
Göz kapaklarım taş gibi ağırdı, açmak için sanki irademle savaşmam gerekiyordu. Bir süre, boşluğa dalmışçasına, altın ve beyazın ince dokunuşlarıyla işlenmiş tavanı seyrettim. Güneş ışınları, odanın yüksek ve geniş pencerelerinden içeri süzülüyor; mermeri, halıyı, hatta havadaki tozu bile aydınlatıyordu. Başımın altındaki yastığı biraz dikleştirip derin bir nefes aldım. Uzun, bembeyaz saçlarım darmadağın olmuştu; parmaklarımı alnıma götürüp hafifçe sıvazladım.
“Ahh…” dedim kendi kendime fısıltıyla, “bugün her şeyi aileme anlatmalıyım. Her gece gördüğüm o canlı rüyaları, o gizemli kadını bulma isteğimi… Peki ya nasıl bir tepki verecekler? İlk Henry karşı çıkar, saçmaladığımı sanır, belki de şaka yaptığımı düşünür. Annem… annem ise zihnimi kaybettiğimi zannedebilir. Keşke onlara ispatlayabileceğim bir yolum olsaydı.”
Tam o sırada kapının ardından Zeyphrus’un sesi duyuldu.
“Majesteleri, uyandınız mı? İçeri girmemize izin verir misiniz?”
Derin bir iç çektim. Birkaç saate herkes kralının delirdiğini konuşacak. Belki de söylentiler bütün saraya yayılacak… Ahh, zihnim fazla kuruyor.
“Girin!” dedim, üzerimi örten yumuşacık beyaz battaniyeyi kenara iterek. Ayağıma beyaz terliklerimi geçirdim. Uşaklar, önüme su dolu bir leğen getirdi; yüzümü yıkamam için hazırlık yapmışlardı. Kapının önünde duran sarayın terzisi Bayan Lianora, uşaklarının taşıdığı kıyafetleri dikkatle inceliyordu. Onlar da gururla yeni diktikleri takımları sergiliyorlardı.
Bakışlarım lacivertin derin tonuyla altının zarif dansını birleştiren bir kıyafette durdu. Omuzlarında parlayan altın işlemeli apoletler, belinde ihtişamlı bir kemer vardı. Giyinmem tamamlandığında, Bayan Lianora elleriyle kemeri sıkıca bağlarken kapının önünde dikilen Zeyphrus bakışlarını üzerimizden ayırmıyordu.
“Zeyphrus,” dedim aniden, “her gün rüyanda aynı kadını görseydin… ona âşık olur muydun?”
Adamın yüzünde hüzünlü bir gölge belirdi.
“Majesteleri, kalbim tek bir kadın için atıyordu. O artık bu dünyada değil. Onun yerine başkasını sevmem imkânsız. Fakat… tanışmadan önce rüyalarımda görseydim, evet, âşık olurdum.”
Başımı iki yana salladım. Ahh, aptal kafam… Onun eşinin yıllar önce öldüğünü nasıl unuturum.
“Lefur, onu kendi en güzel bölgesinde mutlaka yaşatıyordur. Sorduğum için üzgünüm.”
“Hayır, sorun değil Majesteleri,” dedi yumuşak bir sesle.
Odadan çıkarken Zeyphrus yine arkamdan yürümeye başladı.
“Söylesene Zeyphrus,” dedim, “eğer saçma bir şey söyleseydim… aklımın yerinde olmadığını düşünür müydün?”
“Tabii ki hayır Majesteleri. Siz saçma bile konuşsanız, yine inanırdım.”
Bu sözler içimde ince bir su damlası gibi ferahlık yarattı.
“Ahh… biraz olsun iyi hissettirdin bana. Ama sadece biraz.”
“Azıcık bile faydam dokunduysa, bu bana yeter,” diye karşılık verdi.
Büyük salona indiğimde Henry ve Kraliçe masada beni bekliyordu. Kraliçem Elara’nın altın sarısı saçları sırtına ipek gibi dökülüyordu; alnında çiçeklerle işlenmiş ince taç, ışık vurdukça göz kamaştırıyordu. Prens Henry ise her zamanki gibi görkemli bir kıyafet giymiş, gururlu tavrını kuşanmıştı.
Kalbim hızla çarparak salona girdim. Söylesem mi? Yoksa susmalı mıyım? Zeyphrus ağır sandalyeyi çekerek oturmamı sağladı. Beyaz mendili bacaklarımın üzerine bırakıp sessizce masaya dâhil oldum. Sarayımızın usta aşçısı Bay Dorfiy, yine masayı şaheser sofralıklarla donatmıştı. Ahududulu, frambuazlı kekten aldım; keserken hizmetçilerden biri bardağıma elma suyu dolduruyordu. Taze pişmiş keklerin, meyve sularının kokusu masayı daha da cezbedici kılıyordu.
Sessizlik hüküm sürüyordu. Bu sessizliği ilk bozan Kraliçe oldu:
“Acaba kralımızın gönlünü sıkan bir şey mi var?”
İrkilerek tabağıma baktım. Meğer sabahtan beri keki sadece bıçakla kesip durmuşum.
“Endişelenmeyin Kraliçem, hiçbir şey yok.”
Prens boğazını temizleyip bana keskin bakışlarla döndü. O gözlerde hep aynı anlam vardı: ‘Bir şey saklıyorsun.’
“Hayır,” dedi soğuk bir tonda, “bir şey saklıyorsun.”
“Ne? Tabii ki hayır!”
“İtiraf etsen başka,” dedi Henry, alaycı bir tebessümle.
Bakışlarım tekrar tabağa indi, ellerim titredi. Onları saklamak için masanın altında bacaklarıma bastırdım.
“Aslında…”
“Gördün mü?” dedi Henry, “bir şey var.”
“Ahh, izin ver de konuşayım!” dedim sert bir sesle. Ellerini havaya kaldırıp pes etmiş gibi davrandı.
Derin bir nefes alıp devam ettim:
“Size söylemem gereken bir şey var. Bir kadın… ona karşı hislerim doğduğunu düşünüyorum. Ama bu iradem dışında gelişti. Çünkü her gece rüyalarımda beliriyor. Sanki gerçekmiş gibi canlı. İnanın, bu söylediklerim bir hayalin değil, akıl yitiminin de sonucu değil.”
Henry, gözlerini kısıp Kraliçe’ye döndü: “Annem, savaştan sonra ağabeyime hekim bakmadı mı?”
“Elbette baktı. Ne akıl ne beden sağlığında sorun olmadığını söyledi.”
“Ben size hakikati söylüyorum. Bu rüyalar… gerçeğin ta kendisi!”
Henry’nin yüzü sertleşti.
“Bütün cihana güzelliğiyle nam salmış Prenses Glowberry seni seçtiğinde, onun aşkını geri çevirdin. Şimdi ise bir rüya kadınına tutulduğunu söylüyorsun. Bu boşlukta olduğundandır. İstersen yarın düğününü tüm İhsen diyarına ilan edelim.”
“Aşk istediğin zaman gelmiyor Henry,” dedim. “Ben de ilk kez bu duyguları böyle derinden yaşıyorum.”
Prens sandalyesine yaslanıp kollarını göğsünde kavuşturdu.
“Prenses gideli daha bir hafta bile olmadı. Bu hisleri hangi ara büyüttün?”
“Prenses elbette harika bir kadındı. Fakat bu… bu başka. Rüyalarımda gördüğüm kadınla her karşılaştığımda kalbim sanki zincirlerinden kopuyordu.”
Kraliçe Elara kaşlarını çattı.
“Peki bu kadınla rüyanızda nerede karşılaşıyorsunuz Majesteleri?”
“Bir ada… eşi benzeri olmayan canlıların, hiç görmediğim ağaçların diyarı. Adı Dejarus.”
Henry alnını sıvazladı.
“Böyle bir ada yok.”
“Biliyorum,” dedim. “Ben de araştırdım, kayıtlarda yok. Ama bana bir rota verdi. ‘Kıtaların bittiği, okyanusların başladığı yer…”
Prens: “Umarım zihnimin içinde çalkalanan o ihtimali düşünmüyorsundur… söylemek istemesem de engel olamıyorum kendime.”
“Evet, oraya gideceğim.”
Henry öfkeyle gözlerini kıstı: “Aklını yitiriyorsun ağabey. Bu imkânsız! Öyle bir ada yok. Milruna’nın kralı, hayali bir serap uğruna kendi hayatını ve krallığını tehlikeye atamaz.”
Kraliçem nazikçe elini elimin üzerine koydu. Sesinde bir annenin tüm kırılganlığı vardı: “Lütfen oğlum… bu fikrinden vazgeç. Ailemiz zaten yeterince yara aldı.”
“Anne… bana güvenin. Döndüğümde yanımda onu getireceğim. Tek yapmanız gereken bana inanmak.” dedim, sesimi alçaltarak ama kararlılığımı gizlemeden.
Henry öne eğildi: “Peki kiminle gitmeyi düşünüyorsun?”
“Denizlere hükmeden bir kaptan ve onun cesur mürettebatıyla. Yanıma da Zeyphrus’u alacağım. O benim sağ kolum, gölgem gibi yanımdadır.”
Henry hiddetle sandalyesini geriye itti: “Sen ve Zeyphrus… ikiniz tek başınıza! Hayır, buna asla izin vermem. Onun kararlarının bedelini göz ardı edebilirsin ama ben buna tahammül göstermeyeceğimi söyledim. Eğer sen gidiyorsan, eğer kendini bu uçsuz bucaksız tehlikeye atıyorsan… ben de seninle geleceğim.”
“Hayır. Seni götürmeyeceğim. Tahtı ben dönene dek sana devredeceğim.”
Kraliçem birden ayağa kalktı, yüzüme doğru eğildi ve elleriyle yüzümü kavradı. Sesinde titrek ama güçlü bir yankı vardı: “Duygularından emin olduğuna hiç şüphem yok oğlum. Çünkü bize ilk defa böylesine ağır bir sırrı açıyorsun.” Ardından hizmetçilere işaret etti, sandalyesini yanımıza getirdiler.
Elara: “Peki söyle… seni büyüleyen o kadının adı nedir?”
“Onun adı… Aphrida.” dedim, yanaklarım kızarırken gözlerimi ellerime indirdim.
Kraliçem başını eğdi, düşünceli bir edayla fısıldadı: “Aphrida… Bu isim kulağıma hiç yabancı gelmiyor ama ne elflerin kitaplarında ne de insanların tarihçelerinde rastladım. Sanırım o bir elf değil.”
“Hayır, elf değil.”
Henry kaşlarını çatarak lafa girdi: “O halde insan mı? Ondan da emin değilsin, öyle mi?”
“Hayır…”
Henry acımasızca alay etti: “Çok tuhaf. İnsanlara her zaman yakınlık duyduğunu sanırdım. Meğer yanılmışım.” Onun sesindeki kinayeyi, gözlerindeki öfkeyi inkâr edemezdim. Beni sınırlarıma sürüklüyordu.
Elara: “Bu ada… nasıl bir yer peki Majesteleri? Bir krallığa mı bağlı? Belki de bağımsız bir diyardır.”
Derin bir nefes alarak dik durdum: “Orada hiçbir krallık yok. İnsanların, elflerin adımını dahi atmadığı, bilinmeyen, saklı bir cennet. Bu yüzden bağımsız bir ülke bile sayılmaz.” Sesim artık titremiyordu; kararlılığım her kelimeme mühürlenmişti.
Yeniden kraliçeme döndüm: “Oraya varacağım. Ve oraya ulaştığımda ona evlenme teklif edeceğim. Eğer kabul ederse, müstakbel kraliçenizi yanımda getireceğim.”
Henry kahkahaya yakın bir nefes verdi: “Öyle bir kadın gerçekten varsa tabii.”
Elara ise endişeyle fısıldadı: “Rüyaların farklı türleri vardır oğlum. Bazısı haberci olur, bazısı yalnızca bilinçaltının oyunu. Cadılar hakkında yazılmış eski metinlerde gördüm… Gerçek rüyalar nadirdir ve çoğu zaman bir cadının ellerinde şekillenir. Kadının insana benzediğini ama insan olmadığını söyledin. Belki de bir cadıdır?”
“Hayır. Cadılar hakkında yeterince bilgim var. O bir cadı değil.”
Henry sabırsızlıkla masaya vurdu: “Peki ne o zaman? Bambaşka bir tür mü? Sen mi keşfettin bu hayali mahluku? Ağabey, ağır bir savaş atlattık. Ruhun hâlâ yaralı. Hekim Shadowen’i çağıralım.”
“Bana deli muamelesi yapmayı bırak Henry! Aklım benden gitmedi. Ne yaptığımı çok iyi biliyorum.”
Elara: “O halde cadılardan biriyle konuşmama izin ver. Çanı çalalım.”
“Hayır. O çan yalnızca en kutsal anlarda çalınmalı. Cadıların huzuru boş yere bozulmamalı.”
Kraliçe birkaç adım geri çekildi. Sesi titriyordu: “Kalbim bu yolculuğu kabullenmiyor.”
“Tam da bu yüzden, kraliçem… prens yanınızda kalmalı. Eğer bana bir şey olursa ki olmayacak. O, sizin koruyucunuz olmalı.”
Elara kararlı bir sesle karşılık verdi: “Hayır. Siz ikiniz birlikte gitmelisiniz. Birbirinizden başka güveneceğiniz kimse yok. Ve biliyorum ki, bir arada olduğunuz sürece birbirinizi koruyacaksınız.”
Şaşkınlıkla kraliçeye baktım. Böyle bir söz söyleyeceğini hiç tahmin etmemiştim. Ama artık karar mühürlenmişti. Onları ikna edemezdim. İçimden Lefur’a yalvardım: “Bana doğru yolu göster.”
Yutkunarak başımı eğdim: “Emriniz başım üstüne, kraliçem.”
Henry ayağa kalktı. Gözlerindeki öfke hâlâ sönmemişti: “Ağabey… umarım ne yaptığını biliyorsundur. Çünkü göz göre göre ateşe yürüyorsun.”
Ben sakin bir tonda karşılık verdim: “Bana güven. Kimseye bir şey olmayacak. Söz veriyorum.”
Kraliçemin gözleri yaşla doldu. “Ahh oğlum… bu yorgun kalbim acıya daha fazla dayanamaz.” dedi ve yüzünü çevirdi. Onu göğsüme çektim, saçlarına burnumu gömdüm. Yasemin ve çam kokusu üzerime sinmişti.
“Kral Wild Methian size söz veriyor kraliçem. Oğullarınız sağ salim geri dönecek.”
Elara ellerimden tutarak gözyaşlarını sildi. “Bu cesaretin bana Kral Aldarin’i hatırlatıyor. Varlığıyla cadılarla barışı sağlamış, insanlardan topraklarımızı korumuştu. Her savaştan zaferle dönmüştü…”
Henry masadan hızla kalktı. Hizmetçilere sert bir sesle: “Masayı toplayın!” Ardından bana döndü, gözlerinde hâlâ fırtına vardı: “Seçtiğin yol çılgınlık ağabey. Ama… kararlarına saygı duyuyorum.” dedi ve öfkesini bastıramadan merdivenlere yöneldi.
Onun bu hali yüreğimi sıkıştırdı. Öfkesinin geçeceğini biliyordum ama yine de içimde derin bir huzursuzluk bıraktı. Umarım yanılmıyorumdur.
Bugün kaç saat geçti bilmiyorum; masa başında tomar tomar parşömenle uğraştım. Sarayın soğuk taş duvarları, sabahın erken saatlerinden beri üzerime kapanmış gibiydi. Yeterince siyasi meseleleri çözmüş, herkesin şikayetlerini dinlemiş, lordlarla ve leydilerle uzun görüşmeler yapmıştım. Onlara, konsey toplantısı boyunca tahtımı Kraliçe Elara’ya devrettiğimi haber verdiğimde salonu derin bir uğultu kaplamıştı. Kimileri şaşkınlıkla bakakalmış, kimileri de cesaretini toplayıp sebebini sormuştu. Onlara yalnızca “şahsi işlerim” olduğunu söylemekle yetindim.
Tabii ki, Lord Tenzar ile Leydi Luminavi bu karara şiddetle karşı çıkarken, Lord Buralix, Lord Zarek ve Leydi Mavera sessizce beni destekledi. Asıl sebebi bilselerdi, hiç şüphesiz gitmeme engel olmaya çalışırlardı. Ama bu sır, yalnızca ailemin ve benim omuzlarımdaydı.
Kraliçe Elara’ya baktığımda yüzündeki soğukkanlı maskenin ardında gizlenen kaygıyı görebiliyordum; elleri titriyor, dudaklarının rengi solmuştu. Prense bakmam bile gerekmiyordu; yüzünde yankılanan dehşet ve öfke çoktan her şeyi anlatıyordu. Konsey başladığından bitene kadar kollarını göğsünde kenetlemiş, kaşlarını çatmış, beni tehditkar bir sessizlikle süzüyordu.
Öğle vakti geldiğinde tahtıma oturup yanımda bekleyen Zeyphrus’a döndüm.
“Zeyphrus,” dedim alçak bir sesle, “Dejarus Ormanı’nı bilir misin?”
Bu sözlerimle birlikte tek kaşı şaşkınlıkla havaya kalktı. Ellerini önünde birleştirerek konuştu:
“Majesteleri, böyle bir yeri ne duydum, ne de gördüm.”
Sözlerini işittiğimde tahtımda biraz öne eğildim, sesim daha da ciddileşti:
“Emin misin Zeyphrus? Belki unutmuşsundur. Kıtaların sona erip okyanusların başladığı yerdedir.”
Ona soruyordum çünkü Zeyphrus, görünürde zayıf ve ince yapısının aksine olağanüstü bir zekâya sahipti. Elflerın en üst meclisindeki bilginlerle bile bilgi yarışına girse, hiç şüphesiz galip gelirdi.
Zeyphrus başını eğerek yanıtladı:
“Kralım… Yemin ederim ki, böyle bir yer duymadım, görmedim. Ama isterseniz hemen Kaptan Zalip’in gemisine gidip sorabilirim. Dediğiniz gibi, Dejarus Ormanı’nı bilmese bile kıtaların nerede bitip okyanusların nerede başladığını benden daha iyi bilirdi. Sonuçta bütün ömrünü denizlerin üzerinde geçirdi.”
Bakışları hâlâ beyaz mermer zeminde geziniyordu. Bu sırada prens, onu baştan aşağı alaycı bir gözle süzdü.
“Tamam, Zeyphrus. Akşama kadar senden haber bekleyeceğiz,” dedim derin bir nefes alarak.
Zeyphrus saygıyla eğildi ve ağır adımlarla kapıya doğru yürüdü. Giderken sırtındaki pelerin dalgalar gibi sallanıyor, biz ise sessizce onu izliyorduk. İçimde anlam veremediğim bir huzursuzluk, derin bir endişe kabardı. Sağ yanımda oturan kardeşime baktım; onun da gözleri üzerimdeydi. Bu kez bakışlarında öfke değil, kaygı vardı.
Henry sessizliği bozdu: “Tedirgin gibisin.”
Dudaklarımı ısırdım. “Gibisi az… Tedirginim, gerginim. Kraliçeye kimsenin incinmeyeceğine dair söz verdim. Ve sen de benimle geliyorsun.”
Henry başını eğdi, gözlerinde sarsılmaz bir sadakat parlıyordu.
“Ben her zaman senin yanındayım ağabey. Senin gerçek sağ kolun benim. Zeyphrus ya da başkaları… Hepsi yalan. Birbirimiz dışında kimseye güvenemeyiz.”
Öğleden sonrayı saray kütüphanesinde geçirdim. Yüksek tavanlı, duvarları işlemeli dev raflarda duran eski coğrafya kitaplarını topladım. Aralarında bitkilerin fayda ve zararlarını anlatan, tozlu parşömenlerle dolu eserler de vardı. Yaklaşık on, on üç kadar eski kitap bulup büyük bir masaya yığdım.
Sarayın altıncı katından üçüncü kata odama taşımak gerekiyordu. Si Lefur! Zeyphrus hâlâ gelmedi. Kaptan Zalip’le konuşmaya gitmişti. İçimden “çaresizim” diye mırıldandım. Kitapları üst üste yığıp kucağıma aldım; önümü göremez hâle gelmiştim.
Tam o sırada, bir el kucağımdaki kitapları teker teker almaya başladı. Önüm açıldığında Henry’nin yüzündeki hafif tebessümle karşılaştım. Kitapları inceler gibi kucağına aldı.
“Bunları nereye götürüyorsun?” diye sordu.
“Odama taşımam gerek,” dedim mahcup bir sesle.
“O hâlde gidelim,” dedi. Önüme geçerek kapıyı ayağıyla açtı, kucağındaki kitapları sımsıkı tutarken.
Koridorda ilerlerken sessizliği yine o bozdu: “Yolculuk için mi aldın?”
“Evet,” dedim. “Hazırlıklı olmalıyız. Bilgi, en güçlü silahtır.”
Sonunda odama vardık. Kitapları masanın üzerine bırakırken pencereden dışarı baktım. Güneş batıyordu.
“Akşam olmuş,” dedim kendi kendime. “Umarım Zeyphrus Kaptanla konuşmayı başarmıştır.”
Henry alaycı bir tebessümle, kitaplara göz gezdirerek “Kesin yine ortalıkta yoktur,” dedi. Kitapları masaya bırakıp, “Ben gideyim artık. Bunlar çok yararlı,” diyerek tebessümle odadan çıktı.
Odanın kapısı çalındı. “Girin,” dediğimde bir hizmetçi içeri girerek mumları tek tek yaktı. Çalışma masamda, duvardaki raflarda ve yatağımın yanındaki dolapta mum ışıkları titrek gölgeler saçıyordu.
Hizmetçi çıktıktan sonra geniş ve yumuşak yatağıma uzandım. Gözlerimi mumların yarattığı dans eden gölgelere diktim. Göz kapaklarım ağırlaşıyordu. Günün yorgunluğunu, sabırsızlığını ve tatlı bir endişesini içimde hissettim. Aphrida’nın gülüşü zihnimde yankılandı.
Artık onun yanında olacağım…
“Yarın sabah yanına geliyorum, peri kızım,” diye mırıldandım dudak kenarım kıvrılırken, uykulu bir sesle. Mumların ateşi hafifçe çıtırdıyor, dışarıdaki baykuşların sesi odanın sessizliğini deliyordu. Ahududu kokulu mum eridikçe odada tatlı, keskin bir koku yoğunlaşıyordu.
Ne zaman gözlerim kapanıp karanlığın içine düşmüşüm, farkında bile olmadan yine o derin rüyanın kollarında buldum kendimi. Bedenim sanki görünmez bir kuvvet tarafından taşınmış gibi bir anda ormanın kalbinde belirdi. Her zamanki gibi söğüt ağacının gölgesinde oturuyordum. Ancak bu defa bir gariplik vardı: ağacın altında daima karşıma çıkan o kadın, o gizemli kız, bu kez yoktu. Yerine serin rüzgârın uğultusu ve yaprakların birbirine sürtünerek çıkardığı hüzünlü ses kalmıştı.
Ayağa kalktım. Yavaş, neredeyse temkinli adımlarla ormanın içinde dolaşmaya başladım. Her köşesi bana yabancı değildi, ama yine de sanki ilk kez adım atıyormuşum gibi ürpertiyle bakıyordum çevreme. Şelalenin gürültüsü kulaklarıma ulaştığında, kalbim bir anlığına ürkekçe çarptı. Yukarıdan aşağıya inen suyun o coşkun uğultusu, bir aslanın derinlerden gelen kükremesi kadar güçlü ve kudretliydi. Güneş ışıkları suyun üzerinden kırılarak gökkuşağı gibi parlıyor, ormana büyülü bir ihtişam serpiyordu.
Hava güneşliydi ama rüzgar asla susmuyordu. Ağaçların dallarını sarsıyor, yapraklarını binlerce küçük dansçıya dönüştürüyordu. O an fark ettim ki, her zaman şelalenin yanında oyun oynayan o küçük periler ortadan kaybolmuştu. Neşeleriyle etrafı aydınlatan, çiçek kokusu gibi hafif varlıkları bugün yoktu. Şelalenin kenarını terk etmişlerdi. İçimde aniden bir boşluk hissettim.
Ama aynı zamanda sevinçle titreyen bir heyecan da vardı yüreğimde. Çünkü biliyordum ki, bu rüyadan uyandığımda artık sadece düşlerde değil, gerçek anlamda bu topraklarda olacaktım. Aphrida’ya geleceğim haberini vermenin arzusu içimi kabartıyor, kalbimi taşırıyor, bana tarifsiz bir mutluluk veriyordu.
Ormana geldiğimden beri her köşeyi, her köhne patikayı, yosun tutmuş kayaları ve göğe yükselen ağaçların aralarını didik didik aramıştım. Ayak izlerimi tekrar eden bir yolcu gibi, daha önce yürüdüğüm tüm yerleri yeniden dolaştım. Ama onu hâlâ bulamıyordum. Sanki orman beni sınarcasına sessizliğe bürünmüş, dalların arasında sadece rüzgarın iniltisi kalmıştı.
En sonunda yorgun düşmüş bir gezgin gibi sarmaşıklarla kaplı, devasa bir taşın üzerine oturdum. Taşın yüzeyinde nem vardı, yosunlar ellerime bulaştı. Başımı kaldırıp derin bir nefes aldım.
“Neredesin, peri kızı?” diye fısıldadım. Sesim ormanın içinde yankılandı, kuşların kanat çırpışı gibi hafif bir titreşimle geri döndü. O anda çalılıkların arasından ani bir hareketlenme oldu. Küçük yaratıklar sıçrayarak dışarı fırladılar. Kelebeklerin kanat çırpışı gibi hızlı, cıvıl cıvıl ve neşeliydiler. Minik bedenleri ışıldıyor, gözlerim onları takip ettikçe birer kıvılcım gibi etrafımda dönüyorlardı.
Hiç tereddüt etmeden üzerime doğru hücum ettiler. Parmaklarıma sarıldılar, kimisi öpüyor, kimisi sıkıca kucaklıyordu. Küçük kahkahaları ormanın sessizliğini parçaladı. O an şaşkınlıkla mırıldandım:
“Ne... ne oluyor?”
Elimi çekmek istedim, fakat iradem dışı havaya kaldırdılar. Sanki görünmez bir güç, onların küçücük kollarına devasa kudret bahşetmişti. Parmağımı yukarı çekiyorlar, beni bir yöne sürüklüyorlardı.
Barizdi, beni bir yere götürmek istiyorlardı. Bunu anlamam uzun sürmedi. Ama yine de onların var gücüyle çırpınışını görünce kendimi gülmekten alıkoyamadım. Kahkaha atarak sordum:
“Ne var? Söylesenize! Peri kızının yerini biliyor musunuz?”
Onlar hep birden başlarını salladı. Yukarı aşağı... Yukarı aşağı... Küçük kafaları sanki birer çan gibi ritmik hareket ediyordu. İçimde bir umut kıvılcımı parladı. Ve farkında bile olmadan onların peşine düştüm.
Sağ tarafımda birden devasa gövdeleriyle ağaçlara sarılmış, koca koca yılanlar belirdi. Derileri ay ışığında parlayan siyah pullar gibiydi. Onları görünce ürperdim.
“Ahh... Daha güvenli bir yol biliyor musunuz acaba?” diye mırıldandım, titreyen sesimle espri yapmaya çalışarak.
Onlar umursamadan önden uçuşuyor, ben de adımlarımı hızlandırarak arkalarından yürüyordum. Yol giderek karardı, sis belirdi. Beyaz pus ormanın içini yuttu, adımlarımı seçemez hale geldim.
“Bakın...” dedim gülümsemeye çalışarak. “Bataklığa saplanırsam ölebilirim. Beni öldürmek istemiyorsunuzdur, değil mi?” Sesim ciddiyetle değil, daha çok ürkek bir şaka havasındaydı. Ama yüreğim göğsümde deli gibi atıyordu.
Sis yoğunlaştıkça etraf daha da garipleşti. Taze toprağın kokusu ağırlaştı, sulu ağaçların kabukları nemle kararmıştı. Rüzgâr, uğursuz bir fısıltı gibi dalları birbirine vuruyor, kulaklarıma korku salıyordu.
Ama küçük yaratıklar ellerimi hiç bırakmadı. Yol boyunca sıkı sıkıya tutundular, bana rehberlik eden tek ışık onlar olmuştu. Ve sonunda, adımlarımız bir yerde durdu.
Beni serbest bıraktılar. Ellerim birden boşlukta kaldı, kollarım havada asılı kalmaktan uyuşmuştu. Onları hayretle izlerken gözlerim karşıya çevrildi...
Ve işte o anda gördüm.
Aphrida oradaydı.
Tam karşımda, çiçeklerle donatılmış ihtişamlı bir ağacın gölgesinde, derin bir uykunun huzuruyla uzanıyordu. Ağacın uzun dallarından mor çiçekler sarkıyordu. Çiçeklerin bazıları kayıp bir yıldız gibi süzülerek yere düşmüş, bazılarıysa kızıl saçlarının arasına konmuştu. Onun saç telleriyle çiçekler öylesine iç içe geçmişti ki, sanki doğa onu kendi elleriyle taçlandırmıştı.
Onu gördüğüm an gözlerim irice açıldı; sanki ruhum yeniden büyülenmişti. Kalbim göğsümde zincirlerinden kurtulmuş bir yaratık gibi çırpınıyor, atışları göğsümde acı verecek kadar sertleşiyordu. Titreyen ellerimi arkamda gizlemeye çalıştım. Onu uyandırmaya cesaret edemedim; bu masumiyeti biraz daha seyretmek istiyordum. Derler ki Tanrı, bazı meleklerini görünür kılar. Aphrida işte bunun yaşayan kanıtıydı.
Sessizce yanına oturdum. Dudaklarımdan bir fısıltı döküldü:
“Si Lefur… Yüzünün her çizgisini, her kıvrımını ezberlemek istiyorum ki, görmediğimde bile zihnimde daha berrak canlanabilsin.”
Gözlerinin üstüne düşen bir tutam saçını, parmağımla nazikçe kulağının ardına ittim. Zaman sanki durmuştu; saatler geçse de tek bir an için dahi bakışlarımı ondan ayırmadım.
Ve sonunda, Aphrida gözlerini araladı. Önce beni fark etmedi; hafifçe esnedi, ellerini saçlarına daldırıp taradı. Yasemin kokusu bir rüzgâr gibi burnuma çarptı. Ardından duraksadı; göz bebekleri büyüdü, boğazından kısık bir yutkunma sesi yükseldi. Çekinerek bana döndü.
“Bu… bir rüya mı?” diye sordu, sesi titreyerek.
İstemsiz bir tebessüm dudaklarıma yayıldı. Söylediği söz gönlümü okşarcasına içime işledi.
“Hayır… Bu benim rüyam,” dedim.
Ellerimi uzatıp saçlarını okşamak istediğim anda, dünya yerinden kaydı. Birdenbire kendimi yine Methian sarayında buldum. Kendi yatağımda, üzerimde çınar yapraklarıyla oyulmuş meşe tavanı izliyordum. Odaya giren sabah güneşi desenlerin üzerine altın rengi bir parıltı serpiyordu. Balkondan içeri sızan rüzgâr beyaz perdeleri göğe açılan kanatlar gibi dalgalandırıyor, sabahın keskin soğuğu parmak uçlarımı buz gibi kesiyordu.
Kapı çalındı. “Girin,” dememle birlikte içeri Zeyphrus girdi; arkasında iki hizmetçi ve bir terzi vardı.
“Sabahlarınız ışıkla dolsun, Majesteleri!” dedi ve balkona yönelip kapıyı kapattı.
Hizmetçilerden biri, elindeki seramik ibrikten leğene su döktü; yüzümü yıkadım, ardından diğeri bana kar beyazı bir havlu uzattı. Ayağa kalktığımda terzi üç farklı takım getirmişti. Zemrüt yeşili ve beyaz tonlarını sevdiğimi bildiğinden, her defasında bu renklerin farklı biçimlerde işlenmiş giysilerini sunardı. Ben yine beyaz olanı seçtim. Askeri görünümlü bu giysi, sol omuzdan sarkan ince koyu kırmızı kumaşla daha da asil bir hâle bürünmüş, diğer kolunda işlenen altın taşlarla ihtişam kazanmıştı. Pantolonun paçaları ise küçük kristallerle dokunulmuş, ışık vurdukça yıldız tozları gibi parlıyordu.
Giysiyi üzerime giydiğimde Zeyphrus son düzenlemeleri yaptı.
“Bugün büyük bir gün, Zeyphrus,” dedim tebessümle. Ama kalbim, kafese kapatılmış bir serçe gibi çırpınmaya devam ediyordu.
“Evet Majesteleri! Yolculuğunuzun haberi tüm Milruna’ya ve müttefik diyarlara ulaştı,” dedi.
Elleri titreyen ben, bir an Glowberry’i hatırladım. İçimde hep aynı sancı… Onu düşündüğümde suçlulukla haklılık arasında parçalanıyordum. Ah, keşke şimdi yanımda Zeyphrus değil de Henry olsaydı. Ne kadar kaba sözler söylese de, alay etse de, onun bana değer verdiğini, beni korumak için her şeyi yapmaya hazır olduğunu çok iyi biliyordum.
Zeyphrus, giysimi düzelttikten sonra saygıyla kenara çekildi.
“Hazır mıyız efendim?” diye sordu.
“Henüz değil, Zeyphrus. Daha yapmam gerekenler var,” dedim.
Koridorlardan merdivenlere yöneldim. Basamakların başında durup,
“Saray ressamı Anacleto’yu huzuruma çağır. Salonda tahtımda olacağım,” dedim.
Ana salona indiğimde beyaz mermer zemine ayak bastım. Çınar ağacından oyulmuş büyük tahtım, sessizlik içinde beni bekliyordu. Çok geçmeden Anacleto göründü.
“Saray ressamı Anacleto! Sana bir yüz tarif edeceğim. Onu çizmeni istiyorum.”
“Benim için büyük bir şeref, Majesteleri. Söyleyin, kadın mı erkek mi?”
“O bir kadın. Yüzü oval, saçları sonbaharda dökülen yapraklar gibi kızıl, gözleri nehir kıyısında açan yosunlar gibi ela. Burnu küçük, dudakları kiraz gibi dolgun ve pembe. Onu çiz.”
“Anlıyorum efendim.”
Her detayı anlatmaya devam ettim: “Gözlerindeki masumiyeti unutma. Onu resmine işle.” Onu anlattıkça, zihnimde yeniden canlanıyor; gönlüm yaz ortasında çiçeklenen erik ağaçları gibi açıyordu.
Düşüncelerime dalmışken, ressamın sesi beni kendime getirdi.
“Majesteleri, umarım dilediğiniz gibidir.”
Taze boyaların kokusu burnuma doldu; resim önümde belirdiğinde nefesim kesildi. Fırça izleri hâlâ tazeydi ama sanki o kadın yeniden huzurumdaydı. Yutkundum, gözlerim büyüdü.
“Evet… evet… bu o! Hem de bizzat kendisi gibi.” Kalbimden boğazıma ağır bir nefes tırmandı.
“Harika bir iş çıkardın, Anacleto. Dinlenebilirsin.”
Ressam çıktı. Ben resmin önünde diz çöktüm. Boyaları henüz kurumadığı için dokunamadım, ama gözlerim ondan ayrılmadı.
Kapı çaldığında ayağa kalktım. Gelen yine Zeyphrus’tu.
“Kralım, hazırız. Limanda herkes sizi bekliyor.”
“Öyleyse gidelim.” dedim, sonra arkamı dönüp ekledim:
“Zeyphrus, eşyalarımı topla. Yolculuğa giysisiz çıkmak istemem.”
“Emredersiniz Majesteleri.”
Sarayın dışında görkemli bir araba beni bekliyordu. Arka arkaya dizilmiş, demir kaplamalı, büyük ahşap tekerlekli iki at arabası hazırdı. İkinci arabada prens ile kraliçe oturuyordu. Önde duran arabaya doğru yürüyüp içine geçtim. Sessizce oturup Zeyphrus’un gelmesini beklemeye başladım.
Bir süre sonra sarayın kapısı aralandı ve Zeyphrus göründü. Ardında beş hizmetkar taşıyordu; ellerindeki sandıklarda kıyafetlerimiz, değerli eşyalarımız ve yolculuk için gerekli her şey vardı. Daha önce ondan sarayın terzisiyle görüşmesini, Aphrida için en nadide kumaşlardan ve taşlarla işlenmiş en zarif elbiselerin dikilmesini istemiştim.
Sonunda iki araba yola koyuldu ve Milruna’nın başkentinden geçmeye başladık. Halk, bulduğu her çiçeği – güller, yaseminler, zambaklar, menekşeler, papatyalar ve yabani çiçekler – arabaların üzerine atıyordu. Sevinç ve coşku haykırışları başkentin dört bir yanında yankılanıyordu. Asıl heyecanlarının sebebi kraliyet ailesini, özellikle de kralı görmekti. Güneş pırıl pırıl parlıyor, etraf mis gibi çiçek kokularıyla sarılıyordu. Gözlerimi kapatıp o büyüleyici huzuru içime çektim. İçimdeki endişe hâlâ yerini korusa da, bu kez cesaretim ve kararlılığım o duyguyu bastırmayı başarıyordu.
Yaklaşık bir saat süren yolculuğun ardından limana vardık. Sürücüler süslü koşum takımlarını geriye çekince atlar nallarını yere sertçe vurarak durdular. Burunlarından çıkan yorgun nefesleri arabanın çevresinde yankılandı. İnerken prensin, kraliçeye elini uzattığını gördüm; yüzümde hafif bir tebessüm belirdi.
Zeyphrus ise hemen yanımızdan ayrılıp gemi kaptanıyla konuşmaya, erzakların yeterli olup olmadığını kontrol etmeye gitti.
Prense döndüm. “Kendini bu yolculuk için hazır hissediyor musun?” diye sordum.
Henry dudak kenarında sinsi bir gülümsemeyle, “Ben her zaman, her yerde hazır hissederim,” dedi.
Bu sırada bizi gören kalabalık limanda toplanmaya başlamıştı. “Kralımız çok yaşa!” diye haykırıyorlardı. Ben de onlara saygıyla el sallıyordum. Halk, dualarını ve iyi dileklerini yolculuğa çıkacak kraliyet ailesine sunuyordu.
Az sonra Zeyphrus geri döndü. “Majesteleri, her şey hazır. Tüm kontrolleri yaptım,” dedi.
Mürettebat gemiden inerek sıraya geçti ve kendilerini tanıttı. Kaptan öne çıkıp eğilerek selam verdi. Sarı saçlı, ince yapılı, elfler arasında ortalama bir boya sahipti. Kalın sesiyle kendini tanıttı:
“Ben Kaptan Zalip. Majesteleri ve Milruna’nın kraliyet ailesine hizmet etmekten onur duyarım. Mürettebatımla birlikte size en güvenli ve en rahat yolculuğu sağlayacağız.”
Artık yolculuğun kapıları açılmıştı. Anneme döndüm; ellerini göğsünde kenetlemiş, dua edercesine sıkıyordu. Ellerini tuttum. Henry ise ona sarıldı. Prens, annemin saçlarının kokusunu içine çekerken alnına sıcak öpücükler konduruyordu. Ben de onun endişeyle titreyen ellerini usulca öptüm.
“Kraliçemiz kaygılanmasın,” dedim. “Tez vakitte geri döneceğiz. Yokluğumda bu ülke size emanet. Biz size güveniyoruz, lütfen siz de bize olan inancınızı yitirmeyin.”
Annem gözlerime baktı; ince bedeni endişeden donmuş gibiydi. Yüzü kar gibi beyazlamıştı.
“Savaş yeni bitti. Bela daha sona ermeden siz yeni bir tehlikenin kucağına yürüyorsunuz. Elimden hiçbir şey gelmemesi beni kahrediyor,” dedi.
Henry, annemize daha sıkı sarıldı. “Ah hayır Kraliçem! Böyle düşünmeyin. Size oğullarınız süt andı ediyor (evladın annesine ettiği bozulmaz bir and) ne olursa olsun Milruna’ya sağ salim döneceğiz.”
Kraliçem gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Sonra bize sımsıkı sarıldı. “Size inanıyorum oğullarım. Eminim andınızı bozmayacaksınız,” dedi ve gözünden bir damla yaş süzüldü.
Sonunda ellerimiz ayrıldı ve gözlerimiz gemiye çevrildi. Gemiye adım attığımızda halk haykırıyordu:
“UZUN YAŞAYIN KRALIM! SAĞ SALİM GİDİP DÖNÜN! MELEKLER YOLUNUZU AYDINLATSIN!”
Gemimiz dalgaların üzerinde ağır ağır ilerlemeye başladı. Rüzgar sert esiyor, yelkenleri dolduruyordu; küreklere gerek kalmamıştı. Yüzüme çarpan rüzgar saçlarımı savuruyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Tuzlu denizin ve yosunun keskin kokusu ciğerlerime dolarken gökyüzü yavaşça kararıyor, güneşin son ışıkları kayboluyordu.
Yelkenleri aşağıya indirirken prensin sesi rüzgarı yararak kulağıma ulaştı:
“Wild! Ağabey! Wild!”
“Evet, efendim?”
“Yardım lazım mı?”
“Hayır, dikkatimi dağıtma!”
“Sana iyilik yaramıyor,” diye sırıttı.
“Ne münasebet? Şu an sadece gerek yok.”
“Yelkenleri indirdin, öylece dikileceğine aşağıya in,” dedi Henry, yüzünde muzip bir ifadeyle
Akşam karanlığı çökmüştü; mürettebat geminin içinde sıcak bir köşeye sığınmıştı. Okyanusun dalgaları giderek kabarıyor, yağmur tüm şiddetiyle göklerden boşalıyordu. Dışarıda durmak artık bir insana ağır bir işkence gibiydi. Kirpiklerim yağmur damlalarıyla ağırlaşmış, göz kapaklarımı açmakta zorlanıyordum. Yüzüm gökten inen suyla yıkanıyor, saçlarım soğuğun ağırlığıyla başıma yapışıyordu.
Dalgaların kudretiyle gemi bir sağa bir sola savruluyor, ayakta durmak neredeyse imkansız hâle geliyordu. O dev dalgalar sanki aç bir ejderha misali gemiyi yutmak için sabırsızca bekliyordu.
Kaptanın sesi fırtınanın uğultusunu yırtarak yükseldi: “HERKES SIKI TUTUNSUN!”
Zalip, ellerini dümenin üzerinden çekmeden gemiyi var gücüyle idare etmeye çalışıyordu. Sonra gür sesiyle bağırdı:
“YELKEN DİREKLERİNİ BAĞLAYIN!”
Ben ve Henry, mürettebatla birlikte direklere koşturduk. Koşmak denirse tabii… Kaygan zemin, sallanan güverte adeta bir salıncağı andırıyordu. Birkaç denizci bedeninin ağırlığıyla yere yığıldı. Birini düşmemesi için elinden yakaladım ve direğe asıldım.
Elf işçinin gözleri dehşetle açılmıştı; bir bana, bir de bizi yutmaya çalışan kudurmuş denize bakıyordu. Henry direklere ipler bağlamaya uğraşırken, ben bu zavallıyı kurtarmaya çalışıyordum. Tüm gücümle onu kendime çekiyordum fakat yağmurla kayganlaşan elleri tutunamıyordu. Kalbim korkunun pençesine yakalanmıştı.
Hayır Wild! Burada duygularına kapılamazsın. Kontrolü kaybetme. Ama korku çoktan bedenimi sarmıştı. İçimde tek bir çığlık vardı: Elimde bir masum ölmeyecek! İzin veremem. Kaslarım taş gibi gerilmişti, boğazım düğümlendi.
“SIKI TUTUN!” diye haykırdım, titreyen bedenime inat gücümü sonuna kadar kullanarak.
“Yalvarırım kralım, bırakmayın!” dedi, elleri ellerime kenetlenirken.
“Bırakmayacağım… bana güven!” dedim dişlerim kenetlenmiş halde.
Bırakmayacağım… hayır! Hayır! Bırakmayacağım!
O an bütün öfkemle haykırdım. İçimdeki isyanı bağırarak salıverince sanki bedenime yeni bir güç dolmuştu. Bir hamlede onu kendime çektim. Yanıma geldiğinde korkuyla direğe sarıldı. Ben ise nefes nefese kalmıştım; ciğerlerim yanıyor, yağmur yüzünden derin nefes almak bile işkenceye dönüşüyordu.
Kaptan Zalip hâlâ gemiyi idare etmeye çalışıyor, ancak dalgaların kudreti karşısında zorlanıyordu. Artık açık okyanustaydık.
“GEMİDEKİ AĞIR YÜKLERİ DENİZE ATIN!” diye buyurdu.
Henry ile birlikte odalarımıza koştuk. Ne kadar ağır eşya varsa hepsini denize savurduk. O an gözümde hiçbirinin bir çakıl taşından farkı yoktu. Kıyafetlerim, sıradan kılıçlarım, ayakkabılarım… hepsi denizin karanlık kucağına gömülürken sadece bir sandığa dokunmadım: Aphrida için getirdiğim elbiseler. Onları mutlaka ona vermeliydim. Bu yolculuğun mutlu bir sonu olacağına inanıyordum. İnanç, insanı ayakta tutan en sağlam temel değil miydi?
Tam o sırada, mürettebattan bir elf sandığı kucağına alıp koşarak geliyordu. Gözlerim irkildi. Hayır! O benim sandığım olamaz. Onu odamdan almış olamaz!
“Hey! Onu nereden aldın?” diye bağırdım. Ama duymadı. Hızlı adımlarla yanına gittim. “Seninle konuşuyorum! Nereden aldın onu?”
Adam sandığı denize savuracakken ellerim onunla birlikte sandığa yapıştı. Kolunu yakaladım ve sertçe geri çektim. İçimdeki öfke kontrolümü zorluyordu.
“Ne hakla odama girersin? Hangi cüretle izinsiz eşyama dokunursun?!” Gözlerim öfkeyle büyümüş, yüreğimde parçalamak istercesine bir tutku belirmişti. Ama o zavallı elf yere kapanarak canını bağışlamam için yalvardı.
“Özür dilerim, majesteleri! Ne olur affedin! Bu akılsız kulun cezaya razıdır!”
Onun hâlini görünce öfkem dağıldı, utanç kalbime oturdu. Ona eğildim.
“Kalk! Özür dileme. Git, başka ağır eşya kalmış mı ona bak,” dedim.
Ne yapıyordum ben? Ona gerçekten zarar verecek değildim ya… İçimden kendime lanet ettim. Az önce aciz bir kral gibi davranmıştım.
Ah Si Lefur… öfke ne tuhaf bir şey. Kontrolü elinden alıyor, ta ki pişmanlığın gözlerindeki perdeyi yırtana kadar.
Saatler süren çabanın sonunda fırtına yavaşça dindi. Dalgalar sakinleşti, gökyüzü açıldı. Herkes sırılsıklamdı. Geminin altına inip üzerlerini değiştirdiler. Soğuktan titriyor, yorgunluktan ayakta zor duruyorlardı.
Benim için bu sessizlik bir ödül gibiydi. Odama çekildim. Yatağın üzerine bırakılmış birkaç kuru kıyafetten birini seçtim: siyah bir gömlek ve siyah deri pantolon.
Kıyafetlerin sıcaklığı, saatlerce süren soğuk ve yağmurdan sonra içimi huzurla doldurdu. Duvara asılı ayna düşüp çatlamıştı. Onu kaldırıp yerine astım.
“Hmm… yarım olması hiç olmamasından iyidir,” dedim.
Çatlak yüzeyde yansımam parçalanmış gibi görünüyordu; yorgunluğum her halimden belli oluyordu. Soğuktan kızarmış yanaklarım, kızıl boyanmış burnum uykunun habercisiydi. Kıyafetleri yatağın ucuna bıraktım, kuru battaniyeme sarıldım.
Kaslarımı gevşetirken derin bir “ahhh” çektim. Göz kapaklarım ağırlaşıyor, bedenim sanki bütün gün sadece bu anı beklemiş gibi tatlı bir uykuya sürükleniyordu.
Uyandığımda pencereden hâlâ günün tam anlamıyla aydınlanmadığını gördüm; belli ki birkaç saat geçmişti.
Yatağın yanındaki kahverengi deri botlarımı giydim — şükür ki yağmur içlerine kadar işlememişti. Dışarı çıktığımda etrafta bir sessizlik vardı. Zalip dümen başındaydı, Henry ile konuşuyor; Zeyphrus ise çuvalların üzerinde oturup sarayın kütüphanesinden aldığı bir kitabı okuyordu. Zifiri karanlığı yalnızca ay, yıldızlar ve Zeyphrus’un yanında yanan küçük lamba aydınlatıyordu. İçeri dönüp ben de bir lamba aldım ve kaptanın yanına, ağabeyimin yanına gittim.
Kaptan Zalip: “Tehlikeyi atlattık sayılır. Bu denizleri pek bilmem ama öfkesini iyi tanırım.”
İç çektim. Ah, sonunda beklediğim cevabı almıştım.
“Çok şükür,” dedim, hafifçe gülümseyerek.
Henry fenerime bakıp sonra yüzümü süzdü. “Neden uyumadın ağabey?” diye sordu.
“Uyudum, ama bu yataklara alışık olmadığım için uykum bölündü,” dedim.
Henry dudak kenarını kıvırdı. “Alışırsın; bir ay boyunca bu gemide olacağız.”
Tek kaşımı kaldırdım: “Peki sen neden yatmadın?”
“Gerek olursa diye bekledim. Böyle bir tehlike tekrar yaşanmamalı.”
“Haklısın,” diye karşılık verdim; burnumdan derin bir nefes çektim. “Taze yosun kokusunu duyabiliyor musun?”
“Alıştım artık,” dedi ve güvertenin kenarına yürüdü. İçimde huzur yükseliyordu — her şey beklediğim gibi ilerliyordu, yolculuk öncesi endişelerim boşunaymış gibi.
Dalgaların üzerinde yıldızların yansıması usulca titriyordu; denizin sesi neredeyse bir melodiye dönüşmüştü.
Henry: “Manzara o kadar güzeldi ki, fırtınaya değdi.”
Wild: “Evet, haklısın.”
Gözlerimi kapatıp bu sükûnetin tadını çıkardım. “Henry, sen git uyu. Ben nöbet tutuyorum,” dedim.
Henry bir an sessiz kaldı; gitmiş olduğunu sandım. Sonra aniden, “BU DA NE BÖYLE?” diye bağırmasıyla irkildim.
Gözlerimi açtım. Parmağıyla denizi işaret ederek, “Şuna bakar mısın? Daha önce böyle bir şey gördün mü?” dedi.
Okyanusu insan cesetleri vardı; kolları göğüslerinde kavuşturulmuş, gözleri kapalı — birçoğunun boyunlarında ya da bileklerinde halat izleri. Dalgaların sürüklediği yöne doğru savruluyorlardı; sanki dünyadan habersiz miydi hepsi.
“Kurtarmamız gerek, yaşıyor olabilirler,” dedi Henry. İçimde bir şaşkınlık, iğrenme ve tarifsiz bir acı karıştı
Kaptan Zalip soğukkanlılıkla yaklaştı: “Onlar ölü. Meraforlar (insan toprakları) cadılardan nefret eder. Bilinmeyenden korkarlar; cadı oldukları iddia edilenleri yakıp denize atmışlar. Gördükleriniz o suçlamaların kurbanları — araftalar.”
“Neden araftalar?” diye sordum.
“Çünkü masumca öldürüldüler; işleri bitmedi, yarım kaldılar,” dedi.
Boğazım düğümlendi. Küçük çocuklar, genç kadınlar, yaşlılar — yüzlerinde son bir huzur işareti yoktu. Keşke yardım edebilseydim; orada öylece izlemek suçlu hissettirdi. . İnsanlar nasıl olur da böyle caniliğe kalkışır?
Zalip: “Onlara fazla yaklaşmayın, sizi suya çekebilirler,” diyerek uzaklaştı.
Henry: “Garip hissettim, ben içeri giriyorum. Sen geliyor musun ağabey?” dedi. Fakat ben tekrar denize baktım; bir kadının yüzü çatmış, belki hâlâ diriliktendi — ağlıyor gibiydi. Ona yardım edebilir miydim? Direkten çekip çıkarılabilir miydi?
Kadının gözleri ansızın aralandı; göz bebekleri yok gibiydi, yüzü dehşetle donmuştu. Araftaki kadının sesi zihnimde yankılandı: “Bana yardım et… canım yanıyor.” İçimdeki yardım isteği kabardı; yanına gitmek istedim ama bir el beni geri çekti.
Henry kaşlarını çatarak, “Ne yapıyorsun?” dedi. Onun sesini duyunca kendime geldim; titreyerek, “B… ben ağlayan bir kadın gördüm,” diyebildim. Saçlarımı geriye attım. “Henry… yardım istiyorlardı. Çığlıklarını duydum,” dedim endişeyle.
Henry sertçe, “Zalip’in sözlerini unuttun mu? ‘Ağlayıp sizi suya çekmeye çalışırlar.’ Hadi içeri girelim; birkaç saat içinde bu suları da aşarız,” dedi.
İçeri doğru ağır adımlarla ilerlerken yine denize baktım; gönlüm onları acı içinde bırakmaya razı değildi. Henry arkasından, “İlk sen gir, sonra ben. Hadi, seni bekliyorum ağabey,” dedi.
Milruna’dan ayrılalı haftalar geçmişti. İçeride kendime sıcak bir çay alıp keyfini sürüyordum. Bir fincan da Henry’e götürdüm.
“Çay kaynattım Zeyphrus, sen de üşümeden iç,” dedim.
“İnceliğiniz için teşekkür ederim, Majesteleri.”
Ben ise saray kütüphanesinden aldığım Bitkiler üzerine yazılmış kitaplara gömülmüştüm. Ortam sessizdi. Henry de bu dinginliğin bozulmasını istemezdi. Fakat huzurumuz uzun sürmedi; gemi aniden şiddetle sarsıldı. Önümüzdeki gümüş bardaklar yere devrildi, çaylarımız döküldü. Hızla kitabı masaya bıraktım ve dışarı fırladım. Henry ile Zeyphrus da hemen arkamdaydı.
“Neler oluyor, Kaptan?” diye bağırdım girişten.
Zalip: “Bilmiyorum Majesteleri, sanırım bir balina gemiye çarptı. Endişelenecek bir şey yok.”
Kaptanın sözleri daha bitmeden gemi bir kez daha sallandı. TAK! Bu, sıradan bir balinanın kazara çarpmasına hiç benzemiyordu. Sanki bilinçli bir saldırıydı.
Henry ile beraber koşup denize baktık ama hiçbir şey göremedik.
“Hiçbir şey yok Kaptan! Henry, sen gördün mü?”
Henry: “Hayır ağabey, hiçbir şey seçemiyorum.”
Zalip: “Dediğim gibi, balinadır büyük ihtimalle.”
Henry homurdandı: “Yemin ederim başımız beladan hiç kurtulmuyor. Önce ruhlar, şimdi de bu! Burada ölürsek şaşırmam.”
TAK! TAK!
Gemi sanki durmaksızın görünmeyen bir şeye çarpıyordu.
“Kaptan, bu artık balina değil, başka bir şey,” dedim kararlılıkla.
Zalip: “Doğruyu söylemek gerekirse bilmiyorum, Kralım. Bu sularda daha önce hiç yüzmedim.”
Henry: “Ah, harika! Neden bilmediğimiz sularda ilerliyoruz? Hepimizi ölüme mi sürüklüyorsun?”
“Henry! Yeter artık. İki dakika kimseyi suçlama,” dedim öfkeyle. Çünkü bu engeller yalnızca onun değil, hepimizin sabrını zorluyordu.
Zalip derin bir nefes aldı: “Majesteleri, siz Dejarus Ormanı’na gitmek istediğinizi söylemiştiniz. Bu orman efsane olsa da… büyükbabam da benim gibi kaptandı. Bana buranın gerçekten var olduğunu söylerdi. Hatta kendi elleriyle çizdiği haritayı bile göstermişti. Ondan başka hiç kimse bu adaya gitmedi. Geri döndüğünde de ne bir taş, ne bir çiçek getirdi. Gördüklerini asla anlatmadı.”
Bu sözler yüreğime umut düşürdü. Demek ki daha önce oraya giden biri olmuştu ve bu yer gerçekte vardı. Zalip cebinden eski, yıpranmış bir kağıt çıkardı:
“Yıllarca bu haritayı herkesten sakladı. Ancak sizin buraya gitmek istediğinizi duyunca bana verdi. Yoksa asla elime geçmezdi.”
Henry kollarını göğsünde kavuşturup alayla konuştu: “Harika. Peki neden büyükbabanı getirmedin? En azından bu belalarla nasıl başa çıkacağımızı bilirdi.”
Aslında haklıydı. Büyükbabası böyle şeyleri biliyorsa, bizimle gelmesi daha doğru olurdu.
Zalip: “Ben de istedim, ama reddetti. Bir daha oraya gitmeyeceğini söyledi.”
Henry ona öfkeyle baktı, kaşlarını çattı: “Kim ister ki? Kaç kez ölümün eşiğinden döndük.”
Onlar konuşurken gemi yeniden sarsıldı. Açıkça biri gemiye kasten vuruyordu.
---
Günlerdir yalnızca deniz ve güneşi görüyordum. Hep aynı yemekleri yiyorduk; bazen aç kalıyor, stokların tükenmemesi için sabrediyorduk. Gemideki herkes, gökyüzünde kara görmeyi dileyerek Tanrı’ya dua eder hale gelmişti. Çok şükür ki uzun zamandır yeni bir bela başımıza gelmemişti.
Ama belki de şükretmek için erkendi. Çünkü gemi, sığ kayalıkların yakınından geçerken kayaların üzerinde oturmuş garip varlıkları fark ettim. Gövdeleri elfe benziyor, alt kısımlarıysa iri balık kuyruklarıyla bitiyordu. Bizi gözlüyor, hareketlerimizi izliyorlardı.
Gece indiğinde, kaptan Zalip ve ben içeride mürettebatla birlikte akşam yemeği yiyorduk. Henry ve birkaç kişi nöbetteydi. Sakin bir şekilde ekmekle haşlanmış patatesimi yerken dışarıdakilerin aç olduğunu düşündüm. Kardeşimin aç kalmasına ise asla gönlüm razı olmazdı.
Bir tabağa tuzlu et ve bir kurabiye koydum. Sağ elime bir bardak şarap alıp dışarı çıktım. Tam o sırada kulağıma garip bir ses ulaştı… bir kadın sesi. Şarkı söylüyordu.
Ne olduğunu anlamak için nöbettekilere baktım. Hepsi büyülenmiş gibi kayalardaki deniz kızlarını hayranlıkla izliyordu. İçlerinden bir elfin kendini suya attığını gördüğümde bedenim panikle titredi. Ardından bir başkası daha kendini dalgaların kollarına bıraktı.
Elimdeki yemekler güverteye saçıldı, şarabın keskin kokusu tuzlu denizin kokusuna karışıp midemi bulandırdı.
Tam o anda kaptan Zalip dışarı fırladı, gözleri korkuyla büyümüştü.
“SİRENLER! UZAK DURUN! BUNLAR SİREN! KULAKLARINIZI KAPATIN, HEMEN!” diye haykırdı ve kendi kulaklarını kapatarak güverteye koştu.
Artık çok geçti; birkaç elf, çılgınca bir aceleyle kayıklara atlayıp bu vahşi yaratıkların yanına doğru yüzüyordu. Adeta büyülenmiş gibiydiler. Henry ise yoktu aralarında. Gözlerim dehşetle büyüdü, kalbim hızla çarpmaya başladı ve güvertenin ortasına koşarak bağırdım:
“Kaptan! Prens yok!” dedim, ellerim titreyerek.
Kaptan Zalip’in sesi yankılandı: “Prens suyun içinde! Ona yardım edin!”
Henry, denizin kudurmuş dalgaları arasında kayalara doğru aç bir köpekbalığı gibi yüzüyordu. Bir şey yapmam gerek. Onu kurtarmalıyım! Kayıklar çoktan uzaklaşmıştı. Halat atsak bile tutunamayacaktı. Düşünmeden gömleğimi yırttım, derin bir nefes alıp kendimi dalgalara bıraktım. Su, buz gibi tenime çarptı ama Henry’e doğru hızla kulaç atmaya devam ettim. Burada boğulmamak neredeyse imkânsızdı.
Bir an, Henry yüzmeyi bıraktı ve kendini suyun akıntısına teslim etti. Ne yapıyor bu aptal? Ölümü seçiyor! Ciğerlerim yanarken bir kez daha nefesimi tuttum, derine daldım. O hızla batıyordu; ne kadar yüzsem de ona yetişemiyordum. Biraz daha… biraz daha… Sonunda elini yakaladım ve tüm gücümle kendime doğru çektim. Ama çok geçti; bayılmıştı. O an bir Siren, gözleri kan çanağı gibi parlayarak Henry’nin bacağına yapıştı.
Ciğerlerim yanıyordu, nefesim tükenmişti. Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi. Sireni tekmelediğimde öfkeyle çığlık attı, sivri dişlerini gösterdi. Tırnaklarını Henry’nin etine geçirdiğinde içimdeki son gücü topladım; kemerimdeki hançeri çekip onun eline sapladım. Suyun içinde yankılanan korkunç bir çığlıkla geri çekildi ve karanlığa karıştı.
Dayanamıyorum… bayılacağım. Kollarım ağırlaştı, gözlerim bulanıklaştı. Yukarı çıkmaya çalışırken bir halat hızla suya bırakıldı. Son gücümle onu kavrayıp sırtıma bağladım. Henry’i kollarıma alıp göğsüme bastırdım. İyi olacağız kardeşim… Sana zarar gelmesine izin vermem.
bilincim kapanıyordu. Sadece halatın bedenimi yukarı çekişini hissettim.
Uyandığımda güvertenin tahtaları altımdaydı. Biri göğsüme bastırıyor, can havliyle kalbimi uyarıyordu. Boğuluyormuş gibi öksürdüm, ciğerlerim sanki yırtılıyordu. Soğuk havayı içime çektikçe boğazım yanıyordu.
Gözlerim hızla Henry’i aradı. O da öksürerek su kusuyordu.
Kaptan Zalip, titrek bir sesle konuştu: “İyi misiniz, majesteleri?”
“Ben… ben iyiyim. Henry nasıl? Siren, tırnaklarını bacağına saplamıştı.”
Kaptan, başını kederle iki yana salladı. Kayıklar çoktan geri dönüyordu.
“On kişiyi kaybettik. Yaralılarımız da var.”
Kayalara dizilmiş Sirenler hâlâ bizi izliyordu. Bu kez şarkı söylemiyorlardı; gözleri aç kurtlar gibi parlıyordu. Suyun üzerinde elf mürettebatın parçalanmış uzuvlarını iştahla yiyorlardı.
Gemideki nefesler ağır ve kısaydı. Ama kâbus yeni başlıyordu. Birkaç dakika içinde kurtarılan elflerin bazıları titremeye başladı; göz bebekleri süt beyazına döndü. Çığlık atarak yanındakilere saldırdılar, biri yoldaşını yakalayıp denize sürükledi.
Henry de farklı davranmaya başlamıştı. Gözleri beyazlaşmış, bilinçsizce çırpınıyordu. Elfler onu hemen yakalayıp bağlamaya çalıştı.
“Kaptan, neler oluyor?” Kalbim yerinden çıkacak gibiydi.
“Bilemiyorum…” dedi Zalip. “Ama büyük ihtimalle suya daldıklarında zehirlenmişler.”
“İyileşecekler mi?” diye sordum aceleyle.
Yaralıların bağlanmasına yardım ettim. Henry’nin bileklerini kaptan sımsıkı tutarken, ben de bacaklarını iplerle sardım. O ve üç elf, yerde zincirlerinden kurtulmaya çalışan vahşiler gibiydi. Bilinçleri gitmişti; artık tanıdığım kişiler değillerdi.
“Shadowen!” diye seslendim. “Saray hekimi, hemen yaralılara bak!”
Hekim telaşla geldi, Henry’nin nabzını kontrol etti, gözlerine baktı. Sonra bacağındaki yarayı inceledi.
“Majesteleri,” dedi. “Sirenler tarafından yaralanmışlar. Büyük ihtimalle zehirlenmiş durumdalar. Yarasını temizleyip merhem süreceğim ama… iyileşip iyileşmeyeceklerini şimdilik söyleyemem.”
Yüzüm buz kesildi. “Ne demek kesin cevap veremem? Onu iyileştirmelisin… Lütfen!”
Henry saatlerdir bağlı şekilde yatıyordu. Ter içinde kıvranıyor, bedeni titriyordu. Göz bebekleri hâlâ bembeyazdı, ateşi dinmiyordu. Ten rengi yavaş yavaş solmaya başlamıştı. Yanından ayrılmıyor, baş ucunda nöbet tutuyordum.
Arkamda Kaptan Zalip’in sesi yankılandı: “Majesteleri, haritada gösterildiği üzere en geç yarın Dejarus Ormanı’na varırız.”
Haberi mürettebatı sevindirmişti ama ne benim ne hekimin ne de kaptanın yüzünde tebessüm vardı. Benim içimde yalnızca kasvet büyüyordu.
“Teşekkür ederim…” dedim, sesim titreyerek. Hüzün, hayal kırıklığı ve korku kelimelerime karışıyordu. Henry sağlıklı olsaydı, bu haberi duyunca mutluluktan gözleri parıldardı: ‘Başardık ağabey! Başardık!’ derdi…
Zalip sessizce kapıda durmuştu. “Efendim, üzülmeyin. Bir çaresi vardır, bulmaya çalışacağız.”
“Bu nöbette ben olmalıydım…” dedim, içime gömdüğüm acıyı zar zor yutarak.
“Kendinizi suçlamayın,” dedi kaptan. “Geleceği bilemezdiniz.”
Zaman geçtikçe endişem büyüyordu. Hekimden olumlu haber gelmedi, Henry hâlâ bilincini açmadı. Sonunda kapı çalındı. “Girin!” dedim. Shadowen içeri girdi. Terler içinde uyuyan Henry’ye baktı.
“Ne oldu?” diye sordum, korkuyla. Lütfen olumlu bir şey söyle…
Ama onun yüzünde yalnızca hüzün vardı. İnce dudaklarını bastırdı, kaşlarını çattı. Mahcup, umutsuz bir sesle konuştu:
“Kralım… Eğer Henry bu geceye kadar iyileşmezse, bedeni dayanamayacak ve hayatını kaybedecek.”
Sözleri ruhumu paramparça etti. Ayaklarımın altından zemin kaydı sanki. O anda güverteden kaptanın sesi duyuldu:
“KARA GÖRÜNDÜÜÜ!”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.24k Okunma |
587 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |