, çocukluğumun izlerini taşıyan tanıdık bir ağacın yanından geçti. Hafifçe eğilip Henry’e sordum:

“Bu ağacı hatırlıyor musun?”

 

Henry gülerek, çocukluk anılarının sıcaklığıyla karşılık verdi:

“Unutur muyum? Çocukluğumuz bu ağacın gölgesinde oyun oynamakla geçti.”

 

Glowberry ise hüzünlü ama narin bir tebessümle söz aldı:

“Benim içinse hep sarayın duvarları vardı… Ailem dışarı çıkmama asla izin vermezdi.”

 

Ona dönerek hafifçe gülümsedim:

“Bizimkiler de aynıydı aslında… Ama biz yaramazdık, kaçar gelirdik buraya.”

 

Bu sözlerim üzerine dudaklarında kısa ama içten bir tebessüm belirdi. Bir kahkaha değildi, ama içimde yankılanan bir melodi gibiydi. Sohbetimiz giderek akışkan hale geldi. Prensesi Henry’nin çocukluğundan bahsederek eğlendiriyordum ki, sürücünün sesi yolculuğumuzu böldü:

 

“Majesteleri, şehre vardık.”

 

Milruna’nın kalbi önümüzde açılmıştı. Şehir, huzurlu bir sessizliğe bürünmüş gibiydi. Sokaklarda elfler kendi el işlerini, meyve ve sebzelerini sergiliyor; çocuklar melodik şarkılar eşliğinde dans ediyordu. Pazar yerinden yükselen baharat kokuları havayı dolduruyordu.

 

İçimde bir fikir kıvılcımı çaktı. Arabadan inersek bu anı daha anlamlı kılabiliriz.

“Ne dersiniz?” dedim gülümseyerek. “Halktan biri gibi dolaşalım. Sizce de daha keyifli ve ilginç olmaz mı?”

 

Henry hafifçe gülerek başını salladı:

“Bu bizim için yeni değil ağabey. Ama prenses için bir ilk olabilir.”

 

Glowberry, gözlerinde parlayan ışıltıyla hevesle atıldı:

“Evet, yapalım!”

 

Hemen arkamı döndüm:

“Zeyphrus! Bizim için üç şal getir lütfen.”

 

Koruyucum itiraz eder gibi oldu:

“Majesteleri… ama—…”

 

Sözünü keserek gülümsemeyle fısıldadım:

“Amalar yok, Zeyphrus. Ne dediysem onu yap.”

 

Başını eğdi, sesi ağır bir saygıyla yankılandı:

“Emredersiniz, efendim.”

 

Kısa süre sonra elinde üç şalla geri döndü: prenses için altın sarısı, bizim için koyu kahverengi. Hepimiz şalları yüzümüzü örtecek şekilde taktık. Önce Henry indi arabadan, ardından ben. Prensese nazikçe elimi uzattım. Elini zarafetle avucuma bıraktı, inerken dokunuşu sıcak bir rüzgâr gibi içimden geçti.

 

“Peki, nereye gitmek istersiniz?” diye sordum.

 

Henry gözlerini kısarak, pazarın kalabalığını işaret etti:

“Önce çarşıda dolaşalım. Eğlenceli olur.”

 

“Tamam o zaman!” dedim, sözlerimin sonunu hafifçe uzatarak.

 

Pazarın dar sokaklarında dolaşırken gözüm Glowberry’ye takıldı. Bir tezgâhın önünde durmuş, inci gibi parlayan kolyelere hayranlıkla bakıyordu. Tezgâhın ardında iri yapılı bir elf tüccar vardı.

 

“Buyurun hanımefendi, gönlünüz hangisine düşerse…” dedi tatlı bir tebessümle.

 

Glowberry taşların arasında karar veremiyordu. Ona yardım etmek istedim. Özgüvenle yaklaşıp seslendim:

“Eğer izin verirseniz… size seçimde yardımcı olabilirim. Elbette sizin kadar ince zevklerim yoktur ama en azından hangisini beğendiğimi söyleyebilirim.”

 

Glowberry başını usulca salladı. Tezgahta beş taş vardı: zümrüt gibi yeşil, ateş kırmızısı, ay ışığı kadar beyaz, dumanı andıran siyah ve derin mor.

 

Satıcı, taşları tek tek tanıtırken sesi bir büyücü gibi melodikti:

“Elinizdeki kırmızı yakut… aralarındaki en değerli olandır. Bu beyaz olan ay taşıdır; fiyatı ucuzdur ama görünüşü zarifliğiyle herkesi büyüler. Şu siyah dumanlı kuvars, yeşil olan aventurin, mor ise ametisttir. Her biri farklı bir ruh, farklı bir hikâye taşır.”

 

Beni en çok cezbeden taş, kan kırmızısı parıltısıyla yakut olmuştu. Sonuçta ben bir kraldım, o ise Lotheria’nın gelecekteki varisi… Böylesine asil bir prensesin boynuna en çok yakışacak taş elbette ki yakut olmalıydı. Hem giydiği elbiseyle de mükemmel bir uyum sağlayacaktı.

 

Tezgahtarın yanında “prenses” diye seslenmemem gerektiği için kendi adıyla seslendim.

“Glowberry!”

 

Gözleri taşlardan ayrıldı ve bakışları benimkilerle buluştu. O an zaman durmuş gibiydi; birkaç saniye boyunca sadece gözlerinin içindeki ışığa kilitlendim. Sonra kendimi toparladım, boğazımı temizleyip sesimi yumuşak ama kararlı tuttum:

“Ben en çok kırmızı taşı beğendim. Sanırım kıyafetinle de büyüleyici bir uyum sağlayacak.”

 

Glowberry tereddütsüz bir tebessümle karşılık verdi:

“Öyleyse onu alalım.”

 

Tezgahtar kısa bir an duraksadı. Bu kadar pahalı bir taşın bu kadar kolay seçilmesi onu şaşırtmıştı. Kaşlarını çatıp sordu:

“Affınıza sığınırım… Siz kimsiniz?”

 

Soru karşısında Glowberry ile birbirimize şaşkınlıkla baktık. Sonra ona gizlice sol gözümü kırptım; küçük bir oyun oynayacağımı anlamıştı.

 

“Acaba ona söylemeli miyiz?” diye fısıldadım, yüzümde mahcup bir ifade ile.

 

Prenses de oyuna hemen uyum sağladı:

“Evet, bilmek istiyor. O halde söyleyelim.”

 

Merakla bize eğilen tezgahtara, alçak sesle kulağına fısıldadım:

“Biz Leydi Luminavi’nin yardımcılarıyız.”

 

Adamın gözleri şaşkınlıkla açıldı, dudaklarından hayranlık dolu bir ün çıktı:

“Ah… efendim, bilmiyordum. Buyurun, ne istiyorsanız alın! Sizin için hiçbir bedel istemem.”

 

Bu küçük oyunumuz asla leydinin kulağına gitmezdi, gitse bile sebebimi açıklarsam beni anlayacağından emindim. Onun adını özellikle bu yüzden zikretmiştim.

 

“Hayır, gerek yok. Sadece yakutu satın alacağız. Bedelini söyleyin.”

 

“1200 serbi değerinde…” diye mırıldandı tezgahtar.

 

Çantamdan çıkardığım altın kesesini ona uzattım. Önce almaya çekinse de sonra yüzünde gülümseme belirdi ve kabul etti. Ona 5000 serbi vermiştim, o ise büyük bir hürmetle teşekkür ederek taşları tezgâhın altına kaldırdı.

 

Kolyeyi elime aldım, parıltısı güneşin altında kan damlası gibi ışıldıyordu. Prensesin gözlerine bakarak sordum:

“İzin verirseniz… bu kolyeyi boynunuzda görmek isterim.”

 

Glowberry utangaç bir tebessümle başını eğdi: “Olur Wild.”

 

O an kalbim hızla çarptı. Normalde hep resmi konuşurduk, unvanlarımızla seslenirdik. Adımı söylemesi, üzerimde garip bir etki bırakmıştı. Sırtını döndü, dalgalı saçlarını nazikçe bir yana topladı. Ben de titreyen ellerimle kolyeyi boynuna taktım. Takmamla birlikte bana döndü ve gözlerimle göz göze geldi.

 

Tam o sırada yoldan geçen bir grup çocuk şarkılar söyleyerek dans ediyordu. Bizi fark edip yanımıza koştular.

“Abla, ağabey, siz de bizim dansımıza katılmaz mısınız?” diye seslendi içlerinden biri.

 

Prensesle göz göze gelip kahkahalarla güldük. Çocukların şarkısı sokakları dolduruyordu; birkaç çift çoktan yol ortasında dönerek dans etmeye başlamıştı. Elimi Glowberry’ye uzattım. Bu, bir davetti.

 

Prenses zarifçe elini avcuma bıraktı. Dansımız vals adımlarıyla başladı. Elbiselerinin etekleri rüzgârla savruluyor, güneş ışıkları gözlerinde pırıltılar bırakıyordu. Yüzündeki tebessüm baharın açan çiçeklerini andırıyordu.

 

Onu döndürüp kaldırdığımda etrafımızdaki kalabalık adeta nefesini tutmuştu. Şarkı sona erdiğinde onu nazikçe yere indirdim. Nefes nefeseydik; kalbim göğsümden çıkacak gibiydi. Birbirimizin nefeslerini duyacak kadar yakındık. Glowberry, bir anlık cesaretle dudaklarıma kısa bir öpücük kondurdu. Geri çekildiğinde gözlerim şaşkınlıkla kocaman açılmıştı.

 

Dans sırasında şallarımız yüzümüzden düşmüştü, ama kalabalığın arasında kimse kim olduğumuzu fark etmemişti. Hızla şalları yerden aldık ve yeniden taktık. Artık sessizliğe bürünmüştük.

 

O an aklıma Henry geldi. Kaşlarımı çatarak sordum:

“Henry nerede?”

 

Glowberry endişeyle başını salladı:

“Bilmiyorum. En son arabadan indiğimizde gördüm. Sonra yanımızdan ayrıldı.”

 

“Öyleyse arabaya geri dönelim. Belki oradadır.” dedim, içimde bir huzursuzluk büyürken.

 

Arabaya vardığımızda, tahmin ettiğim gibi Henry içerideydi; Zeyphrus’la yan yana oturuyordu.

 

“Nereye kaybolmuştun?” diye sordum merakla.

 

Elindeki okları gösterdi. “Yenilerine ihtiyacım vardı,” dedi, sonra da kaşlarını hafifçe kaldırarak ekledi:

“Peki şimdi nereye gidiyoruz?”

 

“Afian Mağaraları’na,” dedim kararlı bir sesle. “Prensese orayı da göstermeliyiz.”

 

Henry hafifçe gülümsedi. “Olur, bana uyar. Zaten uzun zamandır gitmemiştim.”

 

Afian mağaraları birkaç saatlik mesafedeydi. Yola koyulduktan sonra zaman hızlı geçsin diye sohbet etmeye başladık.

 

Henry, her zamanki alaycı tonu ile söze girdi:

“Yol boyunca kendi çocukluğundan bahsedip durdun ağabey. Sıra sende değil artık, şimdi ben seninkinden bahsedeceğim.”

 

Öksürür gibi yaptım, ardından kaşlarımı kaldırarak ciddi bir yüz ifadesi takındım.

“Öhöm! Öhöm…”

 

Bu halime Glowberry dayanamadı, elini yüzüne kapatıp kahkaha attı. Sohbetimiz öyle keyifliydi ki, saatlerin nasıl geçtiğini hiç fark etmedik. Yalnızca Zeyphrus, sıkılmış bakışlarıyla zamanın akışını hissediyor gibiydi.

 

Bir anda sürücünün güçlü sesi yankılandı:

“GELDİİİK!”

 

Arabadan hepimiz indik. Gözlerimizin önünde devasa mağaralar yükseliyordu. Giriş kapkaranlık bir boşluk gibi üzerimize eğiliyor, derinlerden gelen uğultu göğsümüze çarpıyordu.

 

“Hadi, biraz hızlı olalım, gün batmak üzere,” dedim.

 

Prensese eşlik ediyordum. Henry ise Zeyphrus’la birlikte arkadan geliyordu. Işığın mağara duvarlarında kırılarak yansıdığı kristalleri işaret ettim.

 

“Bak, burası yağmur kristallerinin bulunduğu kısım. Ben en çok bu bölgeyi severim,” dedim hayranlıkla.

 

Prenses etrafı dikkatle incelerken anlatmaya devam ediyordum. O sırada, birden ince ve narin bir elin parmaklarımı sardığını hissettim. Sıcacıktı ama uçları buz gibi soğuktu. Başımı çevirdiğimde, Glowberry’nin elimi tuttuğunu gördüm. Beni şaşkına çeviren bu dokunuş, kalbimde garip bir huzursuzluk uyandırdı. Boğazımı temizleyerek, usulca elimden çekip aldım.

 

Evet, o olağanüstü bir kadındı. Güzelliği, asaletinin gölgesinde parıldıyordu. Ama Henry’nin dediği gibi, ruhumun kıpırdanmadığı bir yakınlıktı bu. Kalbim başka bir isim fısıldıyordu. Bana yaklaşınca bedenim ürperiyor, ama içimde gerçek bir özgürlük yankısı bulamıyordum.

 

Yürümeye devam ederken kayaların arasından filizlenmiş bir bitki gördüm. Tüm karanlığa rağmen direnen bu küçücük yaşam, gözümde birden Aphrida’yı canlandırdı. Kalbim çarpmaya başladı; yanımda onun olmasını arzuladım. Fakat yanımda başka biri, başka bir kadın vardı.

 

Mağara gezimiz fazla uzun sürmedi. Dışarı çıktığımızda gün batımı gökyüzünü kızıl bir denize çevirmişti. İçimde, prensesle yalnız konuşma isteği uyandı. Henry gözlerime baktığında niyetimi anlamıştı. Bizi yalnız bırakmak için hemen Zeyphrus’a döndü.

 

“Zeyphrus, bana biraz kendinden bahseder misin?” dedi. Onu ustaca sırtı bize dönük şekilde mağaraya doğru yönlendirdi.

 

Böylece fırsat doğmuştu. Gün batımının solgun ışıkları, ikimizin üzerine yavaşça düşüyordu…

 

Evet, sonunda yalnız kalmıştık. Onunla duygularım ve aramızda olup bitenler hakkında konuşacaktım; fakat bu sözleri söyleyebilmek için önce cesaretimi toparlamam gerekiyordu. Derin bir nefes aldım, boğazımı temizledim ve cümlelerimi titrek bir başlangıçla dile getirdim:

 

“Bugün gerçekten olağanüstü bir gündü, Glowberry. Ben çok eğlendim. Umarım sen de eğlenmişsindir. Aksi halde… seni burada bir gün daha tutmak için bahane arayacağım.”

 

Prenses gözlerimin içine tebessümle baktı. Dudaklarının kenarına işaret parmağını götürerek şımarık bir ifadeyle fısıldadı:

“Ah hayır, bugün çok eğlendim. Bu güzel yolculuk için önce Kraliçe Elara’ya, sonra da size teşekkür borçluyum. Ama… belki biraz daha kalmak için eğlenmediğimi mi söylesem acaba?”

 

O anda içimde bir şeyler sarsıldı. Derin bir iç çekip sözlerime başladım.

 

“Bak Glowberry…” dedim, sesim hafif titreyerek. “Biz, yani senle ben… olamayız.”

 

Bunu söylerken gözlerim yere kilitlendi. Yüzümde büyük bir pişmanlık ifadesi vardı. Başımı kaldırdığımda ise prensesin gözlerinin dolduğunu gördüm. Kahverengi gözlerinde incelikle sakladığı umut ışığı bir anlığına sönüyordu. O, her zamanki gibi dimdik durmuştu, gururundan ödün vermemişti; ama içindeki fırtına gözyaşlarının kıyısında gizleniyordu.

 

Son bir cümle kurmam gerektiğini biliyordum. Elleri avuçlarımın içinde titreşirken gözlerinin içine baktım ve kelimelerim kılıç gibi keskin, şiir gibi ince bir tınıyla döküldü dudaklarımdan:

“Şiir gibi bir kadınsın Glowberry… ama benim şiirim değilsin.”

 

Ellerini yavaşça bıraktım. Arkama dönüp uzaklaşırken gözyaşlarının akışını görmemek için kararlı adımlar attım.

 

Arabaya bindiğimde Henry bana dikkatle baktı. Gözlerimden her şeyi anlamış gibi dudaklarını büzüştürdü. İçeride sadece ikimiz vardık, fakat sessizlik koca bir duvar gibi aramızda yükselmişti. Çok geçmeden Glowberry geldi ve Henry’nin yanına oturdu. Kızarmış gözleri, kalbinin derin acısını ele veriyordu. Saraya kadar kimsenin ağzını bıçak açmadı. O sessizlikte, istemeden de olsa kendimi suçlu hissettim.

 

Saraya döndüğümüzde akşam yemeğine katılmadım. Odamda saatlerce uzanıp günün ağırlığını düşündüm. Doğru olanı yapmıştım; peki öyleyse kalbim neden bu kadar yanıyordu?

 

Bir süre sonra kapı çaldı. “Girin!” dedim yorgun bir sesle. Gelen Henry’di.

 

“Ahh Henry… hiç konuşacak hâlim yok,” dedim yüzümü yatağa gömerek.

 

“Bunun prensesle bir ilgisi var mı?” diye sordu, doğrudan.

 

Derin bir nefes aldım. “Evet, tabii ki var. Bak, o muhteşem bir kadın, güzelliği dillere destan… ama onun yanında kendimi huzurlu hissetmiyorum. İçimde aşk denilen hissin zerresi bile yok.” dedim, ardından doğrulup gözlerimi ona çevirdim.

 

Henry omuz silkti. “O zaman rahatla işte.”

 

“Bilemiyorum…” dedim, ellerim titreyerek. “Artık beni beklemeyeceğini bilmek beni bir yandan özgürleştirse de, son konuşmamız keyfimi çok kaçırdı. Onu incitmek istememiştim. Umarım kalbinin yaraları çabucak iyileşir.”

 

Henry anlayışlı bir tonda başını salladı. “Bazen doğru kararlar bile canımızı yakar.”

 

Yüzümü tekrar yastığa gömdüm. Boğuk bir sesle, “Bilmiyorum…” dedim.

 

“Üzülme artık,” diye devam etti Henry. “Yarın yola çıkacak. Seni beklemez, hayatına devam eder. En doğrusu buydu.”

 

Bir an sessizlik oldu. Sonra ben sordum:

“Hiç böyle bir anın oldu mu?”

 

Henry hafifçe güldü. “Beni seven kadınları reddettiğim oldu elbette. Ama beni yüzyıllardır seven biri hiç olmadı. Reddettikten sonra da üzülmedim, çünkü ikimiz için en doğru kararı verdiğimi biliyordum. Yarın sabah yemeğe gel, sensiz masa çok kasvetli oluyor.”

 

“Hevesim yok ama… gelmeye çalışacağım,” dedim, gözlerimi ondan kaçırarak.

 

Ertesi sabah, kahvaltı sonrası güneş daha yeni yükselmişken prenses ayrılık hazırlıklarını sessiz bir ağırbaşlılıkla tamamladı. Hepimiz arabanın önünde toplandık; sabahın serinliği üzerimize düşerken annem onunla sıkı sıkı sarıldı, iki kadının teninden yükselen hafif titreme duygunun ağırlığını hissettiriyordu. Glowberry bana ve Henry’ye hafif, içten bir gülümsemeyle veda etti: “Hoşçakalın,” dedi. Dünkü hüzün izleri neredeyse silinmiş, yerini ona yakışan dingin bir güç almıştı.

 

Ona bakarken bir kez daha anladım: o yalnızca narin değil, aynı zamanda yıkılmaz bir iradeye sahipti. Fakat kalbim başka bir yerin sesini dinliyordu, o, yanımda olmayan bir kadına değil; rüyalarımda gömülü o isimsiz kadına çarpıyordu. Onu sadece rüyalarda görmüyor; her adımımda, her nefeste kalbimde taşıyordum. Ve artık emindim: ne pahasına olursa olsun onu bulacaktım. Bekle beni, peri kızı, seni gözlerim açıldıktan sonra da, uykularımın içinde de arayacağım. Seni gerçek dünyada mutlaka bulacağım!

 

 

Yazardan:Hepinize merhaba!

Umarım bölümü beğenmişsinizdir. Glowberry için koca bir bölüm ayırdım, onun hakkında ne düşünüyorsunuz? Düşünceleriniz benim için önemli, kendinize iyi bakın♡♡♡

Bölüm : 13.09.2024 13:39 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...