8. Bölüm

7 ci bölüm "Masallardan Çıkmış Gibi"

Sona Askerova
sonyammm

 

Kaptan Zalip, Dejarus'a vardığımın haberini bizzat iletti. O an içimde tuhaf bir ağırlık çöktü; buraya böyle bir şekilde geleceğim aklımın ucundan bile geçmemişti. Ne böyle bir yolculuk hayal etmiştim, ne de bu kadar acı dolu bir karşılama... Yaşadığım şey neydi? Bir düş kırıklığı mı, yoksa kaderin bana vurduğu zalim bir tokat mıydı? Kalbimdeki sancı gözyaşlarımı tutmama engel oluyor, hüznüm ruhumda derin yarıklar açıyor, beni çaresizliğin karanlık dehlizine itiyordu. Evet... Tam anlamıyla çaresizdim.

 

Peki şimdi ne yapacaktım? Hangi yola başvurmalıydım?

Henry... O sadece kardeşim değildi. Dostum, sırdaşım, ailem... Varlığımın en kıymetli parçasıydı.

"Sen olsan ne yapardın, Henry?" diye fısıldadım, alnından süzülen parlayan ter damlalarını ıslak bir bezle silerken.

 

Hayır! Burada öylece durup onun hayatının sönmesine izin veremezdim. Eğer rüyalarıma giren o kadın gerçekten doğanın ruhuysa, doğaüstü güçlere sahipse, bana yardım etmenin yolunu da mutlaka biliyordur.

Tek umudum sensin, peri kızı... Tek dayanağım kaldın. Eğer sen de yanımda olmazsan, ben sonsuza dek kaybolurum.

 

Elimin tersiyle gözyaşlarımı silip kendime fısıldadım:

"Sana bir şey olmasına asla izin vermeyeceğim..."

 

Hekim Shadowen, Henry'nin bedeninin ancak akşama kadar dayanabileceğini söylemişti. Gözlerim istemsizce tik ağacından yapılmış zemine kaydı. Bilincimi yitirircesine bir süre ahşabın damarlarını seyrettim.

 

"Kendine gel, Wild..." dedim içimden. "Şimdi pes edemezsin."

 

Gözlerimi kapatıp kendimi hafifçe silkeledim, derin bir nefes aldım. Henry'nin alnına elimle dokundum.

 

"Si Lefur... Ateşler içinde yanıyorsun..." dedim endişe dolu bir sesle.

 

Bu manzara, Sirenlerin zehrinin ne kadar acımasız ve korkunç olduğunu bir kez daha hatırlattı bana. Yüzü ve elleri terden sırılsıklamdı; cildi kar gibi beyazlamış, dudaklarının rengi tamamen solmuştu. Alnından süzülen ter damlaları köprücük kemiğinde birikiyordu.

 

"Sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim! Sana söz veriyorum! Ağabeyin Wild Methian söz veriyor!"

 

Sanki sözlerimi duymuş gibiydi... Titreyen bedeni hafifçe kıpırdadı, kapalı gözlerinden bir damla yaş süzülüp yastığına düştü. Boğazım düğümlendi. İçimde bir yerler kavruldu.

 

Sandalyeden hızla kalkıp kapıya yöneldim. Hayır... Geriye bakmamalıyım. Yumruğumla kapı kenarına sertçe vurdum. O an ruhum kafesinden kurtulmuş gibi, içimde biriken bütün duygular kabardı. Tutamadığım gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken üst dişlerimi alt dudağıma bastırdım, burnumu çektim. Kendime gelmeliydim. Derin bir nefes aldım ve hızlı adımlarla odadan çıktım.

 

Geminin güvertesine vardığımda, Dejarus Adası'nın büyüleyici havası ve sık, gizemli ormanları ufukta belirdi. Bu ormanda nelerle karşılaşacağımı bilmiyordum ama beni kimin beklediğini çok iyi biliyordum.

 

"Lütfen bana yardım et, peri kızı..." diye fısıldadım, dalgaların taşıdığı soğuk rüzgâr tenime çarparken.

 

Hemen odama koştum. Büyük bir çanta omzuma astım. İçine kalın, sağlam bir halat, ateş yakmak için çakmak taşı, keskin bir hançer ve içi temiz su dolu bakır matarayı yerleştirdim. Günlerdir ayağımdan çıkarmadığım botlarımın iplerini sımsıkı bağladım. Çatlak aynada kirlenmiş, yıpranmış saçlarımı düşük bir at kuyruğu yaptım.

 

Ormanın girişinde derin bir nefes verdim. Buraya ilk kez ayak basıyordum. İçimde açıklayamadığım bir öfke kıvılcımları ruhuma sıçrıyordu; yüz kaslarım gerginlikten kasılmıştı.

 

"Seni bulmaya geliyorum... peri kızı."

 

Zeyphrus yanıma koştu.

"Majesteleri, nereye gidiyorsunuz?"

 

"Prense yardım etmenin bir yolunu bulacağım. Sen onun yanında kal ve beni bekle."

 

"Majesteleri, bu çok tehlikeli. Ormanın derinliklerini bilmiyoruz, içinde ne tür yaratıklar yaşadığını da..."

 

"Ben burayı çok iyi tanıyorum, Zeyphrus. Senden ricam, ben dönene kadar prense destek olman."

"Ama Majesteleri-"

 

Sözünü kestim. "Yeter bu kadar. Acele etmeliyim. Geri döneceğim!"

 

Fırtınanın ve Sirenlerin gemiye verdiği hasarı onarmaya çalışan mürettebatın sohbetlerini duyabiliyordum. Uzakta değillerdi ama beni fark etmemişlerdi.

 

-"Kralımız galiba aklını yitirdi. Prens akşama kadar yaşamayacak, ama o adayı keşfe çıkmış."

 

-"Peki Milruna'nın tahtına kim geçecek? Veliaht da ölürse delirmiş bir kralı kimse tahtta bırakmaz."

 

-"Kim olacak... Kraliçe Elara geçecek. Methian hanedanından başka kimse kalmadı."

 

-"Duydunuz mu? Kraliçe Elara eskiden Methian sarayında hizmetçiymiş. Kral Aldarin'le birbirlerine âşık olup evlenmişler."

 

-"Demek ki kraliçemiz bir zamanlar bir hizmetçiymiş..."

 

Bu sözleri duyunca ellerim istemsizce yumruk oldu. Dişlerimi sıktım. Nefesim kesildi. Öfkem ciğerlerimi yakarken bedenim titredi.

 

Tam o sırada Kaptan Zalip'in sesi yankılandı:

"Size mi kaldı krallığı düşünmek! Gevezeliği bırakın ve işinizin başına dönün!"

 

Durumumu fark eden Zeyphrus yanımda belirip yumuşak ama kararlı bir sesle konuştu:

"Majesteleri, bu boş laflara kulak asmayın. Şu an sizin ve prensin sağlığı yalnız Methian hanedanı için değil, Milruna ve tüm müttefikler için de hayati önemde. Kendinizi kaybetmemeniz gerek!"

 

Ona dönüp kararlılıkla "Geri döneceğim!" dedim ve hızlı adımlarla ormana girdim.

 

Yürüdüm... yürüdüm... ve daha da derinlere yürüdüm.

 

Etrafımda daha önce hiç görmediğim türden ağaçlar, kamışlar ve devasa yapraklar yükseliyordu. Burası rüyalarımdaki görüntülere hiç benzemiyordu. Bazı yapraklar neredeyse boyumun iki katıydı. Hançerimle onları kesmem mümkün değildi; aralarındaki boşluklardan sıyrılarak ilerliyordum. Bitkilerin görünüşü tehditkârdı; güller bile alışılmışın aksine devasa, sarmaşık gibi sık ve kalın dikenlerle çevriliydi. Bu ürkütücü manzara karşısında her adımımı dikkatle atıyordum, ama tüm temkinime rağmen bazı dikenler bedenimi çizmekten geri kalmadı.

 

Saatlerce uzayıp giden dar patikada yürüdüm, ama hiçbir yere varamamıştım. Sanki bu uğursuz orman beni bilinçli olarak içinde hapsediyor, her adımımı tekrar tekrar aynı noktaya döndürüyordu. Vücudum çizikler ve morluklarla kaplıydı; dikenlerin lime lime ettiği gömleğimin kollarından bir parça yırtıp yanımdan geçtiğim çalıya bağladım. Her yer birbirinin aynısıydı; karanlık gövdeler, sarmaşıklarla örtülmüş devasa ağaçlar... Sanki doğa benimle oyun oynuyor, yön duygumu sinsice yok ediyordu. Belki de sabahtan beri aynı çemberin içinde dönüp duruyordum? Bu düşünce içime korku ve endişenin zehirli tohumlarını ekti.

 

Tam o sırada burnuma soğuk bir damla düştü. Başımı kaldırıp elimi havaya uzattığımda avuç içime birbiri ardına düşen yağmur damlaları üşüştü. Derin bir nefes verip gökyüzüne baktım. Yağmurun başlaması umutsuzluğumun fitilini tutuşturdu. "Ah... Bir sen eksiktin," dedim kendi kendime kısık bir sesle.

 

Gün çoktan batmak üzereydi, fakat ne Aphrida'ya ne de rüyalarımda gördüğüm o kanatlı küçük perimsi varlıklara rastlamıştım. Omuzlarım düşerken başım da istemsizce öne eğildi. Yağmurun altında uzun bir süre kıpırdamadan durdum. Deliriyor muydum? Gerçekten bunların hepsi zihnimin bir oyunu muydu? Aşık olduğum kadın belki de sadece bir düşten ibaretti... Belki de gerçekte hiç var olmamıştı. Eğer öyleyse, aşkım bir yalandı... Ve Henry, kardeşim, hayatını boşuna tehlikeye atmıştı.

 

Yağmur sağanağa dönüştüğünde en yakın ağacın altına sığındım. Rüzgârın uğultusu arasında titremeye başladım. Kuru bir alan bulduğumda üşüdüğümü tam anlamıyla hissettim. Etrafta kuru yapraklar ve ince dallar arayıp topladım; sonra çantamdaki çakmak taşıyla demir aleti çıkararak birbirine vurmaya başladım. Her darbe, gecenin içinde kıvılcımlar saçan bir umut ışığıydı. Nihayet kuru dallar tutuştu ve küçük ama canlı bir ateş doğdu karanlığın ortasında. Buz kesmiş ellerimi bu minik alevin üzerine uzatarak ısınmaya çalıştım.

 

"Ya Aphrida'yı bulamazsan Wild? Ya Henry'e yardım edemezsen?" dedim kendi kendime. Bu sorular, zincir gibi boğazıma dolanıyor, beni karanlık bir umutsuzluğa çekiyordu.

 

Dizlerimin üstüne çökerek başımı bacaklarımın arasına bıraktım. Islak saçlarımın bir kısmı önüme düştü. "Hayır Wild! Pes edemezsin! Kendine gel!" dedim hırçın bir sesle. "Buradan Aphrida ve Henry'yle birlikte döneceksin Milruna'ya. Henry, yaşadığınız maceraları kraliçeye heyecanla anlatacak... Aphrida'yla ise ışık dolu bir hayat süreceksin."

 

Derin bir nefes alıp toprağa baktım. "Aphrida'yla evleneceksin... Düğünümüze Prens de katılacak," dedim hayal ederek. Toprağa düşen yağmur damlaları, sakin ve huzur veren bir melodi yaratıyordu; öyle ki bu ses, geceler boyu kardeşimin başında endişeyle nöbet tutan beni bile uyutacak kadar tatlıydı.

 

Gözlerimi açtığımda gece yarısı çoktan yaklaşmıştı. Hava tamamen kararmış, ateşim ise kül olup sönmüştü. Soğuk, iliklerime kadar işlemişti. Bilinçsizce etrafıma bakındım, sonra panikle ayağa fırladım. "Ah hayır... Hayır! Geç kaldım! Aphrida'yı hemen bulmam gerek!" diye haykırdım.

 

Islak saçlarım kurumuştu ama yırtık gömleğim hâlâ nemliydi; titreyerek, sık bitkilerin arasından yoluma devam ettim. Yağmur durmuştu ama toprak hâlâ çamurdu, yürümeyi eziyete dönüştürüyordu. Ayaklarım bata çıka ilerliyor, her adımda daha fazla güç harcıyordum. "Her şey düzelecek Wild... biraz daha dayan," dedim kendime.

 

Tam o anda ayağım çamura saplandı; kurtulmaya çalışırken dengemi yitirip yokuş aşağı yuvarlandım. Islak çalılar yüzüme çarpıyor, sivri taşlar karnımı deliyordu. Nihayet göğsüm büyük bir ağaca çarpınca durabildim. Boğazımı yakan öksürükler arasında, çamura bulanmış bedenimi kaldırmaya çalıştım. Beyaz saçlarımdan eser kalmamıştı; kir, çamur ve umutsuzluk iç içe geçmişti.

 

Gözüm, biraz önce gömleğimle bağladığım çalıya takıldı. "HAYIR! HAYIR! OLAMAZ!" diye haykırdım. Gözlerim dehşetle açıldı. "Bu... bu benim bağladığım çalı," dedim boğuk bir kahkahayla. Sonra kahkahalarım çılgınca yükseldi. "Gülünçsün Wild... Acınasısın!" diye bağırdım, kendi kendime alay ederek.

 

Bir anda kahkahalarım hüzne dönüştü. Gözyaşlarımın önü kesilmedi. Bitmişti... Yolun sonuna gelmiştim. Dizlerimin üzerine çöktüm. Gözlerimi kapatıp karanlığa seslendim:

"Ey doğanın ruhu, ey unutulmuş dünyanın yaratılışından beri bu toprakları koruyan kadim melek! Ben Wild... Elf Kralı... Buradayım, senin topraklarındayım! Lütfen sesimi duy! Sana ihtiyacım var... Varlığınla bana yol göster!"

 

Boğazıma koca bir yumru oturdu. "Affet beni Henry... Ağabeylik görevimi yapamadım. Ben... seni kurtaramadım," dedim hıçkırarak. "KURTARAMADIM!" diye haykırdım karanlığa.

 

Tam o anda şakaklarımda sıcak bir dokunuş hissettim. Yumuşak, huzur veren bir el... Gözlerimi yavaşça açtığımda karşımda Aphrida'yı gördüm. Narin parmakları yüzümde geziniyor, gözyaşlarımı tek tek siliyordu. Gözlerimin içine öyle derin, öyle dikkatli bakıyordu ki sanki ruhumun çıplak hâlini görüyordu.

 

"Gelmişsin," dedi Aphrida, dudaklarına hafif bir tebessüm kondurarak.

"Geldim..." dedim titreyen bir sesle.

 

Başını yana eğdi. "Peki neden ağlıyorsun? Neden canın bu kadar yanıyor?" diye sordu.

"Kardeşim... Henry... ya ölüyor ya da çoktan öldü. Sirenlerin zehri... Onu kurtaramadım. Adanın kıyısına varır varmaz seni aradım, yardım edebilirsin diye... Ama artık çok geç. Belki de ben geri dönene kadar hayatını kaybedecek."

 

Artık güçlü görünmeye çalışmıyordum. Bütün iç direklerim bir fırtınayla devrilmiş gibiydi. Gözyaşlarım durmadan akıyor, yüreğim paramparça oluyordu. Henry... Canımdan çok sevdiğim kardeşim... Onsuz hiçbir şeyin anlamı kalmamıştı.

 

Aphrida yumuşak bir sesle sordu: "Kardeşin nerede?"

"Sahildeki gemimizde... kendi kamarasında yatıyor," dedim kısık bir sesle.

 

Aphrida sessizce bana sarıldı. Ruhumun kırıkları bir sarılmayla onarılamazdı belki ama başımı onun omzuna yaslamak istedim. O anda dünyayı, acıyı ve korkuyu bir anlığına susturmak istedim.

 

Aphrida: "Gözlerini kapat."

 

Yıkılmış hâlimi sessizce seyreden Aphrida'nın bakışlarında tarifsiz bir şefkat ve sıcak bir sevgi parlıyordu. Kiraz rengi dudaklarının samimi bir kıvrımı, yüzüne sanki bir canlının tüm merhametini toplamış bir empati şaheseri havası katıyordu.

 

İnce ve narin eli şakaklarıma dokunduğunda, parmaklarının sıcaklığı içime kadar işledi. Yumuşacıktı, yaban çiçeklerinin taze kokusunu taşıyordu. Usulca yüzümü sıvazladı; sesi neredeyse bir fısıltı kadar kısık, huzur doluydu.

"Gözlerini kapat," dedi sakin bir tonda.

 

Duymuştum ama zihnim anlam verememişti.

"Ne?" dedim, refleksle, boğuk bir sesle.

 

O ise gözlerimdeki yaşları silerken cümlesini kararlılıkla yineledi:

"Gözlerini kapat, Wild."

 

Ne demek istediğini anlayamasam da itaat ettim. Gözlerimi kapattım ve o anda bana sarıldı. Yüzümü omzuna dökülen saçlarının arasına gömdüm; tanıdık yasemin kokusu ciğerlerime doldu. O an zaman durmuş gibiydi.

 

Birkaç saniye boyunca sessiz, hareketsiz kaldık. Sonra usulca benden uzaklaştı. Gözlerimi yavaşça açtığımda, bir anlık şaşkınlıkla etrafıma baktım: Gemiye, Henry'nin odasına dönmüştük. Boğazım düğümlendi, istemsizce yutkundum. Bu nasıl mümkün olabilirdi?

 

Hekim Shadowen prensin başucunda durmuş, alnına ıslak bezler yerleştiriyordu. Ortam, keskin bitki özlerinin kokusuyla dolmuştu; yeni ilaçlar kullandığı belliydi. Ben hâlâ ormanda dizlerimin üzerinde olduğum aynı pozisyondaydım.

 

Kendimi toparlamadan Henry'nin yatağına doğru yaklaştım. Onu bağlayan ipler çözülmüştü. Aphrida sessiz adımlarla Henry'nin sol tarafına geçti, yatağa oturdu. Kardeşim sanki ölümün sessiz çağrısını bekliyormuş gibiydi. Yüzünde acının izi yoktu ama koyu kahverengi saçları terden yapışmış, teni solgundu.

 

Aphrida onun ellerini tuttu, gözlerini kapattı. Bir anda prensin titreyen bedeni sakinleşti, ateşi düşmüştü. Hekim Shadowen şaşkınlıkla elini Henry'nin alnına koydu; gerçekten de ateşi yoktu.

 

Aphrida: "Böyle yaparak size sadece zaman kazandırıyorum. Onun panzehire ihtiyacı var."

 

Ellerim titredi, nefesim kesildi. Kontrolümü kaybediyordum.

"Pe... peki... bu panzehiri nereden bulabilirim? Anlat, ne gerekiyorsa yapacağım!"

 

Aphrida: "Panzehir için, Sirenlerin akrabası olan bir deniz kızının kanı gerekli."

 

"Neden Sirenlerin kendisi değil?" diye sordum şaşkınlıkla.

 

Aphrida: "Çünkü Sirenler masum değildir. Bize masum bir canlının kanı gerek."

 

"Ne gerekiyorsa yaparım... Gerekirse canımı veririm," dedim. Sesim öfke ve hüzün arasında salınan sert bir tondaydı. Aphrida, söylediklerimi anlayışla başını sallayarak onayladı.

 

"Peki deniz kızlarını nerede bulabilirim?"

 

Aphrida: "Biraz kuzeye yüzerseniz, kayalıkların üzerinden sizi izlediklerini fark edeceksiniz. Onlarla konuşun. İyi kalplidirler, dost olduğunuzu gösterin. Eğer niyetinize inanırlarsa mutlaka yardım edeceklerdir."

 

"Peki görünüşleri? Sirenlerden nasıl ayırt edeceğim?"

 

Aphrida: "Ayırt edemezsiniz. Tek farkları kuyruklarındadır; deniz kızlarının kuyrukları çift, sirenlerin ise tektir."

 

"Tamam," dedim kararlılıkla ve hızla kapıya yöneldim. Tam o anda sevdiğim kadının sesi beni durdurdu:

 

Aphrida: "Bekle."

 

Korkuyla arkamı döndüm.

"Ne oldu?"

 

Aphrida: "Yanına bir siren de gelebilir, Wild. Ve lütfen onu öldürme. Panzehiri hiçbir canlıya zarar vermeden al."

 

Bu sözleri, hem benim hem kardeşimin kaderini belirleyebilirdi. Yutkundum, ama söz veremedim. Bakışlarım sertleşti. Sessizce odadan ayrıldım.

 

Panzehir için bir hançer ve bir kaseye ihtiyacım vardı. Sahile koştum. Zalipe, bir fıçının üzerinde otururken rastladım.

 

Zalip: "Buyurun Majesteleri."

"Bir kase al, adamlarından birini de yanına al ve bana bir kayık getir. Denize açılıyoruz."

 

Zalip emirlerimi tereddütsüz yerine getirdi. Dakikalar içinde her şey hazırdı. Yanımda kaptan Zalip ve yardımcısı İzar vardı. Aphrida'nın dediği gibi kuzeye doğru kürek çekmeye başladık.

 

Güneş çoktan batmıştı. Karanlık deniz sessizdi ama derinlerinde bir şeylerin bizi izlediğini hissedebiliyordum. Çok geçmeden kayalıkların üzerinde vahşi görünümlü yaratıklar belirdi. Sayıları fazlaydı. Kuyruklarının üstünde oturmuş, bizi meraklı gözlerle izliyorlardı. Öncekilerin aksine şarkı söylemiyor, sessizce dikkatlerini üzerimize yoğunlaştırıyorlardı.

 

Yarı balık, yarı elfe benzeyen bu varlıkların her birinin saç rengi farklıydı; upuzun kuyrukları suyun içinde dalgalanıyor, tenleri denizin en koyu mavisini taşıyordu. Vücutları pullarla kaplıydı, tırnakları uzun, burunları neredeyse görünmeyecek kadar küçüktü. Sivri kulakları ay ışığında keskin bir siluet çiziyordu.

 

Kuyruklarını görmek istedim ama ne kadar zorlasam da başaramadım; suyun karanlığı onları saklıyordu.

 

Kaptan Zalip: "Majesteleri, ne yapalım? Bence yaklaşmalarına izin verelim, birini öldürüp tekneye çekelim. Başka türlü panzehiri alamayız. Sayıları çok fazla... Eğer saldırırlarsa kaçamayız, savunmaya bile zamanımız olmaz."

 

İzar: "Bence de efendim. Kaptan Zalip doğru söylüyor. Lütfen yanlış bir karar vermeyin."

 

Soğuk bir nefes alıp kendimi toparladım.

"Önce yanımıza yüzmelerini bekleyelim," dedim kararlı bir sesle.

 

İzar, korkuyla titreyen ellerini ovuşturuyordu. Zalip ise düşüncelerimi okumaya çalışırcasına dikkatle yüzüme bakıyordu.

 

Uzun bir süre bekledik. Kayığımızda yalnızca iki fener vardı; biri İzar'ın elindeydi, diğeri teknenin ortasında yanıyordu. Sessizlik çökmüştü, kimse konuşmuyordu.

 

Aniden, karanlık suyun içinden bir çift göz belirdi. Simsiyah ve tek renkti. Ardından uzun siyah saçlarıyla bir deniz canlısı yüzeye çıktı. Kayığa yaklaşınca zarif hareketlerle kenara tutunup içeri tırmandı. Meraklı bakışlarla etrafı koklamaya başladı...

 

Yüzüme o kadar yaklaşmıştı ki, içimde yükselen korkuyu bastırabilmek için gözlerimi sımsıkı kapadım. Kalbim endişenin pençesinde çırpınan bir kuş misali göğsümde çırpınıyor, soğuk ter damlaları boynumdan ince yollar çizerek süzülüyordu. Aynı anda bedenimi yakıcı bir ateş kapladı; korku ile adrenalin birbirine karışmıştı.

 

Deniz canlısı: "Ne için geldiniz?"

 

İzar, korkudan tir tir titreyerek dizlerinin üzerinde çöktü ve dualar mırıldanmaya başladı. "Disosyan el ferik, ezmerhejit, Te esare Si lefur..." Gözlerini sımsıkı kapatmıştı; dudaklarından dökülen kelimeler içli bir yakarış taşıyordu. Bu dua, "Tanrım, sen yarattıklarını çaresizlik içinde gördüğünde onları koruyan, merhameti sonsuz yücesin" anlamına geliyordu.

 

Kaptan Zalip, sessizce kemerine bağladığı hançere uzandı. Her an patlak verebilecek bir saldırıya karşı tetikteydi. Ben ise korkumu belli etmemeye çalışıyor, karşımdaki varlığın gözlerinde tehlike değil merak arıyordum.

 

Deniz canlısı, İzar'ın korku dolu duasını fark ettiğinde gözleri kısılıp yüzünde sert bir ifade belirdi. "Ne için dua ediyorsun, Elf?" diye sordu; sesi derin sulardan yükselen bir yankı gibiydi.

 

Kendimi toparladım, derin bir nefes aldım ve kararlılıkla konuştum:

"Size bütün benliğimle dürüst olacağım, ey denizlerin masum evlatları. Kardeşim ve beraber yolculuk ettiğimiz Elfler, denizlerde Sirenlerin hain tuzaklarıyla zehirlendi. Bir kısmı da acımasızca katledildi. Biz buraya yardım istemek için geldik. Sizin asil kanınız, zehirlenenleri kurtarabilecek tek panzehirdir."

 

Hemen çantamdan keskin hançerimi çıkardım. Titreyen avuçlarımda, önümde duran deniz varlığına doğru sundum. Sesim yalvaran ama gururunu kaybetmemiş bir savaşçının sesiydi:

"Lütfen, yalvarışlarımı geri çevirmeyin... Bana kutsal kanınızı bağışlayın."

 

Deniz canlısı hançeri zarif bir hareketle elimden aldı. Uzun, balık pullarıyla kaplı tırnaklarının arasında çevirdi, gözleri derin bir sorguyla yüzüme kilitlendi.

"Benden kendi canımı almamı mı istiyorsun?" dedi.

 

"Hayır," dedim içtenlikle. "Yalnızca bir kaseyi yarısına kadar dolduracak kadar kan vermenizi istiyorum. Bununla kardeşimi ve halkımı kurtarabilirim."

 

Kaptan Zalip araya girdi: "Dikkatli olun, Majesteleri... Bu bir Siren de olabilir."

 

Deniz canlısı, hançeri yüzümüze doğru tutarken bakışlarını yumuşattı; yüzünde hem merak hem de hafif bir tebessüm vardı.

"Beni Siren sanıp öldürebilirdiniz," dedi. "Merakımdan ötürü bu cezayı hak edebilirdim. Fakat bunu yapsaydınız, kardeşlerimin intikam gazabına uğrardınız. Eğer bana zarar verseydiniz, sürüm sizi derinlerin karanlığında paramparça ederdi. Yine de bana inandınız. Bana zarar vermediniz. Bu... küçümsenecek bir şey değil."

 

Hiç beklenmedik bir anda, hançerle sağ elini parmaklarından bileğine dek derin bir çizgi halinde kesti. O an çıkan ses, denizin sessizliğini yaran keskin bir yankı gibiydi. Koyu mavi kanı akarken Kaptan Zalip hemen bir kase uzattı; kanı titizlikle içine doldurdu.

 

Deniz kızı: "Umarım bu kadarı yeterlidir."

 

"Evet," dedim içten bir minnettarlıkla, gözlerim dolmuştu. "Kesinlikle... Yardımınız için size minnettarım."

 

Yırtık gömleğimin ucundan bir parça kopardım, dizlerimin üzerine çöktüm. "İzin verin," dedim. Sessizliği onay kabul ettim. Narince elini sardım; dokunuşlarımı dikkatle izliyordu, gözlerinden güvenle karışık bir temkin okunuyordu.

 

Suya geri dönmek üzereyken başını çevirip İzar'a baktı. "Benden korkma, Elf. Hoşçakalın," diyerek dostane bir tebessümle suya atladı. Kuyruğunun çift yüzgeçleri suda parıldayarak derinliklere karıştı.

 

Biz hemen adaya doğru kürek çekmeye başladık. Aslında çok uzaklaşmamıştık ama gecenin koynunda yıldızlar gökyüzüne serpilen ışık tohumları gibi parlıyor, ay onları usulca izliyordu. Dejarusa vardığımızda, kayık kıyıya yanaşır yanaşmaz atladım. Kasedeki kanı dökmemek için dikkatle koşarken tek bir düşünce zihnimi kaplamıştı: Henry'i kurtarmak.

 

Koridorlardan hızla geçip prensin odasına vardım, kapıyı tekmeyle açtım. İçerideki herkes bir anda bana döndü.

"Panzehir!" dedim yüksek sesle, soluk soluğaydı. "Onu getirdim!"

 

Prens Henry yatağında bilinci kapalı bir şekilde yatıyordu. Sanki artık direnmekten vazgeçmiş, ölümün soğuk kollarına teslim olmuştu. Kenardan bakan biri, huzurlu bir rüya gördüğünü sanabilirdi. Buz gibi teni kar beyazına dönmüş, yüzünde çocukluğundan kalma masum bir ifade yerleşmişti. Onu en son böyle saf, böyle kırılgan... sadece çocukken görmüştüm.

 

Aphrida beni görür görmez ayağa fırladı. "Onu bana ver, çabuk!"

 

Kaseyi uzattım. Aphrida kanı dikkatle Henry'nin ağzına süzdü, sonra elini dudaklarına bastırarak yutmasını bekledi. Aynı işlemi hala yaşayan üç Elf'e daha uyguladık.

 

Gece yarısı çoktan geçmişti. Ben, prensin başucunda nöbet tutuyordum. Gözlerimi ondan bir an olsun ayırmadım. Uykusuzluk, yorgunluk ve endişe zihnimi ağırlaştırsa da bedenim direniyordu. Sonunda iradem bedenime yenik düştü, göz kapaklarım ağırlaştı.

 

Aphrida fark ettiğinde yanıma geldi, narin ellerini benim ellerimin arasına aldı. O an onun elleri ellerimde kırılacak kadar küçücük görünüyordu.

"O iyileşecek," dedi sakin bir sesle. "Sadece biraz zaman tanı."

 

"Haklısın," dedim kısık bir sesle. "Ama bu, içimdeki acıyı dindirmiyor. Ben kraliçeye söz verdim... Kardeşimi koruyacağıma, ona hiçbir şey olmayacağına dair. Bu belayı onun başına ben sardım."

 

Aphrida başını iki yana salladı. "Öyle söyleme," dedi şefkat dolu bakışlarla. "Sen kalbinin sesini dinledin. Kimse böyle olacağını bilemezdi."

 

"Bilmeliydim..." Yumruğumu dizime bastırdım. İçimdeki hüzün, ruhumda öfke kabarcıkları oluşturuyordu. "Bilmeliydim!" dedim bir kez daha, başım önümde titreyen bir sesle. "Ben onun ağabeyiyim... Gelmesine izin vermemeliydim. Karşı çıkmalıydım. Benim yüzümden birkaç Elf canından oldu."

 

"Bilemezdin!" dedi Aphrida, önce keskin ama ardından yumuşak bir ses tonuyla. "Bilemezdin, Wild."

 

Yanıma diz çöktü, yüzüme baktı. Parmak uçlarını yanaklarımda gezdirirken gözlerimin içine baktı. "Üzülme," dedi fısıltıyla, saç tellerimi okşayarak. "Her şey düzelecek."

 

Yüzümü onun omzuna yasladım. Teninin sıcaklığı, içimdeki kasırgayı bir anda dindirdi. Normalde bir kadının bana bu denli yaklaşmasına izin vermezdim ama o, tüm sınırlarımı yavaşça aşıyordu. Yanındayken içimdeki çocuk, susmak bilmeden hislerini anlatmak istiyordu.

 

"Lütfen... biraz daha böyle kalalım," dedim kısık bir sesle.

 

"Buradayım," dedi saçlarımı okşayarak. "Her şey düzelene kadar yanında olacağım."

 

"Her şey düzeldikten sonra da kal," dedim usulca. Başımı kaldırıp yüzüne baktım, gözlerim kararlı bir şekilde onun gözlerine kenetlendi. "Hep yanımda kal," diye ekledim, sesimde titrek ama sarsılmaz bir istek vardı.

 

Yüzüme şaşkınlıkla baktı; iri gözlerinde anlamlandıramadığı bir sıcaklık kıvılcımı parladı. Dudaklarını araladı ama kelimeler boğazında düğümlendi, yalnızca yutkundu.

 

Ellerini iki avucumun arasına aldım. "Sen yanımdayken ruhumun acısı diner gibi oluyor... Dünya bir anda yaşanılabilir bir yer hâline geliyor." Ne demek istediğimi tam anlayamamıştı. Aslında kalbimin en derininden yükselen cümle, basitti ama taş gibiydi: Seni seviyorum. Fakat bu kelimeleri ağzımdan dökmek, yüzyıllar sonra ilk kez birine çıplak duygularla yaklaşmak, korkunç bir cesaret isterdi. Ve itiraf etmeliyim... o cesaret o anda bende yoktu.

 

"Benim arkadaşım mı olmak istiyorsun?" diye sordu hafif bir tebessümle.

 

Lanet olsun, hayır! diye haykırdı iç sesim. Ben sadece bir "arkadaş" olmak istemiyordum. Ya reddederse ve onu sonsuza dek kaybedersem? Ya hissettiklerimi söylediğimde huzursuz olup uzaklaşırsa? Bunu kaldıramazdım. Onu yeni bulmuşken kaybetme ihtimali, boğazıma buz gibi bir düğüm attı.

 

"Öyle de denebilir," diyebildim güçlükle. Hayır, öyle denemezdi. Denmemeliydi. Aptal!

 

Yüzünde kocaman, içten bir gülümseme belirdi. "Demek arkadaş kelimesinin anlamını hissedebileceğim..."

 

"Hiç arkadaşın yok mu?" diye sordum merakla.

 

Aphrida bakışlarını uzaklara çevirdi, sesine geçmişin hafif hüznü sindi. "Sadece bu küçük periler ve ormandaki diğer canlılar... Onlar beni bir arkadaş olarak değil, sığınabilecekleri sıcak bir yuva... bir anne gibi görüyorlar."

 

"Peki ya ailen? Annen ve baban nerede?"

 

Başını hafifçe eğdi. "Benim bir ailem yok. Hep bir söğüt ağacının altında yaşadım."

 

"Belki de ben de bir periyim," dedi yarı şaka, yarı ciddi bir şekilde. "Bir ağaçtan doğan, doğaüstü güçlere sahip bir varlık..."

 

"Ne olduğumu bilmiyor musun? Irkını hiç öğrenmedin mi?"

 

"Daha önce bana bir insana benzediğimi söylemiştin. Belki de insanımdır?"

 

"Hayır," dedim kesin bir sesle. "İnsanlar senin gibi ölümsüz değiller. Onların doğaüstü güçleri yok. Ayrıca perilerle dostluk kurmaz, yılanlara sarılmazlar. Onlara sadece görünüşün benziyor. Senin gibisini ilk kez görüyorum. İsminin Aphrida olduğunu nasıl öğrendin?"

 

"Bilmiyorum..." dedi derin bir nefes alarak. "Küçükken içimde yankılanan bir ses sürekli 'Senin ismin Aphrida' diyordu. Büyüdükçe dilleri öğrendim. Zamanla bunun bana verilen isim olduğunu anladım."

 

"Bu gerçekten garip," dedim fısıltıyla.

 

"Belki de benim de bir annemle babam vardır," dedi uzaklara dalarak.

 

"Eğer öyleyse," dedim gözlerindeki umudu görünce, sesime kararlılık yüklenerek, "onları bulabilmen için ne gerekiyorsa yaparım."

 

Sözlerimi duyduğunda hafifçe gülümsedi. O gülümsemenin içinde hem minnettarlık hem de kırılgan bir umut vardı.

.......................................................................

 

Gözlerimi açtığımda sabah olmuştu. Ufukta, denizin üzerinden yeni doğan güneş sanki altın bir taç gibi gökyüzüne yükseliyordu. Prens hâlâ yatağında derin bir uykudaydı. Aphrida ise onun elini tutmuş, ağrıları dinene dek başucunda kalmıştı. Sandalyede, başı hafifçe yana düşmüş halde uyuya kalmıştı.

 

Sessizce yanına yaklaştım. Üzerinde bir örtü yoktu. Üstümdeki yırtık gömleği çıkarıp titrememesi için dikkatlice omuzlarına örttüm.

 

Tam o sırada prensin parmaklarının kıpırdadığını fark ettim. Kalbim bir anda göğsümde çarpmaya başladı; sevinçle ama aynı zamanda donakalmış bir hâlde izliyordum. Bedeni taş kesilmiş gibiydi, yalnızca o anı seyrediyordum.

 

Aphrida da kıpırtıyı fark edip uykusundan sıçradı. "Uyanıyor!" dedi hayretle.

 

Tüm dikkatini prense verdi. Henry'nin göz kapakları ağır ağır aralandı; sanki derin bir kuyudan gün ışığına çıkıyormuş gibiydi.

 

"Ahh..." diye inledi zayıf bir sesle.

 

Gözlerini açtığında ilk birkaç saniye boyunca bizi boş boş izledi. Nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu.

 

"N... neredeyim?" diye kekeledi.

 

Aphrida sessiz kaldı, sorusuna yanıt vermedi. Ben ise heyecandan yerimde duramıyordum. "Uyandın kardeşim! Sonunda uyandın!" dedim.

 

Aphrida, nazikçe elini prensin karnının üzerine koydu. "Bilincinizi kaybetmiştiniz," dedi sakin ve ölçülü bir ifadeyle. "Zor zamanlar geçirdiniz. Biraz daha dinlenmeniz iyi olur."

 

Henry, başını ovuşturarak hatırlamaya çalıştı.

 

"Lefur şahittir, beni nasıl korkuttuğunun farkında bile değilsin," dedim içten bir sitemle.

 

Henry, kısık bir sesle, "Ağabey... bana ne oldu?" diye sordu.

 

"Sirenler seni ve diğerlerini zehirledi," dedim.

 

"Ve ben günlerdir baygın mıydım?"

 

"Evet."

 

Bir an sustu, sonra kaşlarını çatarak sordu: "Bir şey sorabilir miyim?"

 

"Evet, tabii ki."

 

"Neden karşımda duran bu kadın çıplak... ve neden senin üzerinde hiçbir şey yok?"

 

"Bu uzun bir hikâye... sonra anlatırım," dedim kıvranarak.

 

"Wild yoksa ben baygınken siz..."

 

"Ne münasebet!" diye sertçe kestim sözünü. Utançtan yüzüm alev alevdi.

 

"Üstelik benim odamda, tepemde... Si Lefur! İğrenç!"

 

"Saçmalama! Bilinçsiz sorularınla sana yardım eden bu kadına saygısızlık ediyorsun," dedim sinirle.

 

Henry alaycı bir şekilde kıkırdadı. "Bu manzarayı nasıl açıklayacaksınız, merak ettim doğrusu."

 

"Sen dinlen," dedim keskin bir sesle. "Açıklamayı ben yaparım. Uyanır uyanmaz şarlatanlığa başlıyorsun."

 

"Lütfen kıyafetlerinizi de alıp odamı terk eder misiniz?" dedi sonunda baş ağrısından kıvranırken.

 

"Ah, tabii ki. Ayrıca düşündüğün gibi bir şey yok. Kendine gelince Aphrida'dan özür dilersin," diyerek odadan çıktım.

..........................................................................

 

Birkaç gün geçti. Hâlâ Dejarus Adası'nın kıyılarındaydık. Henry ve diğerleri panzehirin ardından hızla iyileşmişti. İçimden sessizce, "Onları bu ıstıraptan kurtaran ben değildim... Ben sadece bir aracıydım. Asıl kahraman Aphrida'ydı," dedim.

 

Bir gün Henry'nin odasına gittim. Masasının başında, ciddi bir yüz ifadesiyle kağıda bir şeyler çiziyordu.

 

"Ne yapıyorsun kardeşim?" dedim kapıdan girerken.

 

"Kapıyı çalmak diye bir kavram var, sana da tavsiye ederim," dedi başını kaldırmadan. "Dejarus Ormanı'nı çiziyorum. Bunu bir haritaya dönüştürdüm."

 

"Neden?"

 

"İleride ne olacağını bilemeyiz. Harita elimizde olursa avantaj sağlar."

 

"Anladım."

 

Sonra bana dönerek alaycı bir ses tonuyla, "Söylesene, müstakbel kraliçemize buraya geliş amacımızı ve hislerini açıkladın mı?" diye sordu.

 

Elleri göğsümde kenetli bir hâlde durdum. "Daha değil... Ona yalnızca yanımda kalmasını söyledim."

 

"Ne yapmasını söylediğini sormadım," dedi kaşlarını kaldırarak. "Neden söylemen gerektiğini ve hislerini paylaşıp paylaşmadığını sordum."

 

"Daha değil," dedim kısık sesle.

 

Henry'nin yüzüne kayıtsız bir ifade yerleşti. Bir süre sessizce bana baktı.

 

"Ağabey..." dedi sonunda.

 

"Efendim?"

 

"Beş kıtayı aştık, ölümcül okyanuslarda yüzdük. Hayatlarımızı hiçe saydık. Bütün bunları sen sevdiğin kadına kavuş diye yaptık. Ve şimdi hislerini açıklamaya korkuyorsun? Ölümden döndük! Sirenler, fırtınalar, lanetli denizler... Eğer orada ölseydik, kimse bizden haber alamayacaktı. Cesaretini şimdi mi yitirdin?"

 

Derin bir nefes aldım. "Bak kardeşim... Ben portaldan geçerek geldim bu diyara. Hangi portal, nasıl bir güç bilmiyorum. Ama Aphrida'nın varlığından hiç şüphe etmedim. Biliyorum, sizin hayatınızı riske attım ama inan bana, gelmeni istemememin sebebi buydu. Gemidekilere de tehlikeyi baştan söyledim. Gönüllü geldiler. Aphrida'yı ilk kez canlı canlı görüyorum... Karşısında heyecandan ellerim titriyor. Ona en geç yarın her şeyi söyleyeceğim."

 

Henry kıkırdadı. "Lütfen artık açıl ona. Peki müstakbel kraliçeyle beni ne zaman tanıştırmayı düşünüyorsun? Evet, odamdan çıkmıyorum ama sen de onu tanıştırma zahmetine girmedin."

 

"Şu an güvertede," dedim hafif bir tebessümle. "Seninle tanışmayı bekliyor."

 

"O hâlde prensesi daha fazla bekletmeyelim," dedi, üstünü başını düzelterek.

 

Güverteye çıktığımızda, Aphrida denizin kudurmuş dalgalarını sessizce seyrediyordu. "Leydim?" diye seslendim. Sesimi duyunca arkasını dönüp geldiğimizi fark etti. Üzerimdeki gömleği çıkarıp omuzlarına yerleştirdim. Gömlek, onun üzerinde sanki zarif ama sade bir elbise gibiydi; dizlerine kadar uzanıyor, ona biraz bol geliyordu. Belki de elbise giymeye alışık değildi ama kimsenin onun narin bedenini çıplak görmesine izin vermeyecektim.

 

"Sizi kardeşimle tanıştırmak istiyorum. Lütfen izin verin," dedim elimi uzatırken. İnce, porselen gibi ellerini yavaşça avuçlarımın içine bıraktığında nazikçe kavradım ve onu yanımıza getirdim.

 

"Prens Henry Methian. Kardeşimdir," dedim gururla.

 

Henry, bir prensin zarafetine yakışır şekilde Aphrida'nın elini tutup üzerine saygıyla eğildi. "Tanıştığımıza memnun oldum, leydim. Ağabeyim sizden çok bahsetti," dedi.

 

Aphrida, kardeşimin saçlarına hafifçe dokundu. "Wild'e çok benziyorsun. Gözlerinizin ve saçlarınızın renkleri farklı olsa da aynı anneden doğduğunuz belli oluyor," dedi içtenlikle.

 

Henry, kibar bir tavırla başını eğerek konuştu: "İzin verin, sizden özür dileyeyim leydim. Uyandığımda size ettiğim kabalık için üzgünüm."

 

İkisinin bu kadar iyi anlaşması içimi sevinçle doldurdu. Kim bilir... Belki bir gün hepimiz güzel bir aile olurduk. Hayallerim dudaklarıma farkında olmadan geniş bir gülümseme kondurmuştu ki, Henry o hayali tek hamlede bozmayı başardı.

 

"İnanamıyorum," dedi alaycı bir edayla. "Kız için koca bir sandık dolusu en iyi kumaşlardan dikilmiş elbiseler getirdin ve şimdi ona terli gömleğini mi giydiriyorsun? Ahh harikasın ağabey."

 

"Ahh... Üzgünüm. Gerçekten ona getirdiğim hediye elbiseleri unuttum. O kadar çok şey yaşadık ki, aklımı yitirmek üzereydim," dedim mahcup bir sesle.

 

Henry omuz silkti. "Bu kadar hassas davranma," dedi.

 

Aphrida merakla sordu: "Benim için bir hediye mi?"

 

Henry gururlu bir ifadeyle başını salladı. "Evet. Ağabeyim sizin için hanedanın en becerikli terzilerine, en değerli kumaşlardan elbiseler diktirdi. Çoğu ipekten yapıldı leydim. Lütfen onun hediyesini kabul edin; utangaçlığı yüzünden söyleyemedi."

 

Aphrida'nın gözleri parladı. "Sizden bir şey sorabilir miyim?"

 

"Tabii ki," dedim heyecanla.

 

"Buraya neden geldiniz?" diye sordu, sesinde hem merak hem de bir parça ihtiyat vardı.

 

İçimden bir fırtına koptu. Söylemeli miyim? Hayır... Şimdi değil. Kalbim göğsümde hızla çarpmaya başladı, avuçlarım terledi. Denizden gelen tuzlu yosun kokusu başımı döndürdü. Reddedilmeye hazır değilim...

 

Henry alaycı bir şekilde araya girdi: "Ağabey, hanımefendiye cevap verir misin? Cevabını bekliyoruz."

 

Derin bir nefes aldım. Söyleyeceğim. Reddederse de eder. Sonrasını sonra düşünürüm.

"Seninle tanışmayı çok istiyordum Aphrida... Gerçek dünyada seni görmeyi," dedim sonunda.

 

Gözlerini kaçırdı, yüzü pembeleşti. Rahatsız mı oldu, yoksa hoşuna mı gitti? Tam o anda Henry omzuma eğildi, fısıltıyla "Ahh... Tam bir umutsuz vakasın, ağabey," dedi. Ardından yüzüne sahte bir tebessüm yerleştirip yüksek sesle "Benim işlerim var. Kaptan Zalip'e gemiyi tamir etmekte yardım edeceğim. Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum leydim," deyip saygıyla eğildi. Bana son kez tehdidkâr bir bakış atıp uzaklaştı.

 

Bakışları her şeyi söylüyordu: Artık konuşmanın zamanı geldi.

 

Sonunda güvertede yalnız kaldık. Rüzgârın esintisi Aphrida'nın kızıl saçlarını dalgalar gibi savuruyordu. Gözleri berrak bir deniz gibi bana bakarken zaman sanki yavaşladı. Sessizliği yalnızca dalgaların sesi bozuyordu.

 

"Bir şey söylemem gerek," diye düşündüm. "Söylesene Aphrida, kaç yaşındasın?" dedim.

 

Evet, Henry haklıydı: Vasattım. Hem de kelimenin en acı anlamıyla.

 

Aphrida uzaklara dalarak konuştu: "Gözümü bu adada açtığımda burada yalnızca bir söğüt ağacı vardı. Her yer çöl gibiydi, yalnızca tuzlu deniz suyu... Söğüt ağacıysa küçücük bir fidandı. Sonra o öldü, köklerinden yenileri doğdu. Onlar da öldü. Kaç yaşında olduğumu bilmiyorum ama yüz yıllardır burada yaşıyorum."

 

Sözleri içimde yankılandı. Ailesi, yaşadığı yer, söğüt ağacı... Milrunaya döndüğümde onun ırkı ve periler hakkında derin bir araştırma yapmam gerektiğini biliyordum. Çünkü bu varlıklar yalnızca masallarda yer alıyordu; bizim dünyamızda daha önce hiç görülmemişlerdi. Aphrida... Aslında kimdi?

 

Tekrar sessizlik çöktü. "Demek benden çok büyüksün," dedim gülerek. Az önce 'vasatım' demiştim ya? O sözü geri alıyorum; ben vasattan da beterim. En iyisi susmak...

 

Aphrida gözlerimin içine cesaretle baktı. "Küçük mü olmamı isterdin?" diye sordu. Gözleri yeşilin en büyüleyici tonuydu.

 

Boğazımı temizledim, istemsizce bakışlarımı kaçırdım. Kısa bir sessizliğin ardından, "Ben buraya senin için geldim," dedim. "Seni görmek, seninle gerçek hayatta konuşmak en büyük hayalimdi. Her an seni düşünüyordum." Cesaretimi toplayarak gözlerine baktım ve ekledim: "Senin zümrüt yeşili gözlerini gerçek dünyada görüp saatlerce seyretmek hayalim olmuştu. Kalbim senin varlığınla alevlendi ve biliyordum, sen bir rüyadan ibaret değildin."

 

Sözlerimi söylerken bir an bile gözlerinden ayrılmamıştım. Aphrida ise sessiz kaldı. Bu bir reddediş mi? Yoksa içinde fırtınalar mı kopuyor?

 

Sonunda o konuştu: "Yaran nasıl oldu?"

 

Sehri Nehri kıyısındaki savaşta aldığım yara... "Şu an iyi durumdayım, sorduğun için teşekkür ederim," dedim.

 

Tatlı sohbetimiz saatlerce sürdü. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadık bile... Ta ki Henry gelip akşam yemeğine davet edene kadar.

 

Henry: "Akşam yemeğine ne dersiniz?"

"Akşam mı oldu?" diye şaşkınlıkla sordum.

 

Henry: "Saatlerdir odada olduğun için zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişsindir. Aşçı bizim için sahilde özel bir masa hazırladı, hadi gelin."

 

Aphrida'ya döndüm, ona nazik bir tebessümle elimi uzattım. "Bize akşam yemeğinde eşlik etmenizi çok isterim," dedim. Elini, sanki kırılgan bir mücevhermiş gibi avuçlarımın içine koyduğunda içimden bir sarsıntı geçti. Bir zamanlar bu elleri tutmak sadece hayallerimi süsleyen uzak bir rüyaydı... Şimdi ise bu gerçekti - ve bu elleri bir daha bırakmamaya yeminliydim.

 

Masalarımızı Henry, Zeyphrus'a hazırlatmıştı. Sahilde, gemiden bir parça uzakta, ayın gümüş ışığı altında konumlanmıştı. Güverteden aşağı indiğimizde deniz kıyısı sanki başka bir diyara açılmış gibiydi. Mürettebat, geminin hemen önünde toplanmış, içki eşliğinde neşeli bir sofra kurmuştu. Votka ve şarapla mest olmuş adamlar sarhoş kahkahalarla birbirlerine yaslanıyor, düşmemek için fıçılara tutunuyorlardı. Biz yaklaştığımızda hepsi ayağa kalktı, dengesiz adımlarla ama saygıyla selam verdiler. Ter kokularına karışan ağır alkol buharı, gecenin tuzlu havasını bastıran kesif bir kokuya dönüşmüştü.

 

O an bütün bakışların yanımda duran Aphrida'ya çevrildiğini fark ettim. Hâlâ benim gömleğimin içinde, masum bakışlarıyla etrafı süzüyordu. Ancak o iğrenç, aç gözlü bakışlar içimi kaynattı. Bir adım öne çıkıp onun önünü kapattım; bedenim, onun nazik varlığıyla mürettebatın arasında bir duvar gibi dikildi. Yumruklarımı sıkmamaya çalıştım. Onlara haddini bildirmek istedim ama zaten kendi aptallıklarıyla rezil olmuşlardı.

 

"Yemeğinize devam edin," dedim umursamaz ama buyruk dolu bir sesle. Aphrida'nın narin ellerini yeniden tuttum. "Gidelim," dedim ve onu yanımda götürerek sahildeki masaya doğru yürüdük.

 

Kumların üzerine kurulmuş küçük ahşap masa, meyve ve sebzelerden hazırlanmış çeşitli yemeklerle donatılmıştı. Henry üç beyaz mum yerleştirmişti; şamdanın içinde yanan alevler rüzgârın dokunuşuyla titriyor, etrafa limonlu balmumu kokusu yayılıyordu. Yemeklerin sıcak buhuru, tuzlu deniz havasıyla birleşerek insanın iştahını kabartıyordu.

 

Aphrida masaya yaklaştığında sandalyesini geri çekip oturması için ona yer gösterdim. O an sanki bir kraliçeye hizmet ediyormuşum gibiydi. Üçümüz, ay ışığının, deniz dalgalarının ve mum ışığının büyülü senfonisi altında sessizce sofraya oturduk. Gecenin atmosferi... başka bir dünyaya ait gibiydi. Eğer Henry orada olmasaydı, bu sahne tam anlamıyla kusursuz bir romantik masala dönüşebilirdi. Ama olsun; saraya vardığımızda, Henry olmadan daha da büyülü anlar için zamanımız olacaktı.

 

Yemek sona erdiğinde gece serinliği üzerimize usulca çökmeye başladı. Gemiye döndüğümüzde odamın kapısını açtım ve Aphrida'nın benimle birlikte gelmesini istedim. Onun için özel olarak hazırlattığım sandığı açtım; ipek kumaşlar, işlemeler, annemin bizzat ilgilendiği zarif elbiseler sandığın içinden bir hazine gibi parlıyordu.

 

"Bunların hepsi senin için," dedim yumuşak bir sesle. "Bazılarını annem özel olarak diktirdi. Umarım beğenirsin. Ben güvertede olacağım, hazır olduğunda yanıma gel."

 

Güvertede, parlak ayın altında okyanusu izlerken içimde tuhaf bir huzur vardı. Burası... bilinmezliklerle çevrili bir başka âlemdi. Milrunaya döndüğümde, bu geceyi kimseye anlatmayacağıma kendi kendime söz verdim.

 

Bir süre sonra Aphrida güverteye çıktı. Elbisesiyle birlikte belirdiğinde, aklım sanki bedenimden çekilip alınmıştı. Güzelliği bir tanrıçanın zarafetiyle birleşmişti; ihtişamı, kırılganlığı ve neşesi kalbime hançer gibi saplanan tatlı bir sızı bıraktı. Gözlerimi kırpmaya cesaret edemeden sadece ona baktım.

 

Aphrida: "Nasıl oldum?" dedi, neşeyle etrafında dönerek.

 

Boğazım düğümlendi. "Çok... güzelsin," diyebildim sadece.

 

Aphrida: "Elbiseleri çok beğendim, hepsi birbirinden güzel," diyerek eteklerini düzeltti.

 

"O güzelliği taşıyan sensin," dedim ona doğru yavaş adımlarla ilerlerken.

 

Hayretle kaşlarını kaldırdı. "Nasıl anlayamadım?" diye sordu.

"Boş ver," dedim hafif bir gülümsemeyle.

 

Aphrida: "Ama elbisemin sırtındaki bağları bağlayamadım," dedi biraz çekingen bir ifadeyle.

"İzin verirsen ben düzelteyim," dedim.

Aphrida: "Olur."

 

Sırtını bana döndüğünde dikkatlice elbisenin iplerini bağlamaya başladım. Omuzlarından yayılan yasemin kokusu teninin sıcaklığıyla karışıp baş döndürücü bir büyüye dönüşmüştü. Parmaklarım iplerde dolaşırken içimdeki arzuların sesi yükseldi. O an zaman durmuş gibiydi; yalnızca ikimiz, ay ışığı ve denizin sessizliği vardı.

 

Bağları tamamladığımda saçlarını omuzlarından geriye attı. Dayanamayıp omzuna yumuşak bir öpücük kondurdum. Teni sıcaktı, kokusu sarhoş ediciydi. Sessiz kaldı... beni itmedi. Cesaretim arttı; boynuna doğru uzanan küçük öpücükler kondurdum. Bu dokunuşlarda aşkın yüceliğiyle arzunun sıcaklığı birleşiyordu.

 

Parmaklarım kollarına değdiğinde teninin sıcaklığı içimi tutuşturdu. Dudaklarını öpmek istedim. Nefesini kendi nefesimde hissetmeyi arzuladım. Yüzüne baktığımda gözlerini sıkıca kapatmıştı. Varlığımın kontrolü elimden kaymıştı; sanki evren bir anlığına sadece bizi bırakmıştı. Elllerimi boynuna, saçlarının arasına yerleştirdim ve o kiraz renkli dudaklara yöneldim. Dudaklarımız birleştiğinde içimde büyük bir ateş alevlendi; yanaklarım kızardı, kalbim göğsümden taşacak gibi oldu.

 

Ama öpücüğün ardından geri çekildim. Onun hislerini öğrenmeden bir adım daha atamazdım. Bir kral olarak ona layık olmalıydım. Eğer bir yol yürüyeceksek bu yol kutsal bir evlilikle başlamalıydı. O an kararımı verdim: Yarın sabah hem hislerimi açıklayacak hem de ona evlilik teklif edecektim.

 

"Leydim... hava çok güzel. Sahile inelim mi?" dedim heyecanla. Gözlerimde istemsiz bir neşe parladı. Öpücüğümden sonra beni itmemesi içime cesaret işlemişti.

 

Aphrida: "Olur."

 

Gemiden indiğimizde, ellerini asla bırakmayacağıma yemin ettiğim ellerini sımsıkı tuttum. Birden kahkaha atarak önümden koşmaya başladı. Ben de onu takip ettim. Bu bir sahili keşif yürüyüşü değil, onun her ifadesini ezberlemek için yapılan sessiz bir yolculuktu.

 

Bir süre sonra yorulup bir ağacın altına oturdu; dizlerini kollarıyla sardı. Ben ise kumlara uzanıp yıldızlarla süslenmiş geceyi seyrettim. Gökyüzü, o an bizim için açılmış bir sonsuzluktu.

 

Aphrida: "Bana ailenden bahseder misin?"

 

"Tabii ki. Kardeşimi yeni yeni tanıyorsun. Benim ailem üç kişilik: ben, kardeşim ve annem."

 

Ve bir de sen olacaksın,

 

Aphrida: "Peki baban?"

 

"Benim babam yıllar önce vefat etti. Ağabeyimi ve babamı kaybettim. Biz üç oğulduk: Geheris, ben ve Henry."

 

Aphrida: "Bunu duyduğuma üzüldüm. Çok üzgünüm."

 

"Sorun değil. Bunu bilmen daha iyi oldu."

 

Zamanla onları anımsadığımda acım hafifledi; artık hatırlamak kanatmaz oldu. Henry ile bazen dertleşiriz. Söyledim ya, Henry yalnızca kardeşim değil - dostum, sırdaşımdır.

 

Aphrida: "Annen ve kardeşin nasıl elfler?"

 

"Annem güler yüzlü ve şefkatlidir; tanışsan sen de seversin," diye yanıtladım.

 

Aphrida: "Peki ya Henry?"

 

“Kendisi sadâkatin timsalidir; sevdiği için canını bile verir.”

 

Aphrida: “Evet, davranışlarından belli oluyor.”

 

“Sen hiç ailen olsun istedin mi, Aphrida?” diye sordum — bu soruyu yarın yapacağım teklif için küçük bir ipucu niyetine sormuştum.

 

Aphrida: “Benim zaten bir ailem var. Etrafımızda gördüğün bütün canlılar benim çocuklarım. Peki böyle bir soruyu neden sordun?”

 

“Hiç— sadece merak ettim. Aslında kastettiğim kendi bir evin, eşin ya da akraban olup olmadığıydı.”

 

Hüzünlü gözlerini benden kaçırıp denize baktı. “Bilmiyorum. Bu konu hakkında hiç düşünmemiştim.”

 

“Neden düşünmedin?” diye ısrar ettim.

 

Aphrida: “Çünkü bugüne dek gördüğüm bütün canlıları çocuğum gibi gördüm.”

 

“Peki ya beni?” diye sordum, kalbim bir kelebek gibi çırpınarak.

 

Aphrida kısa bir süre durdu, sonra: “Hayır,” dedi.

 

İşte bu! İşte bu! İşte bu! İçimde bir volkan patladı — mutluluktan dört dönmek, dans etmek, kahkahalar atmak istedim. Fakat heveslenen ruhumu dizginleyip, dudaklarımda küçük, temkinli bir tebessüm tuttum.

 

Serin akşam rüzgârı Aphrida’nın saçlarını nazlı nazlı okşuyor, ay ışığı tellerinde parlarken ona efsunlu bir hava veriyordu. Onu izlerken sanki önümde antik ormanların kalbi atıyordu; büyüleyici bir görünüşe bürünmüştü. Yüzünü bana çevirdiğinde, bakışlarımın ona takıldığını fark etti. Kalbim yeniden gümbür gümbür atmaya başladı; dikleştim, ona kendimden emin bir tavırla baktım.

 

Beni sessizce izleyen yeşil gözlerine daldım; elimi nazikçe çenesinin altına koydum. “Çok güzelsin,” kelimeleri dudaklarımdan döküldü. Aniden donup kaldı; yanakları kızardı, utanarak gözlerini kaçırdı.

 

Tam o andı — “Seni seviyorum” dememin zamanı gelmişti. “Sana söylemek istediğim bir şey var, Aphrida,” diye başladım.

 

Aphrida: “Nedir?” diye fısıldadı.

 

Wild: “Ben… ben… aslında ben…” diye kekeliyordum ki Henry’nin sesi aramıza düştü.

 

Henry: “İyi akşamlar,” dedi. O anda ikimiz arasındaki o sarmal, kırılgan yakınlık anında dağıldı. İkimiz de hızla geri çekildik; utanç, kemiklerime kadar işledi.

 

Henry: “Ağabey, merak ettim; bugün uyumak için gemiye gelecek misin?”

 

“Evet, hemen geliyoruz Henry,” dedim. Ah, sadece birkaç dakika geç kalsaydın—sadece birkaç dakika!

 

Ayağa kalktım; Aphrida’nın da kalkmasına yardım etmek için elimi uzattım. O teklifi kabul edip doğrulunca ikimiz de üzerimize sinmiş kumları silkerek temizledik. Aphrida ormana doğru ilerlerken dayanamadım, “Sen gelmiyor musun?” diye sordum.

 

Henry, kulağıma fısıldadı: “Ağabey, nereye gelsin? Fazladan odamız yok ki.”

Aphrida sakince: “Hayır, benim ormanda uyumak için bir yerim var. Orası benim evim, unuttun mu?”

“Lütfen, bu gece bizimle kal,” diye yalvardım; gönlüm onu ormanın yalnızlığında bırakmak istemiyordu.

 

Henry yine kulaklarıma fısıldadı: “Odalarımız yok, duymadın herhalde.”

 

Aphrida: “Olur,” dedi ve gülümsedi.

 

Henry’nin yüzüne bakıp, “Biz bu gece beraber uyuruz,” dedim.

 

Henry: “NE? Asla olmaz!” diye bağırdı.

 

“Hadi ama, küçük kardeşim, ağabeyin için bir iyilik yap,” diye ısrar ettim.

 

Nihayet gözlerini devirip pes etti: “Tamammmm. Senin kardeşin olduğum güne lanet olsun. LANET! Lefur (Tanrı), sirenlerin zehrinde boğsaydı beni!” diye homurdandı — öfkesinin sözcükleri komikçe patlıyordu. Buna dayanmayıp gür bir kahkaha patlattım.

 

Gemiye vardığımızda planladığımız gibi düzen kurduk: Aphrida benim odamda uyudu, ben ise Henry’nin odasında, yerde serildim. Sabahın ilk ışıklarıyla Henry’nin başucunda nöbete geçmiş hâlde bekledim; bütün gece heyecandan gözüme uyku girmemişti.

 

“Kardeşim! Hey Henry! Uyan!” diye bağırdım. Henry uyanmadan mırıldandı: “Yine ne istiyorsun ağabey?”

 

Wild: “Bugün Aphrida’ya evlenme teklifi edeceğim.”

 

Henry bu haberi duyar duymaz gözlerini açıp yataktan fırladı ve şaşkınlıkla “NEEE?” diye bağırdı.

 

“Dur, bağırma — herkesi uyandıracaksın.”

 

Cebimden çıkardım yüzüğü: elmas ve zümrüt taşlarıyla işlenmiş, çiçek desenli bir yüzük. “Nasıl, beğenir mi sence?” diye sordum.

 

Henry: “Bunu beğenmeyecek kadın tanımıyorum.”

 

“Öyle mi diyorsun?”

 

Henry: “Evet, hiç şüphen olmasın.”

“Bilemiyorum, biraz heyecanlıyım,” dedim.

 

Henry: “Heyecanlanma lütfen. Yap şu evlenme teklifini de sonra bu yabani ormandan gidelim. Milruna’yı ve sarayımızı özledim. Milruna’ya varınca yere yığılıp topraklarımızı ve taşlarımızı öpeceğim.”

 

Yüzüğü cebime özenle yerleştirip, Zeyphrus’u çağırmak için dışarı çıktım. Bugün benim için sıradan bir gün değil, kaderimin dönüm noktasıydı. Bu yüzden kıyafetimi bizzat onun seçmesini istiyordum.

 

Zeyphrus’u, Zalip’le derin bir sohbete dalmış halde buldum. Sesimi kararlı ama nazik bir tonda yükselttim:

“Zeyphrus, lütfen buraya gelebilir misin?”

 

Sözlerim kulaklarına ulaşır ulaşmaz sohbeti yarıda kesip hızla yanıma geldi.

“Tabii ki, efendim. Hemen geliyorum.”

 

İçeri adım attığımızda Henry hâlâ yatağında, üstü çıplak bir halde mışıl mışıl uyuyordu. Gardırobunu açtığımda fark ettim ki gemi saldırıya uğradığında ağır eşyaları denize atmamıza rağmen Henry kimsenin odasına girmesine izin vermemişti; kıyafetleri neredeyse olduğu gibi duruyordu.

 

“Bana sade ama asil duracak bir kıyafet seç, Zeyphrus.”

 

“Merakımı mazur görün efendim ama… özel bir gün mü?” diye sordu, gözlerinde hafif bir ışıltıyla.

 

“Evet,” dedim derin bir nefes alarak.

“Bugün yeni bir kraliçeniz olacak.”

 

Zeyphrus’un yüzüne yapmacık ama nezaket dolu bir tebessüm yayıldı.

“Bunu duyduğuma gerçekten çok sevindim, majesteleri.”

 

Bana siyah klasik bir pantolonla, göğsüne kadar açık yakalı sade beyaz bir gömlek uzattı. Kumaşın dokusu hafifti ama görünüşü zarifti; bir kralın sade ama güçlü duruşunu yansıtıyordu. Kıyafetleri hızla giyip aynada kısa bir bakış attıktan sonra derin bir nefes aldım.

 

Adımlarım kararlı bir ritimle Aphrida’nın odasına yöneldi. Kapının önünde durup, bir an kalbimin çarpıntılarını bastırmaya çalıştım. Yumruğa sıktığım elimle kapıyı çaldım.

İçeriden onun sesi yankılandı:

“Gel, Wild.”

 

Kapıyı yavaşça açıp içeri girdiğimde, gözlerim Aphrida’ya kilitlendi. Üzerinde zümrüt yeşili, doğanın içinden koparılmış gibi parlayan bir elbise vardı. Elinde bir tarak tutmuş, ona şaşkınlıkla bakıyordu; sanki o basit nesne, başka bir dünyanın kalıntısıymış gibi.

 

“Wild, bunun ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu saf bir merakla.

 

Gülümseyerek yanıtladım:

“Elbette. Onu masanın üzerine ben koydum, saçlarını taraman için.”

 

Tarağı nasıl kullanacağını bilmediğini fark edince nazikçe yaklaştım.

“İstersen yardım edebilirim,” dedim.

 

Başını usulca sallayarak evet dedi. Elindeki tarağı bana uzattığında parmaklarımız birbirine değdi, içimden geçen sıcaklık bütün bedenime yayıldı. Tarağı nazikçe avuçladım.

Uzun kızıl saçlarına dokunduğumda, sanki ipekten akan bir ırmağın arasına ellerimi daldırmış gibiydim. Saçlarını dikkatlice taradım, her bir tel ay ışığında parlıyor, odanın havasına büyülü bir dinginlik yayıyordu. Masanın üzerindeki kelebek desenli tokayı alıp saçlarına taktım; sanki bir orman perisini taçlandırıyordum.

Yüzüne doğru eğildim ve alnına usulca bir öpücük kondurdum. O an zaman gerçekten durmuş gibiydi; ne dalgalar vardı, ne rüzgâr… Sadece biz.

 

Aphrida aniden döndü ve neşeli bir ifadeyle,

“İzin verirsen bugün sana bir şey göstermek istiyorum,” dedi.

 

Sözleri beni şaşırttı ama aynı zamanda içimde tarifsiz bir merak uyandırdı.

“Elbette. Buna nasıl hayır diyebilirim ki?”

 

İkimiz gemiden inip ormana doğru yürümeye başladık. Aphrida elimi sımsıkı kavramış, hevesli adımlarla önden ilerliyordu. Ben ise geriden ona eşlik ederken her adımımda zihnimde teklif anını kurguluyordum.

Dizimin üstüne mi çöksem? Yoksa dimdik durup gözlerinin içine bakarak mı söylesem? Önce hislerimi dile getirmem gerekiyordu… Peki, cümleme nasıl başlamalıydım? Ayaklarım yürürken zihnim binlerce farklı senaryonun içinde dönüp duruyordu.

 

Birkaç dakika sonra kendimizi rengârenk çiçeklerin arasında bulduk. Etrafımızda minik periler uçuşuyor, gökyüzünde gökkuşağından kopmuş gibi duran kuşlar cıvıldaşıyordu. Ormanın bu kısmındaki çiçekler alışılmışın çok ötesindeydi; sanki büyülü eller tarafından yaratılmışlardı. Yapraklarının üzerindeki ışıltılı tozlar havada parıltılı bir sis gibi süzülüyor, her bir çiçek kendi renginde parlayan bir kandil misali çevreye büyülü bir atmosfer yayıyordu. Burada olmak, hayalperest bir ressamın zihninin içine adım atmak gibiydi.

 

Aphrida bir anda elimi bıraktı, yeşil çimenlerin üzerinde döndü ve kollarını gökyüzüne açarak coşkulu bir kahkaha attı. Yüzündeki ifade hem gururlu hem de huzurluydu.

“Burası benim evim,” dedi, gözleri parlayan bir gururla.

O anda etrafımızdaki kelebekler havalanıp başımızın üzerinde dev bir çember oluşturdu. Büyülenmiş gibi izliyordum. Aphrida sağ elini kaldırdığında kelebekler onun etrafında dans edercesine kıvrıldı. Sanki hepsi onun sözsüz emirlerini anlıyor, o da elleriyle bu renkli koroyu yönetiyordu. Her hareketiyle doğa ona cevap veriyordu; çiçeklerin yanından geçtiğinde başlarını ona doğru eğiyor, kuşlar hep bir ağızdan melodik bir şarkı söylüyordu.

 

O an fark ettim ki Aphrida’nın gücünü daha yeni yeni tanımaya başlıyordum. Rüyalarımda bile böylesine ihtişamlı bir manzaraya rastlamamıştım. “O gerçekten kimdi? Ve neydi?” sorusu zihnimde yankılanıyordu.

 

Yeşil çimenlerin üzerine uzandık ve uzun bir sohbete daldık. Sanki birbirimizi yıllardır tanıyormuşuz gibi coşkuyla konuştuk; hayatlarımızı, düşüncelerimizi ve iç dünyalarımızı paylaştık. Zaman kavramı bu büyülü ormanda anlamını yitirmişti.

 

Saatler sonra Aphrida yorgun düşmüş olacak ki, göğsümün üzerine başını koyup sessizce uykuya daldı. Nefesi göğsümde usulca yükselip iniyor, yüzünde huzur dolu tatlı bir tebessüm beliriyordu. Onu izlerken kalbime sıcak bir mutluluk yayıldı; bu anın sonsuza kadar sürmesini istedim.

 

Bir süre sonra uykusundan yavaşça başını kaldırıp gözlerime baktı.

“Rüya değilmiş,” dedi tebessüm ederek.

Alnına hafifçe bir öpücük kondurdum. O an zaman sanki bir anlığına durdu.

Artık daha fazla beklemek istemiyordum. Kalbimdeki sözleri ona açmanın tam zamanıydı. Ayağa kalkıp üstümü düzelttim ve ona elimi uzattım. Aphrida elimi tutup kalktığında, dizlerimin üzerine çöktüm. Cebimdeki yüzüğü çıkarıp derin bir nefes aldım.

 

Kalbimde fırtınalar koparken, kelimeler dudaklarımdan usulca döküldü:

“Her sabah uyandığımda ve gece uyumadan önce seni düşünüyorum. Sadece bu zamanlarda değil… yemek yerken, kitap okurken, biriyle konuşurken… Gün içinde yaptığım en güzel şey seni düşünmek. Bu kısa zamanda anlamsız hayatıma anlam kattın. Siyah beyaz olan dünyamı renklerinle süsledin. Artık yalnızca zihnimde değil, yanımda da olmanı istiyorum. Sabah uyandığımda göreceğim ilk şey gözlerin ve ay ışığı gibi parlayan yüzün olsun. Benimle evlenir misin? Lütfen teklifimi kabul et ve bana ‘evet’ diyerek hayatıma neşe kat, peri kızı.”

Cümlelerim bittiğinde kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Ellerim titriyor, nefesimi kontrol etmekte zorlanıyordum. O an, evrenin tüm sessizliği yalnızca kalbimin çarpıntısına kulak vermişti.

 

Aphrida ellerini göğsünün önünde birleştirdi, yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Gözleri parlıyor, dudakları titrek bir heyecanla kıvrılıyordu. Evet… galiba “evet” diyecekti. O an birden içimi bir farkındalık sardı: “Seni seviyorum” dememiştim! Bu en önemli kelimeyi heyecandan unutmuştum. Kalbim deli gibi çarparken birkaç saniye boyunca sadece onun mutluluğunu izledim, o büyülü anın içinde kayboldum.

Söyle Wild!

İçimdeki ses bağırıyordu: Şimdi tam zamanı, söyle o kelimeyi!

 

Wild: “Aphrida… ben… ben seni—”

Sözümü bitiremeden Aphrida’nın yüzündeki ifade bir anda değişti. Birkaç saniye önceki gülümsemesinden eser kalmamıştı. Gözleri bir noktaya kilitlendi, dudakları aralandı ama ses çıkmadı. Rengi soldu, teni beyazladı. Geriye doğru bir adım attı ve korkuyla önüne baktı.

 

Tam o sırada, boynumda bir şeyin soğukluğunu hissettim… Keskin, buz gibi bir çelik. Bu bir kılıçtı.

“Ayağa kalk!” diye emir verdi, kılıcı tutan adam. Sesi tehditkâr, ruhu karanlık bir yankı gibiydi.

 

Bir an donup kaldım. Şok damarlarıma işlemişti; kaslarım taş kesilmiş gibiydi.

“Ayağa kalk dedim!” diye bir kez daha bağırdı, bu sefer sesi daha sertti.

Yavaşça, titreyerek ayağa kalktım. Cebimdeki yüzüğü kimse fark etmeden gizledim.

 

“Şimdi bana doğru dön.”

Bu sesi… tanıyordum. İlk kelimeyi duyduğum anda kimin olduğunu anlamıştım. İçimde bir ürperti yükseldi, kalbimin sıcaklığı bir anda yerini keskin bir korkuya bıraktı.

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 13.09.2024 13:44 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...