10. Bölüm

9 cu bölüm "Unutulmuş Mahzende Uyanış"

Sona Askerova
sonyammm

Merhaba! Bölüm düzenlendiği için tüm yorumlar aşağıda görünecek ❤️.

 

Henry'nin anlatımıyla...

Bazen yaşadığımız o tüyler ürpertici sezgiler ruhumuzun bedenimize uyarısıdır aslında. Güvendiğimiz kişileri doğru seçmeliyiz dediğimizde, en güvendiğimiz birisinin bile bizim hakkımızda düşünceleri ve davranışı tam aksini söyleyebilir. Peki güven kavramı nedir? Ne için birine güvenmek isteriz?

 

Güven, kanatlarımızı bir başkasına emanet edebilmemizdir aslında. Güvendiğimiz insana, annenin bebeğine verdiği şefkati tekrar hissettirmesi için ya da o harikulade ruhumuza ev gibi gelen sevgiyi yeniden bize yaşatmasını umut ederek okşaması amaçlı teslim ederiz kanatlarımızı. Güvenmek tamamen kendi seçimimiz, kendi hür irademizle aldığımız karar sayesinde belirir ruhumuzun tomurcuğunda. Tomurcuk büyüdüğünde kökleri tıpkı Aşeka bitkisi gibi kanatlarımıza uzanır ve damarlarımıza kadar ulaşıp bizimle beraber ruhumuzun umut nehrinden beslenir.

 

Gözlerimi açmamla derin karanlıktan kurtulmuştum. Göz kapaklarım aralandığında ilk birkaç saniye boyunca boş gözlerle kapatıldığım zindanın o tüyler ürperten demirliklerini izledim. Burası zindandan daha çok bir kafese benziyordu. Kendime geldiğimde, beni deli edecek şekilde yoğun bir boyun ağrısıyla karşılaştım. Lanet olsun! Başım neden beni ağrıdan öldürecek şekilde ağrıyor? Kulaklarımdan tutmuş gibi, boynum ve belim dahil olmak üzere acıdan sızlıyordu.

 

Elimi en çok ağrıyan bölgeme yani boynumun arkasına götürmek isterken kol bileklerimin ağır zincirlerle bağlandığını fark ettim. Elimi kafamın arkasına attığımda parmak uçlarımı soğuk, aynı zamanda kurumuş sıvıya dokundurduğumu anladım; bu, yaralandığımda başımdan aldığım darbe yüzünden dökülen kendi kanımdı. Kafamın arkasında kir gibi saçlarımla birleşen kurumuş kanı parmağımla kaşıyıp elime almaya çalıştım.

 

Etraf çok karanlıktı, ellerimdeki kendi kanımı bile göremiyordum. Ellerimin ve ayaklarımın olduğunu daha şimdi fark ediyor, hissediyordum. Ellerimi yukarı kaldırdığımda o ağır zincirlerin sesleri çınlıyor, takatten düşen kollarımı hareket ettirmemi zorluyordu. Kaç gündür baygın haldeyim bilmiyorum ama uzun süre hareketsiz kaldığım kesin. Elimi ve ayaklarımı hareket ettirdiğimde uyuştuklarını anladım. Evet, şimdi bana ne olduğunu hatırlamalıydım ancak geçmişin sahneleri çok bulanıktı; hatırlamak bana zor geliyordu. Yapma Henry, ne olmuştu, hatırla! Hatırlamak için kendime odaklanıp zihnimi biraz zorladım. Neden bu haldeydim?

 

Gözümün önüne ağabeyimin Aphrida’nın karşısında yüzük çıkarıp evlilik teklifi ettiği an geldi. Dizinin birini kırıp bana gösterdiği o yüzüğü, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle Aphrida’ya sunmuştu. Evet, iyi gidiyorsun oğlum. Dahası da var, hatırla! Ne olmuştu orada? Hatırlaman gerek. Zorla kendini!

 

Birisi Wild'ın arkasında durmuş onu tehdit ediyordu. Ağabeyimin arkasında durmuş tehdit eden kişi küçük cüsseli biriydi; uzun kahverengi saçları, dar omuzları vardı. Boyu kısaydı; üzerinde ise timsah derisinden yapılmış, dizlerine kadar uzanan bir ceket vardı. Ceketin altına yine hayvan derisinden kahverengi bir pantolon giymişti. Ben, ağabeyimi tehdit eden o kişiye elindeki kılıcı bırakması için uyarmıştım. Kimdi o? Kim yapmıştı bunu?

 

“— Ahhh başımmm ağrıyor...”

Deyip elimi tekrar, ağrıdan beni kıvrandıran başımın arkasına attım. Zincirler yine çınladı. Ellerimi başıma attığımda nazikçe saçlarımda gezdirdim. Yanılmıyorsam saçlarım hem kan hem de çamura bulanmıştı. Koyu kahverenginde olan dalgalı kısa saçlarım sanki kurumuş sıvı ile sarmalanmıştı. Elimi üzerimde gezdirdim; keten gömleğim ve deri pantolonum vardı üzerimde. Ayaklarıma dokundum; buz gibi betonun üzerinde durmaktan bütün vücudum gibi ellerim de buz kesmişti. Yüzüme ve şakaklarıma dokundum. Dudaklarım ise kupkuruydu. Büyük ihtimalle bu kirli ve soğuk betona temas ettiği için kirlenmiş olmalıydı.

 

El ve ayak bileklerim zincirliydi. Uzun bir zincirdi bu; çektiğimde ses çıkarıyordu. Zincirlere tutunarak bağlandığı duvara gitmeye çalıştım. Bağlandığı yere vardığımda, bütün gücümle kendime doğru çektim. İçime serpilen küçücük bir umutla, kollarıma ve bacaklarıma yapışan bu demirleri kırıp bedenimi bir an önce kurtarmaya çalıştım. İlk denememde baştan belli olduğu gibi başarısız oldum. Düşündüğümden daha kalın ve güçlü zincirlerdi. İkinci denememde yine güç kullanarak kendime doğru çektim ama bu seferki denememde de ilkindeki gibi boş bir sonuç elde ettim.

 

Neydi bu? Ne yaşıyordum? Nasıl bir oyunun içerisindeydim?

 

Göğsümde boşluk yaratan umutsuzluk bütün bedenimi sarıp sarmaladığında zincirleri ani bir hareketle bırakıp öfkeli bağırmamla beraber duvara doğru bir tekme attım. Ellerimden kurtulup havada özgür kalan zincirlerin yüksek sesli çığlıkları, ağrıyan başımı delecekmiş gibi tesir etti beynime. Ellerimle dokunarak taştan o soğuk duvarı bulduğumda sırtımı yasladım ve bütün kaslarımı serbest bıraktım. Duvara yaslanan bedenim beni yavaşça yere doğru götürdüğünde yüksek sesle nefes alıp verdim. Yerde oturduğumda geçmişi hatırlama çabalarıma tekrar başladım. Kimdi bu düşman? Beni bu hale kim getirdi?

 

Gözlerimi kapattım ve hatırlamaya çalıştım. Kollarım hâlâ yere uzanmayan, havada hafif kırılmış dizlerimin üzerindeydi. Dağınık saçlarım dudaklarımın ve gözlerimin üzerine dağılmıştı.

 

Evet, tekrar o güne gittim. Ağabeyim evlenme teklifi ediyordu; Milruna’dan haritada bile görünmeyen ormana kadar gelme sebebine… Bu özel anlarını bir düşman bozuyordu. Sırtı bana dönük bir düşman… Uzun, bakımsız kahverengi saçları vardı. Ağabeyimi ayağa kalkması için tehdit ediyordu. O sırada ben geliyorum ve kılıcımı o kişinin boğazı ile temas edecek şekilde ona doğrultuyorum. Endişeden göğsümden çıkacakmış gibi atan kalbimi hissediyorum.

 

Düşman omzunun üstünden yeşil gözleriyle, kahverengi kirpiklerini kırpıştırarak bana bakıyor. Aniden gözlerimi açtım. Evet, bu o kişiydi. Zeyphrus’tan başkası değildi. Yıllarca kendisinden şüphelendiğim kişi… Gözlerimi açtığımda bütün sinir hücrelerim yaşadığım bu duyguyla birlikte yanıp tutuşmuş gibiydi. Sanki nefret, öfke ve tiksinti duygularım birleşip aniden patlamış ve bütün kaslarıma yayılmıştı.

 

Ne düşünüyor bu aptal herif?! Ne olacaktı yani? Koca Milruna İmparatorluğu’nun kralını ve prensini kaçırmıştı.

 

Aydınlanmış gibi aniden yerimden ayağa kalktım ve ağabeyim ile Aphrida’yı da kaçırmış olabileceği düşüncesine vardım. Telaşla yüksek sesle seslendim etrafımdaki karanlık boşluğa:

— Wild! Aphrida!

— Wild!

— Burada mısın ağabey?

— Lütfen cevap verin…

Ayağa kalktım ve belki de aynı yerdeyiz ama baygındırlar diye düşünerek, yerde dizlerimin üzerindeyken ellerimi onu bulabilirim düşüncesiyle havada gezdirdim. On dakikalık boş çabalarımın ardından yine aynı pozisyonda oturup sırtımı o soğuk ve tozlu duvara yasladım.

 

Burada hiç mi ışık yoktu? Nasıl çıkacağım ben buradan? Düşün Henry, düşün! Zar zor parlayan ışıklar sayesinde görebildiğim demir parmaklıkları izledim. Demirliklere yavaşça yaklaştım ve dokundum; çok kalındı. Ellerimi burnuma yaklaştırıp kokladığımda pas kokusunun burnuma gelmesiyle, demirliklerin çok eski olduğunu anladım ama yine de kıramazdım. Parmaklıkların ardına bakmaya çalıştım. Önümde duran demirlerden, boş ve kimsesiz bir zindandan başka hiçbir şey göremedim. Duvarda asılı meşaleler çok uzaktaydı; bu yüzden kaldığım hücreye ışık çok az ulaşabiliyordu. Upuzun bir koridordu bu, sanki mahşerde gibiydim. Meşalelerin altında benim kaldığım bölmeye benzeyen odalar vardı ama demirliklere baktığımda birilerini göremedim. Belki yanıma meşaleyle biri geldiğinde buranın nasıl bir yer olduğunu ve en önemlisi yalnız olup olmadığımı anlayabilirim diye, parmaklıkların yanında oturup ardındaki o derin karanlığı izledim. Lanet olsun ki herhangi bir ışığın girebileceği pencere yoktu. Nasıl bir oyunun içerisindeydim?

 

Başımı sol yana doğru çevirip paslı demire yasladım ve boş gözlerle geçmişi düşündüm. Zeyphrus şerefsizi hain çıkmıştı. Acaba kaç paraya satılmıştı? Ağabeyime kaç kere onun yalancı olduğunu söyledim. Anlamadığım şu ki davranışlarından bir şeyler gizlediği ve bizden sakladığı haltlar yediği çok belliydi. Wild bunu nasıl görmedi? Nasıl anlamadı?

 

Hep konsey toplantısından önceki günlerde herhangi bir yerde göremezdim kendisini. Şehri savaşına gideceğimizden bir gün önce de ortalıkta yoktu. Kimseye söylemeden onu sarayın her yerinde aradım ama hiçbir yerde bulamadım. Ağabeyime onun peşine iki adam takacağımı söylediğim günün hemen ertesi köye inip en iyi iki suikastçıyı tuttum; sırf onu izleyip hakkında bana bilgi getirsinler diye. Üzerinden aylar geçti, hâlâ gelmediler. Onlardan hiçbir haber alamadım.

 

İlk haftalarda bana Zeyphrus’un kiliseye gidip orada bir adamla buluştuğunu ve ona bir mektup verdiği haberini getirmişlerdi. Onlara o adamı bana getirmelerini emrettikten sonra bir daha görmedim. Eminim ki başlarına bir iş geldi. Zeyphrus aptalı o suikastçıları fark edemezdi, ruhu bile duymazdı. Eminim ki bu işte yalnız Zeyphrus yok; onu yönlendiren ve parmağında kukla gibi oynatan biri olmalıydı. Daha güçlü biri… Kendine güvenen biri… Milruna İmparatorluğu’na karşı düşman olmayı göze alacak kadar cesur, aynı zamanda pervasız birisi. Nefret ve kin yüzünden gözü dönmüş biri. Kim olabilirdi bu kim?

 

Zeyphrus iti ile ağabeyim ne çok vakit geçirmişti, ona bizden bile fazla güveniyordu. Sağ kolmuş, sadakatmiş… Kinayeli şekilde dudağımın sağ kıvrımını yukarı kaldırıp gülümsedim ve kelimeler dudaklarımın arasından sesli bir şekilde döküldü:

“Papucumun sadakatlisi…”

 

Acaba neden bu zamana kadar bizi öldürmedi de tuzağa düşürdü? Bu işin içinde düşündüğümden de daha derin ve büyük bir mesele vardı. Ben bunu öğrenecektim! Öğrenmeliydim! Ne pahasına olursa olsun! Hem ağabeyimi hem de Aphrida’yı kurtaracağım! Bu yolda canımı feda etmem gerekse bile… Ancak bu işten kurtulduğumda alacağım ilk kelle Zeyphrus’un kellesi olacak. Kellesini iyi korusun, şerefsiz it!

 

Onun hakkında düşündüğümde midemden bedenime hızla yayılan nefret ve bulantı hissi bütün vücudumu sarıyordu. Güvenmek büyük bir duyguydu ve ben ondan ne kadar şüphelensem de ona inanmayı seçtim. İçgüdülerim bana onun iyi biri olmadığını söylese de, hatta söylemek ne kelime bağırsada, ben yine de ona inanmayı seçtim. Bu benim hür irademle aldığım bir karardı. Bana bunu yapmaya kimse zorlamadı. Bu konuda tek bir suçlu var, o da benim. Aslında ağabeyime o kadar güveniyorum ki, yanlış bir seçim yapmaz diye düşünürdüm. Demek ki o da benim gibi bazen yanılabiliyor. Belki de Zeyphrus’un ihanet edemeyeceği düşüncesine inanmak istedim. Ahh Tanrım, ben nasıl böyle bir yanlış yaptım…

 

O bizi sırtımızdan bıçakladı. Dejarusa geldikten sonra onu hep tedirgin görüyordum. Demek ki kendi zavallı adamlarını bekliyormuş. Yaşadığımız berbat olaydan bir gün önce ağabeyim ve Aphrida’yı gemide baş başa bırakmak için sahile indim. Sahilde Zeyphrus’u gördüm. Elinde içkiyle, dizlerini havada kırmış yalnız başına oturuyordu.

 

Yavaş ve kendinden emin adımlarla yanına yaklaştığımda bakışlarını sahilden alıp bana çevirdi ve boş gözlerle yüzümü izlemeye başladı. Sanki bana baktığında ruhunun derinlerinde bir yerde acı görmüştüm. Biraz dertli gibiydi; yüzüne bakıldığında kasvetli bir atmosfer yarattığı, uzaktan bile belli oluyordu. Yüzümü inceledikten sonra bakışları yeniden denizin o usulca dalgalanan sularına dikilmişti. Deniz çok sakindi, ayın ışığı manzaraya kat kat güzellik eklemişti. Her dalga sonunda suların çıkardığı ses, bedeni ve zihni rahatlatan bir melodi gibiydi.

 

Zeyphrus’a yaklaştığımda usulca bir adım uzaklıkta yanında oturdum. Zeyphrus elindeki içkiyi başına devirmiş kendi hâlindeydi. İçkisinden bana da vermesi için sağ elimi ona doğru uzattım. Anlamış gibi hemen verdi elindeki şişeyi. Şişeyi başıma dikip ağzımı bolca içkiyle doldurduktan sonra ona geri uzattım. Ahh, manzara çok hoştu. Dejarus’un farklı bir havası vardı; sanki buraya geldikten sonra endişelerim ve yorgunluklarım tükenmiş gibiydi. Zeyphrus’a bakmadan onunla konuşmaya başladım.

-“Demek deniz manzarası ha?”

-“Akşamları dalgaları izlemeyi çok severim efendim.”

-“Ahh, anlıyorum. Bazen ben de ruhumu sakinleştirmek için Milruna’nın sahillerine giderdim.”

-“Demek kralımız o yüzden sizi bulamıyordu.”

-“Şşş! Ona söyleme, bu aramızda sır olarak kalsın.”

-“Tabii efendim, nasıl isterseniz.”

Gözlerimi kısıp bakışlarımı ona diktim bu konuşmadan sonra.

“Baksana Zeyphrus, sanırım bizden sakladığın bir şeyler var. Şu an anlatman için çok uygun bir ortam, ne dersin?”

 

Ona karşı o an çok dürüsttüm. Kalbimi kemiren endişeden kurtulmak için dökmüştüm ortaya beynimi yiyip bitiren düşüncelerimi. Belki bu konuşma beni rahatlatırdı çünkü ona inanmak istiyordum. Cümlem bittiğinde yüzünde küçük bir çocuğun masumiyeti gibi bir ifade belirdi ve bana baktı. Tebessüm ederek sordu Zeyphrus:

 

“Ne gibi bir sır, prensim?”

“Hmm, anlarsın işte. Saraydan gizlice kaçıp gitmeler… Adam tutmalar falan. Seni gördüm sahil kenarında denizcinin birine mektup veriyordun.”

 

“Ahh, sanırım bu durumu yanlış anlamışsınız prensim. Ben asla sizden sır saklamam. Kraliçe Elara’nın hep bitkileri için istediği özel topraklar olur. Birkaç çeşit toprak ve eşya ister; alayım diye kâğıda yazıp bana verir. Ben de verilen listeyi, o toprakları getirebilecek özel tüccarlara teslim ederim.”

 

“Ahaa, demek öyle.”

 

“Yanlış bir şey yok prensim.”

 

“Biliyor musun Zeyphrus? Sana hiç güvenmiyorum.”

 

“Siz kimseye güvenmezsiniz prensim.”

 

“Seni takip etmeleri için iki özel adam tuttum. İşlerinde çok başarılıydılar ama gel gör ki onlardan iki aydır haber alamıyorum.”

 

“Bilemiyorum prensim. İnanın bu konu hakkında hiçbir fikrim yok.”

 

Bu konuşmadan sonra ikimiz de sessizce denizi izlemeye devam ettik. Tek kelime etmedik; ne o ne de ben. Gönlüm o an yalnızca sessiz kalmamı ve konuşmamamı fısıldıyordu ruhuma. Bilemiyorum, belki de sorduğum soruya istediğim gibi bir karşılık alamamıştım ama beklediğim türden bir cevap aldığım kesindi. Doğrusunu söylemek gerekirse konuşma tam bir hayal kırıklığıyla bitmişti benim için, çünkü onun bir şeyler gizlediğinden emindim ve hâlâ bana anlatmak gibi bir niyeti yoktu. Bu da düşündüğümden çok daha büyük bir sır sakladığını kanıtlıyordu.

 

Geçmişin bu sahnelerini hatırlarken gözlerimi kapatmıştım. Koridorun sonunda bir kapı olmalıydı sanırım, çünkü kilit ve kapı sesleri duymuştum. Ayak seslerinden iki kişinin koridor boyunca yürüdüğünü anladım ama göz kapaklarım hâlâ örtülüydü. Sanırım benim hücreme doğru geliyorlardı, çünkü adım sesleri daha da belirginleşmişti. Yaklaşık 1 dakika sonra yanıma vardıklarında birinin önüme bir şeyler bıraktığını fark ettim. Gözlerimi yine açmamış, başımı demirliklere yaslamıştım. Aniden Zeyphrus’un sesini duymamla hızlıca gözlerimi açtım.

 

Zeyphrus: “Nasılsınız prensim?” diye küstahça hâlimi sordu Zeyphrus.

Ben: “Sorduğundan beri iyiyim Zeyphrus.”

Zeyphrus: “Ahh, üzgünüm prensim! Kaldığınız yer konforlu değildir şimdi. Affedin bizi!”

Ben: “Yoo, oturduğum yer gayet iyi. Gel beraber oturalım.”

 

Ona bakmadan yaptığım alaycı konuşma hoşuna gitmedi sanırım, sesi çıkmamıştı. Onlar yanımda hâlâ dururken bulunduğum pozisyonu koruyordum ama galiba gitmek gibi bir niyetleri yoktu, çünkü beni izlemeye devam ediyorlardı. Bu it herif kime güveniyor ki, benimle böyle ukalaca konuşuyor?

Zeyphrus: “Yemeğinizi yemeyecek misiniz?”

Ben: “Siz gittiğinizde düşünebilirim.”

Zeyphrus: “Ama yediğinizi göremezsem gitmeyeceğim.”

Ben: “Yediğimi görmek istiyorsan beni ikna etmelisin.”

Zeyphrus: “Bence ikna olacak bir hâlde değilsiniz prensim.”

Ben: “Ahh, o zaman yediğimi göremezsiniz.”

Zeyphrus: “Ne istiyorsun?”

Ben: “Kralın ve müstakbel prensesi nerede?” diye sordum, gözlerimi açıp onu tehditkâr bir ifadeyle izlerken.

Zeyphrus: “Zindandalar.”

Ben: “Sağlar mı?

Zeyphrus: “Şimdilik evet.”

“Tamam,” deyip parmaklıkların ardında duran yemek tabağını ve sürahideki suyu önüme aldım. Yemek tavşan çorbası olmalıydı; çorbaya sadece bir parça et, su ve havuç eklemişlerdi. Tatsız tuzsuzdu ama gücümü toplamam için yeterli bir besindi. Tepsinin yanında duran gümüş kaşığı elime alıp iştahla çorbayı yemeye başladım. Onlar ise kenardan, ben yerken beni izlemeye devam ediyorlardı. Sanırım bitirene kadar bekleyeceklerdi.

Ben: “Hmm, efendine söyle aşçınızı kovsun. Bu nasıl tuzsuz yemek böyle?”

Zeyphrus: “Çok konuşma ve tabağını bitir.”

Ben: “Bu yemekle prensine saygısızlık etmiş oldun Zeyphrus! Kaç sene sarayımızda yemek yedin, böyle tatsız yemek koyduk mu hiç önüne? Hatta Bay Dorfiy seni kuş sütüyle bile besledi.”

Zeyphrus: “İstersem bu yemeğin tadından bile mahrum ederim seni.”

Henry: “Hmm, nasıl istersen.” Tabağı ona geri uzattım. “Al hadi.”

Uzatmış olduğum tabağı izleyip, dudaklarını sıkıca birbirine kenetlemiş ve kaşlarını çatmış halde bakıyordu. Ben de elimden geri almayacağını fark edip bir süre havada tuttuğum tabağı yeniden önüme koydum ve yemeye devam ettim.

 

Beni açlıkla yıldıramazdı. İçimde yanan öfke kasırgası açlığımı bastırmayı başarıyordu. O'na bu hayatı dar edeceğim. O'na ve onun sahibine şimdiden nasıl eziyet vereceğimi düşünmem gerek.

Ben: "Hmm, biliyor musun Zeyphrus? Ben yalanı hiç sevmem."

Zeyphrus: "Umurumda değil," dedi sabrının eşiğinde.

Ben: "Ahh, hayır dikkat etmelisin çünkü bana yalan söyledin!"

Zeyphrus: "Cehenneme git, siktiğimin prensi!"

Ben: "Nç nç nç, hiç yakıştı mı sana? Seni soylu birisi gibi büyüttük, nasıl küfredersin? Kimden öğrendin bunları? Sahibinden mi? Sanırım buradan çıktığımda seni baştan terbiye etmem gerekecek."

Zeyphrus: "Sen buradan bir ceset olarak çıkacaksın, prens."

Bunu duyduğumda sessizce dudağımın kenarını kıvırdım.

Ben: "Kafanı iyi koru, Zeyphrus."

Cümlemi bitirdiğimde yemeğimi de bitirdiğimi fark ettim. Kendimi ne kadar sakin göstersem de içimde dinmeyen öfke rüzgârı her saniye coşuyordu. Yine de kendimden taviz vermeyip yüzümde ukala bir gülümsemeyle tabağı ona uzattım.

Ben: "Bitti. Götürebilirsin, köle."

Onu kışkırtıyordum. Biliyordum ki, onu öfkelendirirsem yanıma gelecek ve bana vurmaya çalışacaktı. İçeri girseydi ona haddini çok iyi bildirirdim ama çekincesinden yaklaşmadı bile. Önümde duran şahsa yanımdan ayrılmaması için emir verdi.

Zeyphrus: "Buradan uzaklaşma ve onu bir an bile olsun gözünün önünden ayırma. Lordumuzun kesin emri var."

"Tamam," dedi emre itaat eden kişi.

Hakikaten Zeyphrus'un yanındaki insan mıydı, yoksa ben halüsinasyon mu görüyordum?

Bu adam biraz kilolu ve kısa boyluydu. Koyu kahverengi saçları ve gözleri vardı.

Zeyphrus gitmeden önce cebindeki anahtarları görevliye uzattı ve yavaş adımlarla koridorun meşale yanan kısmına doğru ilerledi. Önüme, diğer hücrelerin önünde olan bir sandalyeyi koyup oturdu yanımda beni gözetleyen insan. Gözlerini irice açmış, kollarını göğsünde kavuşturmuş beni izliyordu. Ben de onu izlemeye başladım, hayretler içerisinde. Kalın sakallı, ince kaşlı birisiydi. Saçları çok da uzun değildi ama bakımsızdı.

"Nesin sen?" diye sordum hayretler içerisinde.

"Ben insanım, elf prens." Ellerini dizlerinin üzerine koymuş, bana cevap veriyordu.

"Elfler ve insanlar nasıl olur da bir arada olur? Biz düşmanız," diye sordum.

"Soru sormaya hakkın yok. Benim de cevap vermeye hakkım yok. En iyisi sessiz olalım," diye cevap verdi, bunalmışçasına sesli şekilde nefes alıp verirken.

 

Verdiği yanıt karşısında anlamıştım, yumuşak kalpli birisi olduğunu. Birbirimizle konuşmadan geçmişti onca saatler. Kaldığım bölgeyi incelemeye başladım. Tanrım, burası köleler için yaratılmış bir zindandı. Benim bölmem gibi daha pek çok hücre vardı. Yalnız iki meşale koymuşlardı bizim tarafa. Onların aydınlatması ile görebilmiştim buraları. Ellerime baktım; tırnaklarımın kenarlarına ve içine kan girdiğinden, vücudumda kir gibi görünüyordu kuruyan kan. Beni buraya getirdiklerinde sürüklemiş olmalılar sanırım, çünkü pantolonumun dizleri yırtılmış, botlarım yıpranmıştı.

 

Sessizce kendimi ve etrafı incelerken, önümdeki şahsın uykuya daldığını fark ettim. Evet, evet Henry! Bir şeyler yapmalısın oğlum! Bu, senin buradan kurtulmak için ilk ve son şansın olabilir.

 

Çevreme bakındım, adamın cebindeki anahtarlıklara uzanabilir miyim diye. Yanında uzun ve paslı bir demir vardı, onunla ne yaptıkları hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama emindim ki anahtarlıkları almama bu demir parçası yardım edecekti. Hemen hızlı hareketlerle sağ ayağımdaki botumu çıkardım çünkü ellerim oraya kadar uzanamazdı. Botumu çıkarıp kolumu demirliklerin arasından o paslı demire doğru uzattım. Botumun demire yaklaşmasına çok az kalmıştı ama yetişemiyordu. Güçlükle demirliklere biraz daha yaklaştım. Vücudum demirliklere yapışmıştı adeta. Botum demirle temas ettiğinde demiri itmeye çalıştım. Demir, botumun üzerine sert bir şekilde düşüp ardından benim bölmeme doğru yuvarlandı.

Tanrım, demir yuvarlandığında ses çıkarmıştı ve ben adamın uyanacağını düşünüp pes edercesine gözlerimi kapadım. Birkaç saniye sonra horlama sesiyle gözlerimi tekrar açtım. "Lusa de hilenda" (Tanrıya şükürler olsun!) uyanmamıştı.

Demiri hemen kaptığımla anahtarlıklara uzanmam bir oldu.

Evet, biraz daha, biraz daha ve sonunda demir, anahtarlıkların içinden geçtiğinde, yavaşça ses çıkarmadan uzun demirin diğer ucunu havaya kaldırdım. Bu hareketle anahtarlar hemen avucumun içine sürüklendi. Anahtarları aldığımda sanki dünyanın en büyük başarısını elde eder gibi sevindim içten içe. Hızlı olmalıydım; biraz daha burada kalırsam uyanacaktı karşımda uyuyan bu gözcü. Yaklaşık 15 tane anahtar vardı, yavaşça hepsini birer birer denedim. El ve ayak bileklerimi zincirlerden kurtardığımda, bu kez kapıyı açmaya çalıştım. Sekizinci denememde doğru olan anahtarı bulmuştum. Hemen kapıyı sessizce açmaya çalıştım ama kapı biraz gıcırdamıştı.

"Lanet olası paslı demir," dedim fısıltıyla.

Sonunda bu zindandan kurtuluyordum, özgür kalacaktım. İnsanın sağında ve solunda yanan meşalelerden birini elime alıp Zeyphrus'un gittiği yere doğru ilerledim. Kalbim heyecandan çok hızlı atıyor, nefes almamı zorluyordu. Hücreleri incelemeye çalıştım çıkışa doğru ilerlerken. Gemide bizimle gelen mürettebatın esir edilip burada olan bölmelere kapatıldığını gözlemledim ama aralarında Zalip'i göremedim. Beni gördüklerinde yalvarmaya başladılar.

"Efendim, bize yardım edin! Lütfennn!"

"Şşşt! Sessiz olun! Geri geldiğimde hepinizi kurtaracağım, söz veriyorum!"

Deyip hemen oradan hızlı adımlarla uzaklaştım. Canım yanıyordu, yol arkadaşlarımı o halde bırakmak beni üzmüştü.

 

Saniyeler süren koridorun sonunda büyük tahta bir kapı gördüm. Kapıyı açarken ses çıkarmamasına özen gösterdim. Dışarı çıktığımda yine bir koridor vardı ama bunlar yine o zindan bölmeleri değildi. İleri doğru düz ilerlediğimde yukarı çıkan taş merdivenler vardı.

Merdivenleri çıktıktan sonra işlerinin başında olan çalışanlar gördüm. Bunlar hem insan, hem de elflerdi. Birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Dikkat çekmemeye çalışarak hemen şarap fıçısının arkasına saklandım. Çok gerideydim, buraya ışık girmiyordu. Yukarıda duran büyük balkonun gölgesi güneş ışıklarını engelliyordu. Sağ tarafımda mutfak olmalıydı; içeri göz gezdirdiğimde, ekmek, un, yağ vb. malzemeler gördüm.

Şarap fıçısının arkasına saklandığımda, yanıma kendi hâlinde oynayan küçük bir insan çocuğu yaklaştı. Yüzümü korkulu gözlerle incelemeye başladı.

Herhâlde karşısında yaralı hâlde duran birisini ilk kez görüyordu. İşaret parmağımı dudağıma yaklaştırdım ve "Şşşt, sakın bir şey söyleme," dedim Maltan dilinde.

Hâlâ bana korkulu gözlerle baktığını anladığımda ekledim:

"Arkadaşlarımla saklambaç oynuyorum. Korkma ama lütfen yerimi bildirme ve lütfen oyunu kazanmamda bana yardım et!"

Kız inanmıştı sanırım, başını yukarı aşağı salladı. Pembe, kısa bir elbise giymişti. Elbisenin diz kısmında lotus çiçekli desenleri vardı. Altın sarısı saçlarının iki örgüsüne pembe kurdeleler bağlamıştı.

"Lütfen bana efendinizin olduğu yeri gösterir misin? Bana oranın saklanmak için en güzel yer olduğunu söylemişlerdi."

Kız yine sessizce başını yukarı aşağı salladı.

"Tamam, nerede olduğunu biliyor musun?"

Kız bana uzakta bir kapı gösterdi ve Maltan dilinde konuştu:

"İşte orada. O kapıyı açtığınızda lordumuzun sarayını görebilirsiniz."

"Tamam küçük kız, çok teşekkür ederim. Sayende bu oyunu ben kazanacağım."

Kız kıkırdayarak güldü.

"Neden Maltan dilinde konuşuyorsun?"

"Çünkü bu sizin diliniz?"

"Evet ama biz artık asırlardır Sapirun dilinde konuşuyoruz."

"Yaa, unutmuşum, şu işe bak," dedim mahcup bir şekilde.

Kız kıkırtıyla yine güldüğünde, orta yaşlı bir kadın ona seslendi:

 

"Kiminle konuşuyorsun, Rose?"

Bana baktığında sessiz olmasını rica ederek yine işaret parmağımı dudaklarıma bastırdım.

Yüzüme bakıp annesine cevap verdi:

"Kimseyle, Marry."

Ahh, çocuk öyle söylediğinde biraz da olsun sakinleşmiş ve derin nefes alabilmiştim. Kızın gösterdiği kapıya baktığımda, önünde kimse olmadığını fark ettim ancak buradan saraya gitmek için uzun bir merdiven vardı ve merdivenin sonunda sarayın giriş kapısı, kapının önünde de iki muhafız duruyordu. Kapıdan geçip merdivenlere doğru koşarak ilerledim. Muhafızların yanına vardığımda yüzüme endişeli bir ifade yerleştirdim ve hızlı şekilde nefes alıp verirken konuştum:

 

"Zeyphrus sizi çağırıyor. Çok acil gelmenizi söyledi, yardım gerekliymiş."

 

Bunu duyduklarında hayretler içerisinde birbirlerine bakıp hemen benden sordular:

"Kendisi şu an nerede?"

 

"Zindanda. Sizi bekliyor."

 

"Tamam, teşekkür ederiz!" deyip hızla gitmeye çalıştıklarında, yanıma doğru koşan muhafızın ayağına çelme taktım. Hızı ve zırhı yüzünden merdivenlerden süratle yuvarlanıp yere düştü. Diğer muhafıza baktım ve şöyle dedim:

 

"Kötü düştü, yaşamaz bu."

 

Muhafız üzerime kılıcıyla koştuğunda, eğilmemle kılıç darbesini boşluğa savurdu. İkinci bir darbesinde kılıcı tutan koluna sıkıca yapıştım ve kalçasına doğru indirdim. Bu hareketimle kılıç birkaç merdiven uzağa düştü. Tuttuğum kolunu geriye büküp, sol elimle ağzıyla burnunu kapattım. Nefessizlikten bayıltırsam içeri girebilirim diye düşündüm, onu öldürmek istemiyordum.

 

Muhafız birkaç dakika boşa çırpınışlarından sonra bayılmıştı ve ben onun bilinçsiz bedenini kapının kenarına yerleştirmiştim. Hemen aşağı inip kamufle olmak amaçlı, ölen muhafızın kıyafetlerini giydim.

 

Muhafızın zırhı, biraz da olsun aralarına karışabilmeme yardımcı olacaktı. Üzerime giydiğim zırhı inceledim; gümüşten sade bir giyisiydi bu. Göğsünün üstünde küçük desenlerle bölgesinin bayrağı vardı. Koyu kahverengi olan bu bayrağın üzerinde incir yaprağı ve onun üzerinde de iki tane geyik boynuzu yerleştirilmişti.

Sonunda yavaş ve sessiz adımlarla içeriye girebilmiştim. Uzun bir koridor vardı. Koridor boyunca merdivenlere doğru uzanan koyu kırmızı renginde halı, halının sağ ve sol taraflarına ise beyaz melek heykelleri koyulmuştu. Öne doğru düz yürümeye çalıştım. Aphrida ve Wild'ı bulmam gerekiyordu. Koridorun sonunda sağ tarafta kapısız büyük bir oda gördüm. Erkek bir aşçı ve onun dört tane yardımcısı vardı; bir erkek, üç kadındı. Beni görmemeleri amaçlı hızla kapıdan uzaklaştım. Burası büyük bir saraydı ve ben ağabeyimi nasıl bulacaktım?

Düşün Henry, düşün! Evet, sarayın alt katına inmeliyim, onları büyük ihtimalle orada esir ediyorlardır.

İkinci kata çıkamazdım, herhangi bir asker ya da muhafız beni görürse, onlardan birisi olmadığımı anlardı. Merdivenlerin yanına gittim hızlıca, alt kata inen bir kapı olmalıydı. Doğru tahmin etmiştim; koridorun sol tarafında, merdivenlerin sağ arka tarafında büyük tahta bir kapı vardı. Kapı sade ve siyah rengindeydi. Ses çıkarmamaya özen göstererek kapıyı açtım. Evet, aşağı kata inmek için merdivenler vardı. Merdivenlerden etrafa dikkat ederek indim. Merdiven üç katlıydı ama diğer zindan gibi karanlık değildi burası.

İri meşaleler yanıyordu duvarlarda. Sonunda merdivenlerin sonuna vardığımda iki yol ayrımı vardı ama meşaleler duvarlarda uzun aralıklarla olduğu için koridorların sonlarını göremiyordum. Sol tarafa yöneldim ve bu kez hızlı adımlarla aramaya çalıştım. Benim zindanda olmadığımı anlamaları an meselesiydi. Onları kurtarırsam belki beraber bir plan kurabilirdik. Heyecandan kalbim göğsümden çıkacakmış gibi atıyordu. Alnımdan ve sırtımdan soğuk terler akmaya başlamıştı.

Burası kapkara bir mahzendi ve ben kendi zindanımdan çıkıp bir başka zindana kendimi hapsetmiş gibi hissediyordum. Çok fazla kapı vardı. Yanan meşalelerden birini elime alıp kapıların hepsini açmaya başladım. Baktığım odaların içerisinde kimse yoktu, bu yüzden yerimi bildirmemek amaçlı kapıları geri örtüyordum. Sol taraftaki bütün kapıları denemiştim, ne Aphrida'yı görebilmiştim ne de Wild'ı. Hızla sağ tarafa koştum. Hemen ilk kapıyı açtım, kimse yoktu.

 

Sonunda üçüncü kapıyı açtığımda Aphrida'yı gördüm. Yerde uzanıyordu, kollarına ve ayaklarına bendeki gibi zincirler vurmuşlardı. Bilinçsiz ve baygın şekilde yatıyordu. Onu gördüğümde öfkeden ve yaşadığım heyecandan başım dönmüştü. Sanki ayaklarımın altında yer hareket ediyor, vücudumun kontrolünü kaybetmeme sebep oluyordu. Bedenimi zorlayarak yavaş adımlarla Aphrida'nın yanına yaklaştım. Önce Aphrida'ya seslendim.

 

"Aphrida, uyan! Uyanman gerek! Kalkmalısın!"

 

Zincirlere dokundum ve etrafa bakındım. Bu zincirleri açabilecek ya da kırabilecek herhangi bir şey var mı diye. Odanın duvarlarında kitap rafları yerleştirilmişti. Sağ tarafında büyük tahta bir masa ve yanında eski püskü bir kılıç vardı. Belki kılıç işime yarar diye masa tarafına koşup kılıcı elime aldım. Aphrida'nın yanına gittiğimde, kollarındaki zincirlere bütün gücümle vurdum.

Sol kolundaki zincir hemen kırılmıştı. Zincirin kırılmasıyla birlikte Aphrida sanki yavaş yavaş kendine geliyordu. Uyanmaya çalışıyordu ama uyanamıyordu. Diğer kolunu da zincirden kurtarmak için kılıcı havaya kaldırıp güçle vuracağım anda, kollarımdaki bütün güç aniden bitmiş ve kılıç arkaya savrulup yere düşmüştü. Kılıç güçlü şekilde yere düştüğü için çok yüksek ses çıkarmıştı. Ne oluyordu bana böyle? Kollarımı kaldıramıyordum. Aphrida ise önümde gözleri kapalı şekilde, "Hayır. Yapma. Kaç! Kendini kurtar! Uzaklaş!" diye sayıklıyordu.

İnanamıyorum, kollarımı ve ellerimi hareket ettiremiyordum. Kollarım sanki her tarafından kırılmıştı ama acı hissetmiyordum, hiçbir şey hiss etmiyordum.

Arkamda kahkaha atan bir kadının sesini duydum. Arkamı döndüğümde bu kadını görebildim: Açık kahverengi uzun saçları, ela gözleri ve ince dudakları vardı. Uzun desenli ama bir o kadar da sade bir elbise giymişti üzerine. Sağ elini havaya kaldırıp avuç içini sıkmıştı. Bana bakıyordu ve hâlâ kahkaha atmaya devam ediyordu. Sanki düştüğüm bu durumdan keyif alıyormuş gibiydi.

"Onu kurtarabileceğini mi sandın?" Başını iki yana salladı, yüzünde yalancı bir üzülme ifadesi ile ve ekledi: "Yazık, sen çok masumsun. Kalbin ağabeyin ve prensesin gibi çok saf. Ahh, ne yapacağım ben sizinle?"

Dişlerimi sıktım. Bütün gücümle ayağa kalkmaya çalıştım, onun üzerine gittim sert adımlarla ve bütün öfkemle. Aynen kollarımdaki gibi bacaklarımda da aynı şeyi yaşamıştım. Güçsüzlük ve hissizlik duygusu her adımımda yavaş yavaş damarlarıma yayılıyordu. Ne yapıyordu bana? Dişlerimi birbirine sıkıp yüksek sesle bağırmamla dizlerimin üzerine yığıldım. Bacaklarımdaki hissizliğin son aşamasında yere düştüm.

"Direnmen çok ilgimi çekti. Bundan ne kadar keyif aldığımı bilemezsin."

"Sen bir cadısın!" dedim öfkeyle ve ekledim: "Cadılar doğayı korumalıdır. Nasıl ihanet edersin dostlarına?"

"Orası seni ilgilendirmez, prens."

"Kime çalışıyorsun bilmiyorum ama bizi bırakırsan sana istediğin her şeyi vaat ederim."

"Ben zaten istediğim her şeye sahibim, prens."

"Yandaşların bu yaptığını öğrenirse seni sağ bırakmazlar."

"Yandaşlarımın benim varlığımdan haberleri bile yok. Bu yüzden onlara yoldaş diyemeyiz."

Vücudum güçsüzlükten ve uyuşukluktan yerde yatıyordu. Sadece gözlerimi ve ciğerlerimi hareket ettirebiliyordum sanki. Yavaşça yanıma yaklaştı ve yüzümü incelemeye başladı.

"Ahh, çok da yakışıklıymışsın sen ama Zarivora çok hırslı." Yine yüzünde yalancı bir acıma ifadesi belirdi: "Tüh, yazık olacak bu yakışıklılığa. Keşke ağabeyinin peşinden koşmasaydın, bak şimdi ikiniz de öleceksiniz," deyip yumruk yaptığı avucunu açtı. İki elini yüzüme doğru uzattı, tenimle temas etmeyecek şekilde. İlk önce gözlerim, sonra kulaklarım, sonra ise ağzım ve başıma şiddetli bir ağrı yayıldı. Dişlerimi sıkmaktan dişlerim acımaya başlamıştı. Sonunda şiddetin en son seviyesine geldiğinde yüksek sesle bağırdım. O an tek yapabildiğim bağırmak ve zorlukla parmaklarımı hareket ettirmekti.

"Direnme, prens. Bu güce karşı koyarsan daha çok acı çekeceksin."

 

Acıdan gözlerimi kapattığımda vücudum artık pes etmiş gibiydi, her şey boşluktaymış gibiydi. Gözlerimi kapattığım an karanlıklara gömüldüm.

 

 

 

Bölüm : 13.09.2024 13:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...