
Kılıcı tutan adam, tehditkâr bir ses tonuyla gürledi: “Ayağa kalk!”
Keskin kılıcının ucu Wild’ın boğazında titredi; çeliğin soğukluğu tenine işleyip derisini çizdi. Diz çökmüş olan genç kral, söyleneni harfiyen yerine getirerek ağır ağır ayağa kalktı ve ellerini usulca havaya kaldırdı.
Wild bu sesi tanımıştı. Arkasında duran kişi, yıllarca sırtını dayadığı, sırlarını paylaştığı yoldaşıydı. Bu ses… Zeyphrus’un sesiydi.
Kılıç hâlâ boğazına bastırılmış, damarlarına değecek kadar yakındı. Wild, bir süre kıpırdamadan, boğazındaki ölümün nefesini hissederek durdu.
“Şimdi yavaşça bana dön,” dedi Zeyphrus buz gibi bir sesle. “Ama aklından en ufak bir yanlış hareket geçirirsen, o boğazını oracıkta keserim.”
Wild temkinli bir şekilde arkasına döndüğünde yanılmamıştı. Karşısında, yüzünde hain bir tebessümle duran kişi, bir zamanlar en çok güvendiği adamdı: Zeyphrus. Elinde kılıcı, gözlerinde ise bir yabancının soğukluğu vardı.
Wild yutkundu. Gözleri büyümüş, kaşları şaşkınlıkla yukarı kalkmıştı. Kalbinde korkudan çok, güveninin paramparça oluşunun dayanılmaz sızısı vardı. İnsan, en çok güvendiği biri tarafından sırtından bıçaklandığında ne hissederse, kral da tam olarak onu hissediyordu.
Wild: “Zeyphrus…?”
Wild şaşkınlık içinde nefes almaya çalışırken, arkadan bir başka ses yükseldi… tanıdık, keskin bir ses: Henry. Prens, Zeyphrus’un arkasında durmuştu; elindeki gümüş kılıcı hainin boğazına dayamıştı. Bu sade görünümlü kılıcın kabzasında Milruna bayrağının desenleri vardı. Henry’nin asıl kılıcı değildi bu; o, Methian Kraliyet arması taşıyan yadigâr kılıcını yalnızca savaş meydanlarında kuşanırdı — babasının ellerinden çıkma kutsal bir emanetti o.
Henry’nin yüzündeki öfke, kılıcının ucundaki kararlılıkla birleşmişti.
Henry: “Çek şu lanet kılıcını kralın üzerinden!”
Zeyphrus omzunun üzerinden geriye baktı. Gözleri bomboştu; ne korku ne de tehdit seziliyordu bakışlarında.
Henry: “Bir kez daha tekrar etmeyeceğim! Son kez söylüyorum… ÇEK LANET OLSUN KILICINI AĞEBEYİMİN ÜZERİNDEN!!!”
Henry’nin sesi yankılanarak ortamı doldurdu. Bacaklarını sağlam bastı, duruşunu güçlendirdi.
Zeyphrus’un yüzünde şeytani bir gülümseme belirdi, ardından alaycı bir kahkaha attı. Kılıcının ucunu Wild’ın boğazında gezdirerek tahrik edici bir tonda konuştu:
Zeyphrus: “Şu kılıcı mı çekmemi istiyorsunuz, prensim?”
Henry: “Kafanı bedeninden ayırmam için beni kışkırtıyorsun… köle.”
Zeyphrus: “Ah, tamam prensim… Emredersiniz. İsterseniz gemiden sıcak şarap da getireyim, ha?”
Henry: “Kendi canından bu kadar mı vazgeçtin ki, bu çılgınlıklara kalkışıyorsun?”
Zeyphrus: “Ehh, yeter artık! Oyunlarınızdan sıkıldım… SİYAHİLER! TOPLANIN!”
Zeyphrus’un tok sesi yankılandığı anda etrafları bir anda gölgelerle doldu. Her yandan çıkan adamlar, onları çember şeklinde sardı. Bunlar, Zeyphrus’un adamlarıydı — belli ki her şeyi önceden planlamıştı.
Adamların üzerinde kahverengi, kalın deriden yapılmış zırhlar vardı; yüzleri siyah kumaşlarla kapalıydı. Uzun boyluydular, omuzları genişti, gözbebekleri kömür karasıydı. Ellerindeki cellat kılıçlarının kabzaları siyah, uçları ise gümüşten yapılmış ve incir yaprağı desenleriyle süslenmişti.
Henry öfkeyle dişlerini sıktı, kılıcını kaldırarak Zeyphrus’a doğru hamle yaptı. Tam o sırada, kafasının arkasında ani bir darbe hissetti. Başının arkasına ve omzuna bir ağırlık çöktü; sanki on kilo demir bir anda üstüne bindirilmişti. Ardından, boynundan beline doğru sıcak bir sıvının süzüldüğünü fark etti.
Elini başına götürdüğünde, avuç içi kana bulanmıştı. Dizleri titredi, gözleri bulanıklaşmaya başladı. Dünya etrafında dönüyor gibiydi.
Wild, Henry’nin halini görünce dehşete kapıldı.
Öfke dolu bir haykırışla ileri atıldı Wild; Zeyphrus’un karnına sert bir tekme savurdu. Ardından, Zeyphrus’un kılıcını tuttuğu bileğini kavradı ve baş parmağını, damarlarını yerinden oynatacak kadar bastırdı. Zeyphrus kılıcı elinden düşürdü. Wild, fırsatı kaçırmayarak onun yüzüne bir yumruk indirdi.
Tam o anda, Henry’nin arkasındaki maskeliler tahta sopalarla yeniden saldırdı. Bir darbe Henry’nin omuzlarına indi; prens sendeledi. Gözleri iyice bulanıklaştı, kulakları uğuldadı. Dizlerinin üzerine yığıldı, ardından bilincini kaybederek göğsünün üzerine kapaklandı. Yüzü toprağa çarptığında elleriyle kendini tutmaya çalıştı ama artık çok geçti. Gözleri kapandı.
Henry yere yığıldığında, Wild tek başına bu kalabalıkla baş edemeyeceğini fark etti. Dişlerini sıkarak bağırdı:
Wild: “KAÇ!”
Sesini daha da yükseltti, boğuk bir haykırışla tekrar etti:
“APHRIDA, KAÇ!!!”
Aphrida, dakikalar içinde gözlerinin önünde yaşanan bu dehşet karşısında ne yapacağını bilemez hâlde kalmıştı. Sanki ruhu bedenden ayrılmış, zaman bir anlığına donmuştu. Olduğu yerde taş kesilmiş gibi duruyor, nefes alışları hızlanırken kalbi göğsünde çarpan bir davul gibi atıyordu.
Wild ise onu korumak için önüne geçmişti. Geniş ve güçlü bedeniyle Aphrida’nın önünde bir duvar gibi dikiliyor, kollarını hafifçe iki yana açarak sanki onun için yaşayan bir kalkan yaratıyordu. Gözleri etrafı tararken, içinde hem öfke hem de korkusuz bir kararlılık vardı.
Zeyphrus’un hain sesi kalabalığın arasından yankılandı:
Zeyphrus: “Dostlar… krala haddini bildirmeye ne dersiniz?”
Wild: “Bu yaptığının hesabını ödeyeceksin, Zeyphrus.”
Kral, tehdit dolu bu sözleri söyledikten sonra bir adım geri çekildi. Aphrida’yı arkasında tamamen saklayacak şekilde konum aldı; iri cüssesi sayesinde genç kızı düşmanların gözünden gizliyordu.
Savunmasız durumdaki kralın üzerine aniden altı maskeli saldırgan atıldı. Çeviklikle hareket eden Wild, öne gelen ilk maskelinin karnına sert bir tekme savurdu; ardından dirseğiyle boğazına ölümcül bir darbe indirdi. Adam sendeledi ama Wild’ın arkasından bir diğeri atılıp onu sırtından kavradı. Kollarını ve gövdesini demir gibi sıkan bu saldırgan, kralın hareket etmesini neredeyse imkânsız hâle getirdi.
Wild kendisini sıkan adamdan kurtulmak için kıvrandı, direndi, bileklerini zorladı ama başarılı olamadı. Önündeki maskeliler fırsatı kaçırmadan saldırıya geçti; yumrukları Wild’ın karnına ve mide boşluğuna art arda indi. Her darbe, genç kralın vücudunda yankılanan bir çan gibi çınlıyordu.
Bir süre sonra Wild’ın ağzından koyu kırmızı kanlar oluk oluk akmaya başladı. Aphrida bu manzara karşısında adeta uykudan uyanır gibi irkildi. Şoku yerini öfke ve korkunun birleştiği bir çılgınlığa bıraktı.
Ayaklarını yere sağlam bastı. Sağ elini, parmaklarını gererek maskelilere doğru uzattı. Gözlerinin yemyeşil rengi bir anda sönüp bembeyaz kesildi. Dudaklarından, sanki bir lanet fısıltısı gibi döküldü sözleri:
Aphrida (fısıltıyla): “Ona nasıl zarar verirsiniz…”
Zeyphrus: “Yakalayın onu! O bize lazım!”
Aphrida elini yukarı kaldırdığı anda etraflarındaki hava birden değişti. Gökyüzünde uğultulu bir rüzgâr yükseldi; sanki görünmeyen bir fırtına hızla yaklaşmıştı. Ağaçların dalları vahşi bir dansa başladı, kökleri topraktan sıyrılarak hareket etti. Kökler, maskelilerin ayak bileklerine sarılıp onları yerden havaya kaldırdı; adamlar şaşkınlık içinde çırpınmaya başladı.
Diğer maskeliler kılıçlarını çekip Aphrida’ya doğru koştuğunda, toprağın altından derin bir uğultu yükseldi. Ayaklarının altındaki zemin titredi; çakıllar yerinden oynadı. Dengelerini kaybeden saldırganlar yere kapaklandı, çamura bulanmış elleriyle toprağa tutunmaya çalıştılar.
Zeyphrus, bir ağacın kalın gövdesine tutunarak kendini zar zor ayakta tuttu. Yüzü öfkeyle kasılmıştı.
Zeyphrus: “Yerde yatmanız için para almıyorsunuz! Kalkın ve onu bana getirin!”
Wild ise yerde kanlar içinde yatarken Aphrida’nın tehlikede olmasından dehşetle korkuyordu. Nefesi kesik kesik, sesi çatallıydı ama yine de bütün gücünü toplayarak bağırdı:
Wild: “Hayır Aphrida! Kaç… Lütfen… kendini kurtar!”
Fakat Aphrida, kralın sözlerini duymuyormuş gibiydi. Gözleri bembeyaz parlıyor, etrafında rüzgârlar dönüyordu. İki elf, onu yakalamak için zorla yürümeye çalıştığında, Aphrida’nın önünde toprak aniden yarıldı. Geniş bir çatlak açıldı; sanki yerin kalbi ikiye bölünmüştü.
Elfler geri dönmeye çalıştı ama çok geçti. Ayaklarının altındaki zemin bir anda çöktü, dengelerini kaybedip çukura düştüler. Düşerken yükselen çığlıkları, havayı yırtan bir yankı gibi etrafa yayıldı. Aphrida’nın elleri, toprağı bir kuklacı gibi yönlendiriyor gibiydi.
Fakat düşman bitmemişti. Geri planda duran siyahiler hâlâ kalabalıktı, dalgalar hâlinde gelmeye devam ediyorlardı.
Zeyphrus’un gözleri Aphrida’ya dikildi. Hayret ve öfke karışımı bir ifadeyle ona baktı; böyle bir güçle ilk kez karşılaşıyordu. Dudaklarının arasından yalnızca kendisinin duyabileceği bir ses tonuyla sordu:
Zeyphrus (alçak sesle): “Nesin sen…?”
Sonra bir anda sesini yükseltti, kalabalığı titreten bir gürlemeyle emretti:
Zeyphrus: “Ehhh, yeter! Bu kadar oyun yeter! Yakalayın ikisini de...HEMEN!”
Wild, karnına aldığı sayısız darbenin etkisiyle iki büklüm olmuştu. Her nefes alışında ciğerlerine dolan hava sanki bıçak gibi batıyor, göğsünden iniltiler yükseliyordu. Nefes almak artık bir ihtiyaçtan çok, acının kendisi hâline gelmişti. Fakat genç kral pes etmedi. Dizlerinin üstünde sendeleyerek derin bir nefes aldı, ciğerlerini yakarcasına havayı içine çekti ve ağır adımlarla doğruldu.
Titreyen ama kararlı bir şekilde Aphrida’nın önüne geçti, vücudunu siper edip kollarını iki yana açarak onu korumak için adeta yaşayan bir kalkan oluşturdu.
Wild: “Ona zarar veremezsiniz!”
Siyahilerin üzerine nefretle bakan gözleri, içinde çelik gibi bir kararlılık taşıyordu. Yüzünde hem tiksinti hem de korkusuzluğun birleştiği keskin bir ifade vardı. Dudaklarının kenarından süzülen kan ince bir çizgi hâlinde çenesine doğru akarken, Wild yavaşça elinin tersiyle bu kanı sildi; hareketi hem mağrur hem meydan okuyucuydu.
Zeyphrus, gözlerini kralın arkasındaki genç kıza dikerken sesi kalabalığın uğultusunu yaran bir emir gibi yükseldi:
Zeyphrus: “Hemen bana zincir ve tasma getirin!”
İki maskeli adam Wild’ın üzerine hızlı adımlarla yürüdü; gözlerinde saldırı hevesi vardı. Birincisi yumruğunu savurduğu anda Wild, refleksle ellerini kaldırıp havada adamın yumruğunu kavradı. Titreyen ama güçlü elleriyle saldırıyı durdurdu. Ardından sağ elini yumruk yaptı ve karanlık savaşçıya tüm gücüyle karşılık verdi; yumruğu bir davul sesi gibi yankılandı, maskelinin başı geriye savruldu.
Tam o anda diğer saldırgan, kralın kaburgalarına yandan sert bir tekme indirdi. Vuruşun şiddeti, Wild’ın vücudundan bir inilti kopardı. Zaten darbelere maruz kalan gövdesi bu darbeye dayanamadı; genç kral sendeledi, dizlerinin üzerine çöktü.
Sağ dizine yüklenerek bir kez daha kalkmaya çalıştı ama düşmanlar ona zaman tanımadı. Çenesinin altına gelen bir yumruk başını geriye savurdu; boynu aniden arkaya büküldü ve gözlerinde bir anlık karanlık belirdi.
Wild sert bir şekilde yere kapaklandı. Artık ayağa kalkacak gücü kalmamıştı; vücudu kırılmış, nefesi kesilmişti. Savaş alanındaki uğultular kulaklarında boğuklaşmaya başlarken gözleri yavaşça Aphrida’ya kaydı.
Son bir kez başını kaldırıp baktığında, Aphrida’nın gözlerinin bembeyaz kesildiğini gördü. Şaşkınlık, korku ve hayranlıkla karışık bir hisle genç kıza baktı.
Göz kapakları ağırlaştı, dünyası bulanıklaştı. Kapanmadan önce gördüğü son şey, dehşete düşmüş ama içten içe güçle dolan Aphrida’nın gözlerindeki o beyaz ışıltıydı…
“Biz en keskin hançerimizi, en çok güvendiklerimizin avuçlarına bırakırız.”
…………………………………………………………………………………………………
Wild’ın anlatımıyla
Gözlerimi, bedenimi saran dayanılmaz bir acının içinde araladım. İlk birkaç saniye, nerede olduğumu ya da neler yaşandığını kavramakta zorlandım. Görüşüm bulanıktı, ama kısa süre sonra fark ettim ki karanlık, rutubet kokan kapalı bir odadaydım. Duvarlardan sızan soğuk hava, iliklerime kadar işliyordu. Ellerimi ve ayaklarımı kıpırdatmaya çalıştığımda bileğimde ve bileklerimde demirin acımasız soğukluğunu hissettim; zincirler tenime işlemişti. Midemde ve omurgamda yanan bıçak gibi keskin bir ağrı vardı… Her nefes alışımda, sanki kemiklerimin arasına çiviler çakılıyordu.
Bir süre sonra bilincim tamamen yerine geldiğinde, durumumun vahametini anlamam uzun sürmedi: Zindandayım. Esirim. Ellerim ve ayaklarım kalın, paslı zincirlerle sıkıca bağlanmıştı. Zincirler, taştan duvarlara demir kancalarla sabitlenmişti. Bu karanlıkta zaman kavramı yok olmuş gibiydi. Kaç gündür bu haldeyim? Ne kadar süredir bu demirler arasında çürümeye terk edildim, bilmiyorum.
Olanlar bir kitap sayfası gibi gözümün önünden yeniden geçti. Zeyphrus... O hain. Bizi sırtımızdan vurmuştu. O an yanımda Aphrida ve Henry vardı; ama şimdi... şimdi yalnızım. Sessizliği delmek istercesine boğuk bir sesle bağırdım:
— “Aphrida!... Henry!”
Yanıt yoktu. Sesim taş duvarlarda yankılanarak geri döndü. Umutsuzca bir kez daha denedim:
— “Aphrida!”
— “Henry! Burada mısınız?”
Yine sessizlik… Korktuğum şey başıma gelmişti. Onlar yanımda değildi. Onlara ne yaptılar? Şu an neredeler? Ya... ya yaşıyorlar mı? Endişem içimi kemirirken bileklerimdeki zincirlerin açtığı yaraların sızısını bile unuttum. Kaburgalarımdaki dayanılmaz acı bile bu korkunun yanında sönük kalıyordu.
Ben… ben Aphrida’ya evlenme teklifi etmiştim. Biz evlenecektik. Gözlerim doldu. Şimdi ise o nerede? Güvende mi? Yoksa...
Tüm gücümü toplayarak zincirleri zorlamaya başladım. Paslı halkalar kollarımı kesiyor, her hamlemde bileklerimden kan süzülüyordu. Defalarca denedim ama taakatim tükendi. Sanırım günlerdir baygındım; kaslarım güçsüz, bedenim bitkindi. Yine de pes etmedim. Birkaç dakika dinlenip yeniden zincirleri zorladım. Fakat her çabam sonuçsuzdu… Çırpınışlarım boşunaydı.
Umutlarım bir mum gibi sönmeye başladığında, kaslarımı gevşettim. Bedenimi zincirlerin insafına bıraktım. Zincirler, beni dik tutmak için kasılmış, tenime gömülmüş; acı her nefes alışta biraz daha derinleşmişti. Omurgamdaki ağrı her geçen saniye daha da şiddetleniyor, sanki kemiklerim tek tek çatlıyordu.
Tam o sırada… Sessizliği bozan bir ses duydum. Kapıya doğru yaklaşan ayak sesleri. İki kişiydiler; taş zeminde yankılanan tok adımları, karanlığın içinde ölümün habercisi gibiydi. Muhtemelen zincirleri zorladığım sırada çıkardığım sesleri duymuşlardı.
Kapıya vardıklarında, anahtarın demir kilide girdiğini ve dönerken çıkardığı mekanik sesi net duydum. Ardından kilit açıldı, gıcırtılı kapı yavaşça aralandı. Kapıdan içeri giren silueti gördüğümde içimdeki nefret bir alev gibi parladı: Zeyphrus.
Yanında, boy olarak ona yakın, kahverengi bir gömlek ve siyah deri pantolon giymiş insan bir adam vardı. Gözlerinde soğuk, ifadesiz bir kararlılık… İkisinin de varlığı, bu karanlık zindanı daha da boğucu hâle getirmişti.
Yine… O tanıdık, iğrenç, sinsice kıvrılan gülümseme belirdi — bir zamanlar “dostum” dediğim ama artık kanıma işlemiş bir ihanetin yüzü haline gelen o düşmanın dudaklarında. Zeyphrus, demir parmaklıkların ardında, sanki zafer kazanmış bir hükümdar edasıyla dikiliyordu. Gözlerinde acımasız bir keyif, sesinde alaycı bir sıcaklık vardı.
— “Uyandınız mı, kralım?” dedi, o sinsice uzayan kelimeleriyle. “Yemek getireyim mi? Aç ve susuz olmalısınız…”
O anda içimde öyle büyük bir öfke kabardı ki… Ellerimi zincirlerden kurtarabilseydim, kaburgalarımın acısını, omurgamdaki ağrıyı hiçe sayar, bütün gücümle yüzüne bir yumruk indirirdim. Fakat çırpınmadım. Onun önünde debelenmenin bir anlamı olmadığını biliyordum. Zayıf görünmek istemiyordum. O bunu isterdi; benim kırılışımı, teslim oluşumu izlemekten zevk alırdı. Bunu ona vermeyecektim.
Bedenim sanki kırılmış kemiklerle bir arada duruyordu; ama bilincim hâlâ açık, iradem hâlâ yerindeydi. Derin ve yavaş bir nefes aldım, ardından Zeyphrus’a baktım… Tiksintiyle, aşağılayarak. O anda içimde biriken sözler artık daha fazla kalbimde saklanamazdı. Boğazımda düğümlenen, keskin bıçaklar gibi ruhumu delen cümleler dudaklarımdan döküldü.
— “Bu hainliğinin bedelini ödeyeceksin, Zeyphrus!” dedim boğuk ama tehditkâr bir sesle. “Buradan çıkamayacağımı mı sanıyorsun? Bu yaptığınla kendi kellenin fermanını çoktan imzaladın! Kraliçe Elara seni yetimhaneden aldı, seni sokaklardan kurtardı, sarayın koridorlarına taşıdı, kraliyet makamına yükseltti. Sana bir hayat verdi, bir isim, bir onur bahşetti. Peki sen karşılığında ne yaptın?”
Zeyphrus, sağ elini havada tembelce sallayarak, ukala bir tavırla konuşmaya başladı.
— “Ne yapabilirdim ki?” dedi, gözlerinde o iğneleyici ışıltıyla. “Şu an bir yardımcıdan çok daha yüksek bir makamdayım. Bana sizin sunduğunuzdan daha yüce bir mevki verdiler. Lütuflarının büyüklüğünü anlamanızı isterdim…”
Bu sözleri duyduğumda içimde bir şey çatırdadı. Bu cümleler… bir zamanlar yan yana savaştığım, dost bildiğim, sırtımı döndüğümde ardımdan kılıç sallamayacağına yemin eden bir elfin ağzından dökülüyordu. Henry, bana defalarca onu dikkatle izlemem gerektiğini, güvenmemem gerektiğini söylemişti. Ama ben… ben ona güvenmeyi seçtim. Kör bir umutla, kalbimi açtım.
Ve bu sadece benim düşüşüm olmadı. Kardeşimi ve sevdiğim kızı da kendi körlüğümle bu karanlık sulara sürükledim.
Şimdi karşımda tehditkâr bir duruşla dikilen bu hain, sanki kalbimi lime lime edercesine gözlerimin önünde eğleniyordu. Yüzüne tiksintiyle baktım. Tüm öfkem, acım ve ihanetin bıraktığı o yanıcı his bir araya geldi… ve yüzüne tükürdüm.
Zeyphrus tek bir an bile şaşırmadı. Cebinden zarif bir mendil çıkarıp yüzünü yavaşça sildi. Sanki hiçbir şey olmamış gibiydi ama gözleri… evet, gözleri sessiz bir öfkeyle daralmıştı. Bana baktığında bastırılmış bir kin, buz gibi bir nefret vardı bakışlarında. Mendili cebine koyduktan sonra yüzünde o kibirli gülümseme tekrar belirdi.
Yanındaki adama dönerek, emir verir gibi konuştu:
— “Ben emir vermeden, ona ne bir damla su, ne de bir kuru ekmek verin.”
Bu sözleri söyleyip başını hafifçe kaldırdıktan sonra hızlı adımlarla zindandan ayrıldı. Onun ardından, yanında getirdiği adam cebindeki anahtarları çıkarıp kapıyı kilitleyerek peşinden gitti.
Gidişlerinin ardından zindan sessizliğe büründü. Kapkaranlık taş duvarlar arasında yalnız kaldım. Kapının üzerindeki küçük mazgaldan içeri sızan zayıf ışık dışında hiçbir şey görünmüyordu. O ışık da, muhtemelen koridorda asılı duran bir meşaleden geliyordu.
Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Zincirler bileklerimi kesiyor, omurgamdaki ağrı her nefeste artıyordu. Zaman ağır ağır geçiyor, karanlık beni sessizce yutuyordu. Saatlerce taş duvarlara yaslanmış, düşüncelerimin içinde kayboldum.
Henry’i düşündüm… Bana yaptığı uyarıları, beni korumaya çalışmasını… ama benim o uyarıları nasıl kulak ardı ettiğimi.
Aphrida’yı düşündüm… Son anlarımızda gözlerindeki çaresizliği, onun yanında duramayışımı, onu koruyamayışımı.
Karanlığın içinde yalnızdım. Zincirler bedenimi bağlasa da, asıl beni boğan şey pişmanlıklarımdı.
Geçmişi düşündüm… Ailemi… Annemin son savaştan döndüğümüzde bizi nasıl sımsıkı, titreyen kollarıyla bağrına bastığını… O sıcak, güven dolu sarılış hâlâ tenimdeydi. Aphrida’yla ilk tanıştığım günü hatırladım; gözlerinin içindeki o ışığı, kalbimin o an nasıl çarptığını… Buradan kurtulduğumda, ilk işim onunla evlenmek olacak! Onu Milruna’ya götüreceğim… Çiçeklerle bezeli bahçelerde, gökyüzünün bin bir renkli ışığında, en romantik şekilde yarım kalan evlilik teklifimi tamamlayacağım. Onun gözlerinde geleceği, umudu ve aşkı göreceğim.
Kendi kendime gülümsedim… Hayallerim gözlerimin önüne bir tablo gibi serilmişti. Bizim küçük çocuklarımız olacak… Evet, benim de bir ailem olacak. Henry’nin çocuklarıyla bizimkiler saray avlusunda koşup oynayacaklar. Belki Henry de bir gün gönlünü fethedecek birini bulur, onun da yüzünde o özlediğim huzurlu tebessüm belirir. Annem… Ah annem! Aphrida’yı gördüğünde ne tepki verecek acaba? Milruna’ya geri döndüğümde anneme sıkıca sarılacağım, onu geliniyle tanıştıracağım. Hayaller büyüdükçe içimde bir gerçeğin yankısı çınladı: Ne çok “yarın” biriktirmişim ben… Ne çok hayalimi yarınlara sığdırmışım… Oysa yarınlarımın olup olmayacağını bile bilmiyordum.
Günler birbirini kovalıyor gibiydi… Ya da belki de zaman kavramını yitirmiştim. Tarihi bilemiyordum artık. Zindanda zincirlenmiş, hep aynı pozisyonda kalmıştım; omuzlarım ağrıyla taş kesilmiş, bileklerim paslı halkalarla morarmıştı. Karanlık, sessizliğiyle aklımı kemiriyordu. Nihayet kapıya doğru ayak sesleri duyuldu — birileri yaklaşıyordu. Kalbim, yalnızlıktan delirmek üzereyken hızla atmaya başladı. Ama… Yine Zeyphrus’tu bu.
Elinde bir sürahiyle içeri girdiğinde, midemde keskin bir bulantı hissettim. Gelişi bile havayı zehirliyordu. Bana yemek ve su getirmişti. Kaç gündür aç ve susuz bırakılmıştım; dudaklarım kurumuş, çatlamış, her nefesle yanıyordu. Kapı aralandığında içeri süzülen meşale ışığı gözlerimi kamaştırdı. Zeyphrus yavaş adımlarla içeri girip sürahiyi gösterdi, içinde berrak su vardı.
Zeyphrus sinsi bir gülümsemeyle:
— “İstiyor musun?” dedi. “Söyle hadi… İstiyor musun? Evet, tabii ki istiyorsun. Şu anda bu suyu almak için nelerini vermezdin… değil mi?”
Ona öyle bir nefretle bakıyordum ki yüzüm, kelimelere gerek bırakmadan her şeyi anlatıyordu. Ama zincirler boynumu zorladığı için başımı dik tutmakta zorlanıyordum. Gururla susmaya devam ettim.
Ben içmeyi reddedince, zorla içirmeye çalıştı. Sürahiyi dudaklarıma dayadı, ama ben dudaklarımı birbirine kenetlemiş, başımı sağa sola çevirerek direniyordum.
Zeyphrus alaycı bir sesle: “Yapmayın kralım… Gururunuzu bir kenara bırakın. Suya ihtiyacınız var.”
Gururumu çiğnemek mi? Asla! Ölsem bile o hainin elinden bir damla su içmezdim. Onunla göz göze geldim ve tek bir şey sordum: “Kız ve kardeşim nerede? Hayattalar mı?”
Zeyphrus, teatral bir edayla başını eğdi: “Söylerim… ama bir şartla. Bu suyu içeceksin. Lordumuzun karşısına canlı çıkman gerekiyor.”
Sesim buz gibiydi: “Tamam. Söyle… Ne oldu onlara?”
Zeyphrus keyifle: “Yaşıyorlar.”
Bu kelime… o an bedenime sıcak bir ışık gibi yayıldı. Endişeden titreyen halsiz vücudum bir nebze olsun sakinleşti. Yüzüme hafif bir renk geldi, dudaklarıma ise içten bir tebessüm kondu. Ne var ki kurumuş dudaklarımın gerilmesiyle çatlaklar yeniden açıldı ve kan sızdı; ama omurgamın ağrısı yanında bu acı önemsizdi.
Merakla sordum: “Neredeler?”
Zeyphrus’un gözleri buz kesti: “Bu kadar yeter. Anlaşmamız buraya kadardı.”
Ben hırladım, sesim zincirlerin soğukluğunu yaran bir tehdit gibiydi: “Eğer onlara zarar verirseniz… hepinizi gebertirim.”
Zeyphrus kıs kıs güldü: “Bana soracak olursan… şu an bir karıncayı bile tehdit edebilecek durumda değilsin.”
Yüzüne, bana acıyan o iğrenç ifadeyi yerleştirerek sürahiyi yeniden uzattı: “Şimdi… iç şunu.”
O anlaşmanın kendine düşen kısmını yapmıştı… Şimdi sıra bendeydi. Sürahiyi dudaklarıma sertçe dayadı; susuzluktan kurumuş, çatlamış dudaklarım yeniden yırtıldı ve sıcak kan, suya karışarak boğazımdan aktı. İçtiğim su, demir gibi kan tadıyla yanaklarımın içini kavuruyordu. Mideme inen her damla, hem bir lütuf hem de bir lanet gibiydi.
Su bitince, bu kez bana bir parça kuru ekmek yedirmeye çalıştı. Kafamı yana çevirdim. “Ben de anlaşmanın bana düşen kısmını yaptım,” dedim kısık ama kararlı bir sesle. Oysa tüm bedenim, o ekmeğe uzanmak için yalvarıyordu. Mide boşluğum sancıyla kasılmış, dizlerim titriyordu. Halsizliğim öyle ağırdı ki, Zeyphrus’un odadan hızlı adımlarla çıkışını, ardından sessizce giden adamı bile gözlerimle takip edemedim. Onlar uzaklaştıktan dakikalar sonra bilincim karardı… ve yine bayıldım.
Gözlerimi açtığımda hâlâ o rutubetli, taş duvarlı zindandaydım. Günlerden hangi gün, ayın kaçı, bilmiyorum. Zaman burada eriyor, çürüyor gibiydi. Benden ne istediklerini hâlâ anlayamıyordum… En kötüsü de sevdiklerimden hiçbir haber alamamamdı.
Günlerdir açtım. Arada bir, yüzünü tanımadığım biri gelip sessizce su bırakıyordu. Sanırım Zeyphrus, onun elinden su içmeyeceğimi bildiği için artık kendisi gelmiyordu. Bedenim açlığa daha fazla dayanamayacak gibiydi. Zihnim bulanıyor, gerçek ile hayal arasındaki çizgi silikleşiyordu. Babamı ve Geheris’i görmeye başladım… Seslerini bile duyuyordum.
Deliriyordum.
Zindanın karanlık köşelerinden bir ses geldi. O sesi tanıyordum — ağabeyim Geheris’in sesiydi bu! Gölgelerin arasından silik bir siluet belirdi. Birkaç adım ileriye doğru yürüdü ve meşalenin cılız ışığı yüzünü gösterdi.
— “Wild!”
Titreyen dudaklarımdan bir fısıltı döküldü:
— “Ağabey…?”
Karşımda, Geheris öldüğü yaştaki haliyle duruyordu. Üzerinde ayak bileklerine kadar uzanan, ışığı yansıtan beyaz bir kıyafet vardı. Yüzünde o çocukluğumdan hatırladığım masum tebessüm… Çenesinde ince bir sakal, kısa kesilmiş kahverengi saçlar ve denizin berraklığını taşıyan mavi gözleriyle bana bakıyordu.
— “Nasılsın Wild?” dedi, yumuşak sesi zindanın soğuk taşlarında yankılandı.
Ben ise neredeyse ağlamaklı bir ses tonuyla fısıldadım:
— “İyi değilim abi… Hiç iyi değilim. Ben… evlenecektim.”
Geheris, başını hafifçe yana eğdi.
— “Dayan Wild… Dayan. Her şey güzel olacak,” dedi ve karanlığın içinde yavaş yavaş silinip gitti.
— “Hayır! Ağabey gitme! Sen bari gitme!” diye bağırdım yankılı duvarlara. Sesim çarpıp geri geldi, ama karşılık yoktu. Bir ses… bir varlık… bir nefes duymak istiyordum. Yoksa aklımı tamamen yitirecektim. Hayalet ya da halüsinasyon… artık ne olduğunun bir önemi yoktu. Sohbet etmeye ihtiyacım vardı. Ama yine yalnızdım. Yine kendimle baş başa… Ben ve pişmanlıklarım. O pişmanlıklar, içimde kıvrılan bir yılan gibi ruhumu kemiriyordu.
Ağabeyimi gördükten saatler sonra… bu kez babamı gördüm.
— “Oğlum!”
— “Baba!”
Karşımda duran Aldarin, sanki hiç ölmeyecekmiş gibi güçlü görünüyordu. Yüzünde gururla karışık bir özlem vardı.
— “Nasılda büyümüşsün… Çok yakışıklı olmuşsun,” dedi gözleri parlayarak.
Ben kırılmış bir çocuk gibi hıçkırdım:
— “Baba… Ben dayanamıyorum artık.”
Aldarin bana kararlı bir bakışla yaklaştı.
— “Beyaz Atın Altın Umutları kitabını hatırlıyor musun, oğlum? Size hep okurdum… Beyaz at, türlü zorlukla mücadele etti ve sonunda hayaline ulaştı. Hatırlıyorum da… çocukken hepiniz bu hikâyeyi çok severdiniz.”
Sözleri içimde yankılandı. Çocukluğumun sıcaklığı bir anlığına zindanın soğukluğunu bastırdı. Babam haklıydı… Pes etmemeliydim. Şu anda, tam da şimdi, pes edemezdim. Düşmanlarımın gerçek niyetlerini öğrenmeli ve onları durdurmalıydım.
“Sen haklısın baba,” dediğimde… bir anda sessizlik oldu. Gözlerimi kırptım — babam artık orada değildi. Gitmişti.
Bir süre sonra kapı gıcırdayarak açıldı. Zeyphrus geri dönmüştü. Bu kez yüzünde öfke vardı. Elinde büyük, keskin bir makas taşıyordu. Adımları sertti. Halsizliğimden ona dikkatimi bile tam veremiyordum.
Yanıma geldiğinde saçlarımdan tutup kafamı arkaya çekti. Acı başımın derinliklerine kadar yayıldı.
— “Henry’le Aphrida’ya ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu. Sesinde nefret ve zafer karışımı bir ton vardı.
Başımı kaldırıp yorgun gözlerle ona baktım ama cevap veremedim. Kalbim, göğüs kafesimi parçalayacakmış gibi çarpıyordu.
Zeyphrus tekrar bağırdı, sesi zindanın duvarlarında çınladı:
— “Onlara ne olduğunu biliyor musun ha!?”
Sessizdim… ama içimde fırtınalar kopuyordu.
Bunu sorduğunda ona tek bir kelimeyle bile cevap veremiyordum. Sadece yorgun, kan çanağına dönmüş gözlerimle onun gözlerine kilitlenmiş, nefes almaya bile zorlanıyordum. Kalbim sanki göğüs kafesimi parçalayarak yerinden fırlayacak gibiydi… Zeyphrus’un sözleri buz gibi bir bıçak misali ruhuma saplandı.
Zeyphrus dudaklarının kenarına delirmiş bir tebessüm yerleştirerek konuşmaya başladı:
“İkisinin de icabına bakıyoruz, gözün arkada kalmasın,” dedi, sesi karanlık bir senfoninin ilk notasını verir gibiydi. “İkisi de zindanda. O ızdırap dolu bağırışları kulağıma adeta bir müzik gibi geliyor. Henry’i bayıltmak pek zor olmadı ama yanında taşıdığı o kızıl cadı… ah, o bizi epey uğraştırdı. Hatta birkaç adamım onu yakalamaya çalışırken öldü.” Gözleri kısılmış, sesi yılan gibi sinsi bir tonda devam etti. “Onu nasıl ele geçirdiğimizi bilmek ister misin? Tıpkı bir avcının kurduğu tuzağa düşen av gibi… sonunda ağımıza yakalandı. Adamlarımdan biri ağı aktif ederken oku onun omzunu delip geçti. Nasıl olduysa, uyandığında hâlâ iyi durumdaydı ama sorun değil… Bizim büyülü işkence yöntemlerimiz var. Ruhunu lime lime edecek yollar…”
Bu sözleri duyduğumda damarlarımdaki kan fokurdamaya başladı. Bedenim öfke ve nefretle kasılmıştı; çenemi sıkarak bağırdım:
“Seni de adamlarını da öyle yöntemlerle öldüreceğim ki, bana sizi öldürmem için yalvaracaksınız!” Sesim hücrelerin taş duvarlarında yankılandı. Gözlerim alev alevdi. “O kızın saçının telinde en ufak bir zarar görürsem… asıl avcıdan korunmanız gerekecek,” diye ekledim dişlerimin arasından sızan vahşi bir öfkeyle.
Zeyphrus başını geriye atarak tiksintiyle güldü. “Ah… yine o boş tehditlerin. Sana haddini bildirmemi ister misin?”
Birden elimi tutan saçlarımdan kavrayarak sertçe çekti. Bedenim geriye doğru savruldu. Kınından işlemeli, siyah kabzalı bir hançer çıkardı. Gözleri çılgın bir parıltıyla parlıyordu.
“Sana ne yapacağımı bilmek ister misin?” diye tekrar sordu; elindeki hançeri havada döndürürken sesi bir celladın keyifli kıkırtısını andırıyordu. Gözleri kocaman açılmış, kaşları yukarı kalkmıştı; bu haliyle tam anlamıyla aklını yitirmiş bir yaratığı andırıyordu. Yanıma yaklaştığında bedeninden yayılan öfke neredeyse havayı titretiyordu. Onu bu kadar kudurtan şey neydi? Bu sorunun cevabını düşünmeye bile vakit ayırmadım — tek bir şey vardı zihnimde: Aphrida. Ona zarar vermişlerdi.
Ben sessiz kalınca Zeyphrus’un yüzüne iğrenç bir ifade yerleşti. Tiksintiyle bana baktı, ardından gömleğimi elindeki makaslıyla kesti. Soğuk hançerin keskin tarafını çıplak göğsüme dayadı ve hızlı, ustaca hareketlerle derin olmayan ama kanatan uzun çizikler attı. Gömleğim kanlar içinde kaldı. Her bir çizik, ateş gibi yanıyordu. Nefesim kesildi, acı bedenimi titretti. Bu iğrenç elfi kendi ellerimle öldüreceğim. Onu kimse elimden alamayacak… bana yalvaracak.
Zeyphrus hançeri derimin üzerinde gezdirip yeni çizikler açtıkça ağzımdan istemsiz çığlıklar yükseldi; kalan son gücümle zincirleri sıkıyor, demirlerin bile titrediğini hissediyordum. Kan göğsümden karnıma doğru yavaşça süzülüyor, sanki karanlık bir yemin gibi tenimi boyuyordu…
Kan kaybından bayılmış olmalıydım… Gözlerimi açtığımda, karşımda sabırsızlıkla uyanmamı bekleyen Zeyphrus’un o soğuk bakışlarıyla karşılaştım. Bu kez yalnız değildi; etrafında silahlı adamları duruyordu.
“Götürün onu,” dedi buz gibi bir sesle. “Efendimiz Zarivora görmek istiyor.” Ardından arkasını dönüp yürüdü.
“Zarivora mı? Efendileri o olmalıydı… Ama kimdi bu Zarivora?” diye geçirdim içimden.
Bedenim hâlâ halsizdi ama kaçmak için elimde tek bir şans vardı. Zincirlerimi çözmeye başladıklarında, uygun anı kollamak zorundaydım. Sağ elimi zincirlerden kurtardıklarında harekete geçmedim; bilerek kendimi zayıf ve güçsüz gibi gösterdim. Ardından ayaklarımın zincirlerini çözdüler. Sol elime geçtiklerinde ise fırsat doğmuştu: Zincirleri açar açmaz sağ yumruğumu sıktım ve önümdeki adamın iki gözünün ortasına sert bir darbe indirdim. Adam çığlık atarak alnını tutarken, yanında duran adamın boğazına yapıştım. Dirseğimle baskı uygulayarak onu boğmaya başladım.
Zeyphrus arkasını döndüğünde, elimdeki adamı bırakmadan ona doğru güçlü bir tekme savurdum. Tekmem Zeyphrus’un karnına saplanınca adam sendeledi. Kollarımda kıvranan adam oksijensiz kalmış, bilincini kaybetmişti. Bilinçsiz bedenini yere fırlattım. Alnını tutan diğer adam başını kaldırmaya fırsat bulamadan yüzüne bir yumruk, karnına ise sert bir tekme geçirdim. Darbelerin ağırlığıyla yere yığıldı, boğuk bir inilti çıkardı.
Zeyphrus yanıma koştuğunda yerde bayılttığım adamın kılıcını kapıp hızla ona doğrulttum. O da kendi kılıcını çekerek üzerime atıldı. Çarpışmamızda, içgüdüsel olarak elimdeki kılıcı savurup kendimi savundum. O an sarayda aldığım kılıç talimleri zihnimde bir bir canlandı. Hızla bir dönüş yapıp Zeyphrus’un arkasına geçtim, kılıcımı boynuna dayadım. Gözlerimi kısarak sordum:
“Aphrida ve Henry nerede?”
Sorumu bitirdiğim anda boynumda keskin bir acı hissettim. Tepki veremeden elimdeki kılıç yere düştü. Kılıcın taş zemine çarpıp çıkardığı metalik yankı, sanki son umudumun kırılışını duyuruyordu. Gözlerim kapanmadan önce Zeyphrus’un yüzündeki o alaycı ifadeyi gördüm… ve karanlığa gömüldüm.
Gözlerimi açtığımda büyük bir salondaydım. Tavandan sarkan devasa avizeler salonu soğuk bir ihtişamla aydınlatıyordu. Karşımda, yüksekçe bir tahtta oturan ve gösterişli kıyafetler giymiş bir Elf vardı. Sağında ve solunda iki kadın oturuyordu. “Efendimiz” dedikleri kişi… Zarivora olmalıydı.
Ellerime baktım — yine zincirlenmiştim. Bu kez boğazıma zincir vurmamışlardı ama dizlerimin üzerinde, taş zeminde sürünür gibi duruyordum. Karşımda duran Elf iri yapılıydı; beyaz, uzun saçları sırtına dökülüyor, ela gözleri ise sanki her şeyi delip geçiyordu. Sağındaki kadın insan görünümlüydü; beyaz tenli, görkemli bir elbise giymişti. Solundaki kadın ise daha gençti ve bariz bir elf zarafetine sahipti. İkisi de sakin bir şekilde oturuyor, gözlerini üzerimden ayırmıyordu.
“Bu neydi böyle? İnsanlar ve Elfler… bir araya mı gelmişti? Yoksa bir isyanın tam ortasında mıydım?” diye düşündüm.
Eğer bir isyansa… neden sadece ben infaz edilmek üzereydim?
Zeyphrus, salona girerek öne çıktı. “Uyandı, Lordum,” dedi itaatkâr bir sesle.
Zarivora başını çevirmeden, tok ve otoriter bir sesle yanıtladı: “Evet, görebiliyorum Zeyphrus.”
Sonra gözlerini bana dikti. “Hoş geldin, genç Elf,” dedi sesi yüksek, ciddi ve hükmedici bir tondaydı.
Sessizdim. Tek kelime bile etmedim.
“Genç elf” dediğine göre… benden yaşça büyük olmalıydı, diye geçirdim içimden.
Zarivora yerinden kıpırdamadan konuşmaya devam etti:
“Muhtemelen buraya ne için getirildiğini ve arkadaşlarının başına ne geldiğini merak ediyorsun. Hepsini anlatacağım — zamanı geldi. Fakat ben de senden bir şey isteyeceğim. Umarım beni geri çevirmezsin.”
Gözlerini kısmıştı, sesi ağırlaştı:
“Sen Aldarin oğlu Wild’sın. Aldarin’in ortanca oğlusun… Aldarin benim ağabeyimdi.”
Sözlerini duyduğumda beynim dondu. Kanım çekilmiş, bedenim buz kesmişti. Bu Elf’in varlığından bugüne kadar ne annem ne de babam tek kelime etmemişti. Şimdi kime kızmalıydım? Ne yapmalıydım? Bunu bana söyleyerek nasıl bir cevap bekliyordu? Zincirlere vurulmuş olsam da gururum, başımı eğmeme izin vermiyordu.
Zarivora son sözünü keskin bir netlikle söyledi: “Ben senin amcanım.”
Sesi taş salonda yankılandı; sanki duvarlar bile bu sözün ağırlığını içine çekmişti.
Ona dikkatle bakıyordum, konuşmasının nereye varacağını merak ederek… Her ne kadar amcam olsa da, daha onu tanımadan içimde ona karşı derin bir nefret yeşermeye başlamıştı. Hangi amca, kendi yeğenlerini zindana attırıp işkence ettirirdi ki? Tahtın üzerinde oturan o soğuk bakışlı Elf konuşmaya başladığında, sağında ve solunda oturan iki kadın da tüm dikkatlerini bana çevirmişti. Gözleri keskin, ifadeleri ciddiydi; sanki söylediklerini değil, ruhumu dinliyorlardı.
Zarivora: “Aldarin ve ben gençken birbirimize çok yakındık. O zamanlar ikimiz de evlenmemiştik. Annemiz ve babamız, geleceğimizi çoktan çizmişti. Aldarin, büyük olduğu için babamızdan sonra tahtın varisi oydu. Babamız Levon hastalıktan öldüğünde planlandığı gibi tahta senin baban oturdu… Yani Aldarin. Fakat kral olduktan sonra, yardımcısı onun zihnini zehirlemeye başladı. Benim tahtta gözüm olduğunu düşündü. İşte bu yüzden, kral olduğu ilk yılda beni Milruna’dan sürgün etti.”
Konuşmasını bir anda kesip sessizliğe gömüldü. Sanki geçmişin acı dolu yankıları boğazına düğümlenmişti. Derin bir nefes aldı, ardından buz gibi sesiyle devam etti:
Zarivora: “Beni Ölüler Bataklığı’na sürgün etti… Yalnızdım, kimsem yoktu. Aldarin, yani öz ağabeyim, beni taht hırsıyla suçlamış, bana iftira atmıştı. O çürümüş bataklıkta yıllarca tek başıma hayatta kalmaya çalıştım… Ta ki o gün bir cadıyla karşılaşana kadar. O kadın, bana kaderin lütfunu sundu. Bana âşık oldu, bana güç verdi.”
Anlattıklarını dinlerken, zihnimde bir fırtına kopuyordu. Bu hikâyeyi bana neden anlatıyordu? Hâlâ hiçbir fikrim yoktu.
Zarivora: “Artık kendi ayaklarımın üzerinde durabiliyordum. Kimseye ihtiyacım kalmamıştı. Birkaç ay sonra sarayınızdaki yardımcılardan birini yanıma getirttim. Elbette bu bir gönüllü geliş değildi… Ama altın dolu bir çuvalı gördüğü anda tüm ilkelerini bir kenara bırakıp koşulsuz kabul etti.”
Bedenim şaşkınlıktan kasıldı. Şok dalgası damarlarımda yankılandı. Duyduklarıma inanmakta güçlük çekiyordum; kalbim göğsümde öfke ve korkuyla çarpıyordu.
Zarivora, alaycı bir gülümsemeyle eğildi:
“Tahmin et bakalım o yardımcı kimdi? Evet… senin arkadaşınmış gibi görünen o Elfti. Zeyphrus. Sarayınızda neler yaptığını bilmek ister misin?”
Sesi yılan gibi süzüldü salonda:
“İlk olarak ondan suikastçılar bulmasını istedim. Zeyphrus, sadece iki gün içinde 49 ve 13 numaralı iki suikastçı Elf buldu. Yüzleri yanık, kulaklarının ve dillerinin uçları kesikti. Dillerinin altlarında zehirli bir bitki taşır, gerekirse konuşmamaları için kendilerini zehirleyip ölürlerdi — işkenceye dayanmak zorunda kalmasınlar diye. O gece yedi eve sızdılar ve her birinde çocukların başlarını kestiler… Sonrasını biliyorsundur.”
Salonda ölüm sessizliği çökmüştü. Zarivora’nın sesi giderek karanlık bir yankıya bürünüyordu:
“Zeyphrus, altına sadık bir köpekti. Ne emrettiysem, tek bir sorgu bile etmeden yerine getirdi. Sen o zamanlar daha bir çocuktun. Geheris henüz çok gençti. Babana suikast düzenlemek için Zeyphrus’a yeni bir görev verdim. Her gün, senin babanın yemeklerine bir damla zehir damlattı. Bu görevi sadece Zeyphrus üstlendi. Aşçılara ya da hizmetkârlara güvenemezdim.”
Gözleri parladı, sanki anlattığı şeylerden bir zafer tadı alıyordu:
“Bu zehir öyle bir şeydi ki… yavaş yavaş işler, sonunda kurbanı Tanrı’ya ölmek için yalvaracak hâle getirirdi. Önce halüsinasyonlar görmeye başlar, aklını yitirirdi. Ardından bedeni çöker, ruhu yavaşça erirdi. Babana da aynen böyle yaptım.”
Zarivora’nın sözleri salonda yankılanırken, içimdeki nefret kıvılcımları alevlere dönüştü. Bu sadece bir itiraf değildi; köklerime uzanan bir ihanetti.
“Si Lefur!”
Bu sözleri duyduğumda bütün bedenim bir anda uyuştu. Sanki korkunç bir kâbusun tam ortasına çekilmiş gibiydim. Yıllarca bir katili “arkadaşım”, “ağabeyim” diyerek yanımda taşımış, onu korumuş, ona güvenmiştim. Yüzümdeki ifade donup kalmıştı; içimdeki boşluk gitgide büyüyor, ayaklarımın altındaki zemin sanki paramparça oluyordu.
Zarivora alaycı bir gülümsemeyle konuşmasını sürdürdü:
“Daha bitmedi. Ağabeyin Geheris’in bir düşman oku yüzünden öldüğünü mü sanıyorsun?” Ardından boğuk bir kahkaha attı. “Tabii ki hayır. Zeyphrus’un tek görevi Methian Krallığı’nı izlemek ve en savunmasız anında, en zayıf noktasından hançeri saplamaktı. Savaş boyunca ağabeyini gözlemledi… Ve oku atan da oydu.”
Zeyphrus’un yüzünde sinsice kıvrılan bir gülümseme vardı. “Onu yerde kanlar içinde kıvranırken görmeliydiniz, efendim…”
Ne yapacağımı bilmiyordum. Sanki kabuk bağlamış bir yara yeniden hançerle yarılmış, üstüne de tuz basılmıştı. Boğazım düğümlenmiş, acı içimde kabarıyordu. Babam… Canım ağabeyim… Hepsi bu şerefsizlerin elinde yok olmuştu. Cevap veremedim. Zeyphrus haklıydı; bu hâlimle ne tehdit edebilir ne de onlara karşı koyabilirdim. Nutkum tutulmuştu, bedenim öfkeden tir tir titriyordu.
Zarivora’nın gözleri üzerimdeydi. Sessizliğimi inceliyor, zihnimdeki fırtınayı okumaya çalışıyor gibiydi. Tahtın yanında oturan kadınlar da aynı sorgulayıcı bakışlarla beni izliyor, tek kelime etmeden bu sessizliğe katılıyorlardı.
Bir süre sessizlik hâkim oldu. Sonra Zarivora derin bir nefes alıp sözlerine yeniden başladı:
“Şimdi sen söyle genç kral, ya tahtı bana kendi rızanla verirsin ya da işkenceye boyun eğersin. Eğer işkenceye de dayanırsan…” Cümlesini yarım bırakıp şeytani bir tebessümle sustu.
Karşımda dizilmiş düşmanlarım sessizce yıkılışımı izliyordu. Hepsinin gözlerinde cevabımı merak eden o karanlık parıltı vardı. Yüzlerine tek tek baktım, ardından Zarivora’ya yönelip dudaklarımın kenarında acı dolu ama alaycı bir gülümseme oluşturdum. Zorlukla nefes alarak söyledim:
“Tahonajuf ehlent!” (Cehenneme git!)
Bu söz üzerine Zarivora’nın yüzü bir anlığına gerildi. Kaşlarını yukarı kaldırıp gözlerini iri iri açtı; belli ki gururuna dokunmuştu. Yanındaki Zeyphrus’a el işareti yaparak soğuk bir sesle emretti:
“Ne yapacağını biliyorsun, Zeyphrus.”
Tahtın sağında bekleyen Zeyphrus, lordunun yanından ağır adımlarla ayrılıp bana doğru yürüdü. Yanımdaki iki askere sert bir bakışla emir verdi:
“Gömleğini çıkarın!”
Askerlerden biri gömleğimin sırt kısmını ve kollarını hızlı hareketlerle parçalara ayırdı. Kumaş, birkaç saniye içinde lime lime olup üzerimde zar zor durur hâle geldi. Sanki en ufak bir rüzgâr esse paramparça göğe savrulacaktı. Ardından gömleği omzumdan çekip aldı.
Diğer asker arkamda pozisyon aldı. Belinden kalın, düğümlü bir kırbaç çıkardı ve iki eliyle sımsıkı kavradı.
Zeyphrus’un sesi buz gibiydi:
“Acımayın… Elliden geri sayın.”
Askerin kolu havaya kalktı. Kırbaç havayı yararken bir yılan gibi ıslık çaldı ve ardından sırtıma şiddetle indi. İlk darbede sanki kaburgalarım yerinden sökülüp alınmış gibi hissettim. Derim yanıyor, etim yırtılıyordu.
“Bir!” diye saydı Zeyphrus, keyifle.
Ağzımdan yalnızca iniltiler çıkıyordu. Ne gücüm kalmıştı ne de nefesim… Hem açlık, hem kan kaybı hem de kırbaç darbelerinin acısı iç içe geçmişti.
İkinci darbe indiğinde ciğerlerimden bir çığlık koptu.
“İki!”
Nefes alamıyordum. Sanki derim tek tek sökülüyor, sırtım ateşle dağlanıyordu.
..........
Zaman, acının içinde yavaşlayıp uzadıkça uzadı. Her kırbaç darbesiyle bedenim biraz daha parçalandı, ruhum biraz daha karardı. Aradan ne kadar geçtiğini bilmiyordum, ama acı sonsuz bir döngüye dönüşmüştü; sanki gecenin kendisi işkencenin bir parçasıydı.
“Elli!”
Zeyphrus’un sesi yankılanırken kırbacın son darbesi sırtıma indi. Derim çoktan parçalanmıştı; her nefes alışımda sırtımdaki açık yaralar kabuk tutmamış birer ateş çukuru gibi yanıyordu. Kan, pantolonumun arka kısımlarına damla damla süzülüyor, kumaşı ıslatıyor ve yere koyu kırmızı izler bırakıyordu. Artık inlemeye bile mecâlim kalmamıştı. Ses çıkaracak gücüm yoktu. Başım öne düşmüş, gözlerim sımsıkı kapalıydı. Dişlerimi öyle sıkmıştım ki, ağrı çenemin kemiklerine kadar işlemişti.
Salon sessizdi. Herkes —Zarivora, yanındaki kadınlar, Zeyphrus ve nöbetçi askerler— sessizce bana bakıyordu. Acımı seyrediyorlardı; sanki bir törenin son perdesiymişim gibi.
Elli kırbaç darbesini tamamlandığını gören Zarivora, sesini yükselterek tekrar konuştu:
“Senden bir ricam olacak, genç kral… Eğer yardımcın gibi emirlerimi yerine getirirsen, seni ve diğerlerini serbest bırakacağım.”
Cevap vermedim. İlk birkaç saniye boyunca sessizliğimi korudum. Ne ona bakmak istiyordum ne de sesini duymaya tahammülüm vardı. Halsiz bedenim titremeye devam ediyordu; içimdeki öfke ve çaresizlik birbirine dolanmıştı.
Kafamı kaldırmayınca Zeyphrus ağır adımlarla yanıma geldi. Eğilerek çenemi yakaladı ve yüzümü zorla yukarı kaldırdı. Soğuk parmakları çenemi demir bir kelepçe gibi kavradı; istemsizce o lanetli lordun gözlerine bakmak zorunda kaldım.
Zarivora merakla beni süzüyordu. Yüzündeki küstah tebessüm bir an bile silinmemişti. Cümlesini tekrarladı, “Senden bir ricam olacak… yeğen.”
O kelime… dudaklarından süzülen o iğrenç kelime, içimdeki öfkeyi bıçak gibi deşti. Yeğen… Ağabeyimi öldürmüş birinin ağzından çıkmaya cüret eden bu kelimeydi beni delirten.
Nefesimi kontrol altına alıp tükürür gibi konuştum:
“Bak ne diyeceğim… En iyisi şimdiden kendine bir mezar kaz. Ha, dur — yanıldım — iki mezar olsun. Sadık köpeğini de seninle birlikte gömeceğim!”
Sözlerimi bitirdiğimde Zarivora’nın yüzü kasıldı. Kaşlarını çattı, bakışları sertleşti. Ses tonu birden keskinleşti:
“Atın bunu zindana!” Ardından bana çevrilip, alçak bir kahkahayla ekledi:
“Benden istediğimi yapmak için bana yalvaracaksın!”
Emri verdiği anda iki asker kollarımdan yakaladı. Direnecek gücüm kalmamıştı; ne kollarımda kuvvet vardı ne bacaklarımda. Yalnızca içimde, sönmeye direnen bir kıvılcım gibi ruhsal bir direnç kalmıştı.
Beni sürükleyerek zindana doğru götürdüler. Ayaklarım yerde sürükleniyor, botlarımın uçları taş zemine çarpa çarpa iz bırakıyordu. Koridor boyunca yankılanan sürüklenme sesi, karanlık duvarlarda yankılanıyor, sanki bir cenaze yürüyüşünü haber veriyordu.
Sonunda zindana ulaştık. Kapıya daha önce hiç dikkat etmemiştim; kalın tahtadan yapılmış, koyu griye boyanmış, karanlık ve kasvetli bir havası vardı. Kapı gıcırdayarak açıldı ve beni içeri, değersiz bir eşya gibi fırlattılar.
Zemin kirliydi. Neyse ki göğsümdeki yaralar kabuk bağlamıştı; yoksa bu pisliğin içinde mikrop kapıp çürüyebilirdi. Orada öylece kaldım. O gün boyunca yalnızca inledim.
Gözlerim açık, bilincim sınırda salınırken kendi kendime fısıldıyordum:
“Her şey güzel olacak… Her şey güzel olacak…”
Bu cümleyi bayılıncaya kadar tekrar ettim. Sanki kendi sözlerime tutunarak karanlığa düşmemeye çalışıyordum…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.24k Okunma |
587 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |