87. Bölüm

52. Bölüm

Roman diyarı1
zozanli

Biliyorum çok uzun zaman oldu. Sizi bu kadar beklettiğim için lütfen kusura bakmayın 🙏🙏🍀🍀

Keyifli okumalar 💞

 

"Ne!!!" Sesim şaşkınlıkla öyle yüksek çıkmıştı ki... Nalan anneden böyle bir şey duymayı kesinlikle beklememiştim. Yusuf abinin evlenmek istiyor olması beni şaşırtmıştı. Çünkü daha iki gün öncesine kadar sevdiği kadının ölüm yıl dönümü için dünyanın öbür ucuna giden bir adamdı benim abim. Böyle bir şey nasıl olabilirdi ki? Ben kendim onun Esra için ne kadar göz yaşı döktüğüne şahit olmuştum. Ona, hayatına devam etmesini, kalbini kapatmaması gerektiğini söylediğimde Esra'yı unutamadığını söylemişti. Eğer kalbini başkasına açarsa, Esra'ya ihanet etmiş olacağını düşünen biriydi Yusuf abi... Esra'ya ihanet etmekten korkan biriydi o... Şimdi nasıl olmuştu da bu kararı vermişti.

Kiminle evlenecekti!

"Anlaşılan abin sana da söylememiş." Annemin sesiyle girdiğim düşüncelerden sıyrılmıştım.

"Hayır söylemedi"dedim, sanki görebilecekmiş gibi kafamı iki yana sallarken. "Peki abim kiminle evlenecekmiş?"

"Dua..."dediğinde, kaşlarım şaşkınlıktan daha da havalanmıştı. Dua derken! Ömer'in ablası olan Dua'dan bahsediyor olamazdı değil mi? Çünkü abim Dua'yı tanıyalı daha iki ay bile olmamıştı.

"Bizim Dua mı, yani Ömer'in ablası?"dedim, belki başkasından bahsediyor olabilir diye. Benim bir tek tanıdığım Dua, Ömer'in ablasıydı. Başka da tanımıyordum ben.

"Evet canım, o..."dedi Nalan anne derin bir nefes aldıktan sonra. Böyle bir şeyi onun da beklemediği sesinden anlaşılıyordu. Nalan anne de benim kadar bu duruma şaşırmış olmalıydı.

Nalan annenin, Yusuf abinin evlenmek istediği kişinin Dua olduğunu doğrulamasıyla kısa bir sessizliğe bürünmüştüm. Kafam Yusuf abinin düşünceleriyle dolmaya başlamıştı. Yusuf abi neden böyle bir karar vermişti, hem de Esra'nın ölüm yıl dönümünden bir-iki gün sonra? Aslında bir tarafta bu kararı kendi içimde neden diye sorgularken, bir taraftan da bu duruma sevinmiştim açıkçası. Onun hayatına kaldığı yerden devam edecek olması, kalbini tekrar açıyor olması beni mutlu etmişti. Neticede hayat devam ediyordu ve onun da kendisi için bir yol çizmesinin ve mutlu olmasının vakti gelmişti artık.

İnsanın huzur içinde başını omuzuna yasladığı bir dağı olmalıydı bu hayatta, öyle değil mi?

Hakan abinin mutfağa girmesiyle düşüncelerimden sıyrıldım, omzumu dayadığım kapıdan çekildim. Önüm bahçeye dönük olsa da, camın yansımasından onun içeri girdiğini görmüştüm. "Anneciğim, şimdi kapatmam lazım. Seni sonra ararım," diyerek telefonu kapattım. Daha kimse gelmeden Helin'lerin yanına geçmek istiyordum. Annemleri sonra da arayabilirdim.
Bakışlarımı bahçeden çevirip önüme döndüm. Hakan abi, buzdolabından çıkardığı suyu bardağa doldururken başıyla selam verir gibi yapıp tebessüm edince ben de gülümsedim. Bir süre sonra, eşinin mutfağa girmesiyle onları yalnız bırakmak için mutfaktan çıktım.

Mutfaktan çıkıp koridora geçerken gözüm bir an salona kaydı. Salon adeta dolup taşmıştı. Adımlarımı biraz daha hızlandırıp Helin’in tarif ettiği odanın önüne geldiğimde, kapıyı iki kez tıklatıp bekledim. İçeriden Helin’in “Gir!” diye seslenmesiyle kapı kulpunu yavaşça indirip kapıyı araladım.

“Gel canım,” dedi Helin, beni kapıda görünce. İçeri girip ardımdan kapıyı kapattım ve onlara doğru ilerledim. Odada Helin ve Meyra dışında kimse yoktu. Meyra, makyaj masasının önündeki pufta oturuyordu; Helin ise arkasında durmuş saçlarını kurutuyordu. Kanepeye geçip otururken bakışlarımı birkaç saniye boyunca Meyra'nın üzerinde gezdirdim. Üzerinde yöresel kıyafetler vardı ve bu kıyafetler onun üzerinde öylesine güzel duruyordu ki...

Helin, Meyra’nın saçlarını kuruttuktan sonra kolundaki saate baktı, ardından bana döndü. "Ben Meyra’nın saçlarına maşa yapana kadar, sen onun makyajını yapabilir misin canım? Geç oldu," dedi.

Çok makyaj yapan biri değildim ama zaman zaman Hilal’e makyaj yapmışlığım vardı. Tam 'Tabii,' demek üzereydim ki Meyra, başını iki yana sallayıp, "Gerek yok," dedi. Kelimem dudaklarımda asılı kalmıştı.

"Helin, saçımı da yapmana gerek yok. Toplarım, olur biter hemen. Hem ikinize de zahmet olmasın," dedi Meyra. Bakışları birkaç saniyeliğine bana kayar gibi oldu. Bu son sözünü benim için söylediği çok belliydi. Belki gerçekten hazırlanmak istemiyordu, belki de beni yormaktan çekindiği için geri çevirmişti. Bilmiyorum. Ama onu, beni yormak istemediği ihtimalini varsayıp değneğime tutunarak ayağa kalktım. Birkaç adımda aradaki mesafeyi kapatıp ikisinin yanına vardım.

"Ne zahmeti..." derken, Meyra'nın koluna dokunup gülümsemiştim. "Hatta yapmama izin verirsen, çok mutlu olurum," deyip yüzüne tebessümle baktım.
Meyra, önce ne diyeceğini bilemedi; ama ardından başını yavaşça sallayarak onayladı. Bu, beni gerçekten mutlu etmişti. Gerçi yapacağım pek bir şey yoktu. Meyra’nın yüzü, makyaja ihtiyaç duyulmayacak kadar güzeldi. Tek yapacağım, sadece solgun tenine biraz renk katmak olacaktı.

Dakikalar sonra, Helin Meyra’nın saçlarını, ben de makyajını bitirmiştik. Helin, çekmeceden takı kutularını çıkarıp içinden bir saç aksesuarı uzattı. Onu, Meyra’nın saçlarına takmam için bana vermişi. Canını acıtmamaya özen göstererek, aksesuarı yavaşça Meyra'nın saçlarına taktım.
Meyra, Helin’in çıkardığı diğer takıları takmak istemediğini söyleyip uzun süre diretse de, Helin onu ikna etmenin bir yolunu bulup takmasını sağlamıştı. Artık geriye sadece, fistanının üzerine takacağı kemer kalmıştı.

Ayağa kalkıp kemeri de taktıktan sonra, artık tamamen hazırdı.

O kadar güzel görünüyordu ki... Sanki ünlü bir ressamın elinden çıkmış bir tablo gibiydi.
Üzerindeki siyah fistanların üzerine takılan altınlar kadar parıldıyordu.

Bakışlarımız hâlâ Meyra’nın üzerindeyken, kapının açılmasıyla üçümüz birden o yöne döndük.
Kapıyı aralayan, yaşlı bir kadındı. Bakışları doğrudan Helin’le aramızda duran Meyra'ya kaydı.
Gözlerini ondan hiç ayırmadan, elindeki bastona tutuna tutuna yavaşça ona doğru yürüdü ve tam önünde durdu.

Meyra sessizdi.

Birkaç saniye sonra Helin, başıyla çıkmamızı işaret etti. Ben de başımı hafifçe sallayıp onunla birlikte odadan çıktım. Meyra’yı, yaşlı kadınla yalnız bıraktık.

Koridora çıktığımızda Helin, o kadının babaanneleri olduğunu söyleyip, o kadının kim olduğu hakkındaki merakımı gidermişti.

Salonun önüne geldiğimizde bir an duraksadım. İçerisi fazlasıyla kalabalıktı. Asaf içeride miydi bilmiyordum. Onu en son bahçede bırakıp içeri girmiştim. Helin’in koluma dokunup yüzüme "Ne oldu?" dercesine bakmasıyla derin bir nefes alıp, yüzüme hafif bir tebessüm yerleştirerek "Yok bir şey." der gibi omuzlarımı kaldırıp indirdim.

Salona girdiğimizde gözlerim direkt Asaf’ı aramış ve onu Melih’in yanında otururken görmüştüm. Onların hemen yan tarafında da Hakan abi, eşi ve başka bir kız oturuyorlardı. Helin ile onlara doğru yürürken sanki bütün bakışların üzerimde olduğunu hissediyordum. Kafamı eğip adımlarımı hızlandırmak istediğimde kafamın içinde Asaf’ın dün bana söylediği sözler yankılanmıştı: "Kafanı hiçbir zaman eğme!" demişti. Şimdi o bakışlar arasında onun da bana baktığını hissediyordum. Ve tam da hissettiğim gibi, kafamı kaldırdığım gibi bakışlarımın onunkilerle kesişmesi bir olmuştu. Bana dünkü sözlerini hatırlatmak ister gibi bakıyordu. Gülümseyip ona doğru ilerledim, kafamı hiç eğmeden, yavaş ve temkinli adımlarla… Gülümsedi. Gülümsedim.

Asaf’ın yanına geçtiğimde, Melih ayağa kalkıp yerini bana verdi ve hiç duraksamadan salondan çıktı. Melih'in birden çekip gitmesiyle bir an, kafedeki konuşmamız yüzünden bana tavır aldığını düşündüm. Ama sonra… boşverdim. Orada söylediğim her kelimenin hâlâ arkasındaydım. Onun yaptıkları yüzünden başka hayatlar mahvolmuştu. Ve o hayatlardan biri, abisinin hayatıydı.

"Neredeydiniz güzelim? Ben de seni arıyordum," dedi Asaf, sesini kısarak.

"Meyra’nın yanındaydık," dedim ben de, ona hafifçe dönerek. Sesimi onun gibi kısık tutmuştum.
Anlamış gibi başını salladı ve sessiz kaldı.

Bir süre sonra Yaman Ali, Meyra, Melih ve Eda'nın salona girmesiyle birlikte tüm bakışlar onlara çevrilmişti. Özellikle de bütün bakışlar, Yaman Ali'nin yanında yürüyen, bakışlarını hiç kaldırmayan Meyra'nın üzerindeydi. Bakışlarımı ikisinin üzerinde gezdirirken, Yaman Ali ve Meyra'nın birbirlerine ne kadar yakıştıklarına bir kez daha şahit olmuştum.

Yaman Ali ve Meyra önde, Melih ve Eda da onların hemen arkalarından büyüklerin yanına doğru ilerlemeye başladılar. Büyüklerin ellerini öperlerken salonda tuhaf bir atmosfer oluşmaya başlamıştı. Herkesin bakışları sürekli Meyra'nın üzerinde geziniyordu.

Büyüklerin ellerini öptükten sonra Yaman Ali ve Meyra, Murat Bey ve Selma Hanım'a doğru ilerleyip tam önünde durmuşlardı. Yaman Ali, babasının elini öptükten sonra yerini Meyra'ya bırakmıştı. Meyra, Murat Bey'in eline uzanacağı sırada Murat Bey elini öpmesine izin vermeyip ona sarılmıştı. Birkaç saniye sonrasında ise oğlunu da kendine çekip ikisine birden sarılmıştı.

Yaman Ali, babasından ayrılıp annesinin eline uzanınca, Selma yüzündeki ifadeyi silip oğlunu kucaklamıştı. Ama ardından öyle bir şey olmuştu ki herkes şaşkınlıkla ona bakakalmıştı. Selma Hanım, Meyra'nın uzandığı elini geri çevirmiş ve bir adım geri çekilmişti.

Bu kadın her geçen gün beni daha da şaşırtıyordu. Gerçekten kimdi o? İyi mi, kötü mü… bir türlü karar veremiyordum.

Meyra'nın yüzü olduğum tarafa dönük olduğu için, Selma Hanım'ın bu beklenmedik hareketine ne kadar üzüldüğünü, ne kadar incindiğini görmüştüm. Onun bu hali beni bir kez daha üzmüştü.

Herkesin bakışları donuk bir şekilde onların üzerindeydi. Meyra'nın omuzlarını düşmüş, yüzü yere eğilmişti.

Yaman Ali, annesinin bu soğuk ve dışlayıcı tavrından sonra ona onaylamazcasına bir bakış atıp ardından Meyra'nın elinden tutarak onu bir adım arkasına almıştı.

Biz daha Selma Hanım'ın bu tutumunu daha sindirememişken, o hepimizi bir kez daha şaşırtmıştı. Melih ve Eda elini öpmek için yanına yaklaştığında, bu sefer yüzüne kocaman bir gülümseme yerleştirip ikisine birden sarılmıştı.

Bir gelinini yok sayarken, diğerine kucak açmıştı.

Telefonumun titremesiyle bakışlarımı onlardan çekip, elimde titreyen telefonuma baktım. Tanımadığım bir numara arıyordu.

Asaf'ın bakışları da telefona kaymıştı.

"Aç istersen."

Kafamı iki yana salladım. "Tanımadığım bir numara."

Telefonun ekranı sönüp birkaç saniye sonra yine çalmaya başladı. Yine aynı numaraydı.

"Ben bir şuna bakayım, belki bir tanıdıktır,"dedim Asaf'a bakarken. Değneğime tutunup kalkarken yüzüme hafif bir tebessüm yerleştirip balkon kapısına yöneldim. Balkon kapısının yalnızca birkaç adım uzağında oturduğumuz için hemen bahçeye çıkmıştım.

Telefonu açıp kulağıma götürdüm. "Efendim?"

Karşı taraftan hiç ses gelmiyordu. "Alo..." dedim yine. Bir süre bekledim ama hâlâ ses gelmedi. Telefonu kulağımdan indirip ekrana baktığımda, aramanın sonlandığını gördüm.

"Kimdi?" Asaf’ın arkamdan yaklaşarak elini belime koymasıyla başımı ona çevirdim, omuzlarımı hafifçe yukarı kaldırıp indirdim.

"Bilmiyorum, konuşmadı."

"O... olmasın?" dediğinde, kaşlarım kendiliğinden çatılmıştı.

Kimden bahsediyordu?

"Kim?"

"O, işte..." Yüzünü buruşturup, bakışlarını birkaç saniye başka tarafa çevirince, kimden bahsettiğini anlamıştım.

Hayır ya, o olamazdı. Özgür, ısrarlı aramalarından vazgeçeli belki bir aydan fazla olmuştu.

"Hâlâ arıyor mu seni?"dediğinde, yüzünde oluşan ifadeyi net olarak görmüştüm. Öfke...

"Hayır,"dedim direkt. Özgür'ün tekrar bir gölge gibi hayatıma girip, beni rahatsız etmesini katiyen istemiyordum. O yüzden de bu arayanın o olmamasını diliyordum. Onunla tekrar uğraşamazdım.

"Belki biri yanlışlıkla aramıştır,"derken yüzüme hafif bir tebessüm yerleştirmiştim. Belimdeki elini biraz sıkıp beni kendine daha çok çektiğinde, yanağım çenesine değmişti.

"Umalım öyle olsun, Ela göz... umalım o herif seni aramak gibi bir yanlışa düşmüş olmasın,"dedi. Sesi yumuşacıktı, fakat ses tonundaki gerilimi içimi ürpertmişti. "Yoksa o adam için hiç iyi şeyler olmaz..."

Aramızda kısacık bir sessizlik olmuştu.

Aramızda oluşan sessizliği ve gergin havayı yok etmek istercesine bedenimi ona doğru çevirip, boğazımı hafif temizledim. "Onun aramalarını hiçbir şekilde umursamıyorum ve senin de umursamanı istemiyorum,"dedim. Asaf'ın bu konuda beni dinlemeyeceğini elbette biliyordum. Ama o adamın isminin bile hayatımıza dahil olmasını istemiyordum.

"O adamın benim için bir şey ifade etmediğini biliyorsun... O aramış ya da başka biri... bu benim için fark etmiyor. O benim için herhangi biri bile değil..."

"Biliyorum güzelim, ama..."

"Ama'sı yok. Şimdi boşver onu, hem ben sana başka bir şey soracaktım,"dedim onun sözünü bölerek.

"Tamam, sor."dedi kafasını sallayarak. Elini belimden hiç çekmiyordu.

"Yusuf abi, annemlere evlenmek istediğini söylemiş. Sen, Yusuf abinin evlenmek istediğini biliyor muydun?"dediğimde kafasını evet anlamında salladı yine.

"Kiminle evlenmek istediğini de biliyorsun."

"Evet."

Yusuf abi ondan ve Selim enişteden saklamazdı tabii ki! Onlar birbirlerinden hiçbir şey saklamazdı. Tabii Asaf'ın ilişkimizi Yusuf abiden saklaması dışında... Hoş, Asaf da her ne olursa olsun söylemek istiyordu. Ama ben buna pek yanaşmıyordum. Çünkü Yusuf abiye bunu kendim söylemek istiyordum.

Gençlerin balkon kapısından çıkmasıyla kendimi geri çekip birkaç adım uzaklaştım. Asaf, kendimi neden geri çektim diye kaşlarını çatarken, gençlerin sesiyle dönüp onlara bakmıştı.

"Sevgilim, sen içeri geç istersen,"dedi Asaf birkaç saniye sonra. Ama ben bu güzel havada içeriye geçmek istemiyordum. Hem konuşmamız da yarıda kalmıştı.

"Ben biraz şurada yürüyeyim,"dedim kafamla ağaçlık alanı göstererek. Masanın kurulduğu yere biraz uzaktı.

"Bugün ayaklarını fazlasıyla yordun,"dedi beni onaylamaz bir şekilde. Bugün ayaklarım yorulana kadar yürümüştüm evet, ama geldiğimden beridir dinlendiriyordum. "Bugünlük daha fazla yorma istersen..."

"İyi hissediyorum. Yorulduğumda oturuyorum zaten,"diye içeriye geçmemek için ısrar ettim. İçeri geçmek istemiyordum.

Asaf, içeri geçmek istemediğimi anlayınca daha fazla ısrar etmedi. Bana eşlik etmek isterken, Hakan abinin ona seslenmesiyle onun yanına gitmek zorunda kalmıştı. Ben ise bir süre yürüyüp, ardından yere, çimenlerin üzerine oturmuştum. Bir süre oturduktan sonra Asaf gelip birazdan sofraya geçeceklerini söylediğinde, elinden tutup ayağa kalkarak kurulan sofraya doğru ilerlemiştik.

Sofraya baktığımda upuzun bir sofraydı. Üzerinde her çeşit yemek vardı. Daha önce görmediğim ve tatlarını merak ettiğim yemekler vardı. Gerçekten Meyra bütün bu yemekleri tek başına nasıl yapabilmişti? Çünkü bir insanın öğle kolay üstesinden gelemeyeceği kadar çok çeşit vardı.
Daha mutfağa girerken yayılan kokulardan dolayı acıkan karnım, onları gördükten sonra bir an önce kavuşmak ister gibi goruldayıp isyan etmeye başlamıştı.

Büyüklerin de gelmesi ile masadaki herkes yerini almıştı. Murat Bey'in babası masanın bir ucunda otururken, Selma Hanım'ın babası da masanın bir diğer ucunda oturmuştu. Ortama ağır bir sessizlik çökmüş gibiydi.

Herkes onların yemeğe başlamasını beklerken, Selma Hanım'ın babası küçük bir konuşma yapıp, 'bu aileyle dünür olmak benim için bir onurdur,' deyip ardından Selma Hanım'a bakmıştı. Böyle bir aileye sahip olduğu için çok şanslı olduğunu, kendisi gibi hamaratlı iki gelini daha olduğunu söyleyerek tebessüm etmişti. Geleneklerinden dolayı, yeni gelinlerin yemek yaptıklarını düşündükleri için, Selma Hanım'ın babası dahil herkes, sofradaki yemekleri Meyra ve Eda'nın yaptığını düşünüyorlardı muhtemelen. Oysa öyle değildi.

Adamın sözleriyle Meyra kafasını önündeki tabaktan hiç kaldırmazken, Eda sanki bütün yemekleri o yapmış gibi bir tavır takınmıştı. Ama onun bu gururlanışı fazla uzun sürmemişti.

Helin, dedesine dönüp sofradaki bütün yemekleri Meyra'nın tek başına yaptığını söyleyerek, Eda'nın kızgın bakışlarını kendisine çevirmesini sağlamıştı.

Helin'in sözleriyle herkesin şaşkın bakışları Meyra'ya çevrilmişti. Kimse bu kadar şeyi Meyra'nın tek başına yaptığına inanamıyordu.

Gerçekten, sofradaki her şey öyle mükemmel görünüyordu ki Meyra'ya bir kez daha hayran kalmıştım.

*************

Yemek faslı bittikten sonra büyükler verandaya geçmiş, genç kısmı ise bahçeye küçük minderler koyup oturmuşlardı. Olduğumuz kalabalık ortamın aksine, öyle bir sessizliğin içindeydik ki...

"Siz toplandığınızda hep böyle susup oturuyor musunuz?"dedi oturan gençlerden biri. Gerçekten de oturduğumuzdan beri herkes suskundu. "Biz de toplanıldığı zaman türküler, şarkılar, hikayeler havada uçuşur. Yok mu sizde böyle kendine güvenen biri? Hep böyle susup oturacak değiliz ya..."diye sözlerine devam etti.

"Abi ben söyleyeyim diyeceğim ama gece daha yeni başlıyor, erken dağılmanızı istemem,"dedi Helin gülümseyerek. Helin'in sözleri ile herkes gülümserken, kafalarını iki yana sallamaya başmışlardı.

Herkes gülüşürken, Helin'in yanında oturan Hakan abi bakışlarını etrafta gezdirip, "Hakikaten dayım nerede? O gelsin bize bir şeyler söylesin,"dedi. Birkaç saniye sonra balkon kapısından Yaman Ali ve başka bir adam olduğumuz tarafa doğru gelmeye başlamışlardı.

Yaman'ın yanındaki adam tam yanımızdan geçip gidecekken, Hakan abi, "Dayı ben de tam seni soruyordum. Hadi gel biraz efkarlanalım. O güzel sesinden bir iki türkü dinleyelim,"dedi. Hakan abinin 'dayı' dediği adam bu muydu? Ama bu adam onun yaşlarındaydı...

"Bu sefer olmaz be yeğenim..."derken adam kafasını iki yana salladı. "Dokunmayın bana, çok dertliyim... Kendimle beraber sizin de canınızı yakmayalım," dedi parmakları arasındaki sigarayı dudaklarına götürürken. Sigarayı parmakları arasına alıp, kafasını kaldığında gözlerinin hafif boğulandığını görmüştüm. Gözlerinde hüzün vardı.

"Hepimizin kendince bir derdi var be dayı... Varsın biraz daha efkarlanalım,"diye diretti Hakan abi. "Hem İstanbul'dan gelen misafirlerimiz de var, onlar için..."dediğinde Hakan abi, dayısının bakışları kısa bir anlığına bize doğru kaymış, ardından derin bir nefes alarak kafasını yavaşça sallayıp oturmuştu. Ayakta bir tek Yaman Ali kalmıştı. O da bir an duraksamış, ardından geçip Meyra ve Helin'in arasına oturmuştu.

Saniyeler sonra adam kucağına aldığı sazın tellerine parmaklarını yavaşça değdirdi. Bahçede ince, hüzünlü bir tını yayılmaya başlamıştı. Deminki sessiz ortamın aksine, şimdi her yeri hüzün sarmıştı.

Sazın sesi yavaş yavaş kısılıp, hemen ardından adamın içe dokunan sesi duyuldu.

~'Akşam olur karanlığa kalırsın
Akşam olur karanlığa kalırsın
Derin derin sevdalara dalarsın
Oy gelin gelin sevdalı gelin, öldürdün beni...
Derin derin sevdalara dalarsın
Oy gelin gelin sevdalı gelin, öldürdün beni...'

Ortamda bir anda derin bir sessizlik oluşaya başlamıştı. Sadece adamın sesi duyuluyordu. Öyle güzel, öyle içten söylüyordu ki...

Hakan abi söylemesi için iyi ki de diretmişti.

~'Beni koyup yadellere varırsın
Beni koyup yadellere varırsın
Sana zulüm, bana ölüm değil mi?
Oy gelin gelin, sevdalı gelin, öldürdün beni...
Sana zulüm, bana ölüm değil mi?
Oy gelin gelin sevdalı gelin, öldürdün beni...'

Bir an, gözüm Meyra’ya kaydı. Kımıldamıyordu. Başını eğmişti, yüzünü göremiyordum ama... hissediyordum. İçindeki acıyı, omuzlarına çöken o ağırlığı hissediyordum. Belki yaşadıklarımız çok farklıydı ama onun içine gömüldüğü o sessizlik… o sessizlik çok tanıdıktı.

~'Bülbül ne ötersin yuvan mı yoktur
Bülbül ne ötersin yuvan mı yoktur
Yoksa benim gibi sevdan mı çoktur
Oy gelin gelin sevdalı gelin öldürdün beni
Yoksa benim gibi derdin mi çoktur
Oy gelin gelin sevdalı gelin öldürdün beni'

Meyra'ya bakarken gözlerim buğulanmıştı. İnsanın sevdiği tarafından bırakılması çok zordu, bunu çok iyi biliyordum. Üstelik, onun başkasına gittiğini görmek daha çok can acıtıyordu. Asaf'ı Hazal ile gördüğüm iki an kalbim öyle bir acımıştı ki...

Asaf'ın koluma dokunmasıyla bakışlarımı Meyra'dan çekip yaşlı gözlerimi ona çevirdim. Gözlerimden inen yaşların Meyra için aktığını biliyordu. Elini kaldırıp usulca gözyaşlarımı silerek beni kendine çekip başımı göğsüne yasladı. Herkesin içinde ona sarılmak biraz garip geliyordu fakat kimsenin bizi fark ettiği söylenemezdi. Her biri kendi derdine düşmüş gibiydi.

~'Sar'altın yaptırsam yarin boynuna
Sar'altın yaptırsam yarin boynuna
Vallah güzellerin düşmanı çoktur
Oy gelin gelin sevdalı gelin öldürdün beni
Vallah güzellerin düşmanı çoktur
Oy gelin gelin sevdalı gelin öldürdün beni'

Şarkı bitip herkes alkış tutmaya başlayınca kendimi geri çekip ben de alkış tutmaya eşlik ettim.

"Ne yaptın be dayı, hepimizi darmadağın ettin," dedi Hakan abi, dayısına bakarak. Sesi, girmiş olduğu duygusallıktan dolayı hafif titrek çıkmıştı.

Dayısı başını hafifçe eğip iç çekti. "Siz istediniz. Ben en başında söyledim: 'Dertliyim, bana dokunmayın' diye,"deyip, hafif yaşlanmış gözlerini Hakan abiye, ardından başka tarafa çevirdi.

Ortama derin bir sessizlik çökecek gibiydi yine... Kimse deminki şarkıdan dolayı girmiş olduğu duygudan çıkamamıştı.

"Gerçekten… Sesiniz çok güzelmiş. Ağzınıza sağlık," dedi Asaf birkaç saniye sonra, tebessümle.

Adam, Asaf'a bakarak kafasını hafif sallayıp, "Teşekkür ederim," dedi fısıldar gibi.

Ortama bu sefer birkaç dakikalık bir sessizlik çöktü. Bu boğucu ortamın sessizliğini bozan ise Esra ve eşinin hemen yanında oturan gencin konuşması olmuştu.

"Abi, o içimize işleyen sesinden bir de Kürtçe bir türkü dinleyelim."

Gerçekten de adamın sesi, söylediği her notayla, insanın içine işliyordu.

Tekrar sazı kucağına alırken, bu sefer derin bir nefes aldı ve ardından ortamı tekrar hüzne boğan, insanın içine işleyen sesi duyuldu.

~"Oy oy etê, oy oy etê
Derê mala we mermer e
Tu li ser ra here were
Ê ku bi dilê xwe nezewicî
Mirin jê re zêrê zer e'

Ne söylediğini anlamıyordum ama şarkının sözlerinde bir ağırlık vardı; insanın içine sessizce sızan, ne olduğunu tam çözemediğin ama seni derinden etkileyen bir ağırlık...

~'Oy oy etê , oy oy etê
Keçka rindik dilê'm ketê
Birin dane lawikê metê
Serê dil xençer lêketê'

Gözlerim fark etmeden yine Meyra’ya kaymıştı. Başını hiç kaldırmıyor, ara ara elini gözlerine götürüp yaşlarını siliyordu. Sessizdi ama içindeki fırtına gözlerinden taşıyordu sanki.
Bakışlarım bu sefer istemsizce o yaşlara sebep olan kişiye, Melih'e kaydı. Oturduğumuzdan beri onun bakışlarının sürekli Yaman Ali ve Meyra'da olduğuna şahit olmuştum. Özellikle de Meyra'da... Sadece ben değil, bence burada oturan herkes buna şahit olmuştu.

Meyra, şarkının tam ortasında yerinden hızla kalkıp gittiğinde, bütün bakışlar birden ona çevrilmişti. Burada bulunan herkes, Meyra'nın ne yaşadığının, nasıl bir evlilik yaptığının, nasıl bir ruh hali içinde olduğunun bilincindeydi. Öyle ki, herkesin, Meyra'nın ardında kalan bakışları buğulanmıştı.

~'Şevê reş e ditirsime
Eyam sar e diqerisim
Kî navbera dilê me keve
Mala bavê agir pêkeve'

Yaşlı bakışlarımı Meyra'nın ardından çekip, derin bir nefes alarak Asaf'a döndüm. Onun bakışları bendeydi. Yaşlarımı silip yanağımı avuçladı.

Yaman Ali'nin de kalkıp Meyra'nın peşinden içeri geçmesiyle artık gece yavaş yavaş sona ermişti.
Misafirler gitmişti. Aslanbey konağı derin bir sessizliğe gömülmüştü sanki; herkes odasına çekilmişti.

Ben de ilaçlarımı alıp kaldığım odaya çekilmiştim. Yorgundum ama gözlerimi bir türlü kapatamıyordum. Ne zaman gözlerimi kapasam, Meyra'nın ağlarken titreyen omuzları, o çaresiz hâli gözümün önüne geliyordu. İçimde bir sızı vardı. Ona dair bir şeylerin hâlâ yoluna girmemiş olduğunu, hatta her şeyin daha da karıştığını hissediyordum.

Gecenin ilerleyen saatlerinde içimdeki ağırlık iyice artmıştı. Bir sağa, bir sola dönüp dursam da bir türlü uyuyamıyordum. Artık ne uyuyabileceğimi ne de yatakta durabileceğimi anladığımda, üzerimdeki örtüyü kenara itip yataktan doğruldum. Yüzüme düşen saçlarımı geriye doğru atarken, değneğime tutunup yavaşça kalktım. Belki de biraz hava almak iyi gelecekti.

Balkon kapısını açıp dışarı çıktığımda, birkaç saniyeliğine kafamı gökyüzüne kaldırıp gözlerimi kapattım.

Hava serindi, ama garip bir durgunluk vardı. Gökyüzü pırıl pırıldı, ay ise sessizce bahçeyi aydınlatıyordu.

Havayı iyice soluduktan sonra kafamı hafif çevirip, salıncakta bir başına, sessizce oturan Meyra'yı gördüm. Sanki dünya onun etrafında dönmüyormuş gibi dalgın, boş boş bakıyordu. Hiç kıpırdamıyordu.

Onu öyle görünce içim daha da burkuldu.

Yanına doğru yavaş adımlarla yaklaştım. Meyra, dalgın bakışlarını hala kaldırmamış, benim yanına gelişimi bile fark etmemişti.

Yanına sessizce oturup, sessizliğine bir süre sessizce ortak olmuştum. Uzunca bir süre...

"Biliyor musun? Her ne kadar yaşadıklarımız farklı olsa da, bir yandan sana baktığımda eski kendimi görüyorum..."dedim aramızdaki sessizliği bozarak. Gözlerim dolmuştu. Yaşadıklarımız çok farklıydı evet, ama ona bakınca eski Ela'yı hatırlıyordum; bir zamanlar Özgür'ün onu bırakıp bakışıyla evlendi diye kendini toparlamayacağını sanan Ela'yı...

Meyra, bakışlarını kaldırırken karşısında beni görünce bir an şaşırmıştı. Benim geldiğimi, yanına oturduğumu yeni fark etmişti.

Oysa ben, çoktandır oradaydım. Sadece sessizliğine eşlik etmiştim.

"Eskiden bir adamı çok sevdiğimi sanmıştım… Bana olan yaklaşımı, sözleri… Onun da beni sevdiğini, beni her halimle kabul edeceğini düşünmüştüm. Ama…" dedim, cümlemi yarım bırakıp elimi saçlarımın arasından geçirdim. Kafamı gökyüzüne kaldırıp derin bir nefes aldım. Meyra'dan dolayı biraz duygusallaşmıştım. "Ama öyle olmadı. O, beni ilk zorlukta bırakıp gitti. Sırf ailesi, beni olduğum hastalıktan dolayı istemediği için o da beni istemeyip başkasıyla evlendi." Bakışlarım hâlâ gökyüzündeydi.

Bakışlarımı indirdiğimde Meyra'nın yaşlı gözleriyle karşılaştım. Bu sefer yaşlarını benim için akıtıyordu. Ama ben bunları onun daha fazla üzülmesi için anlatmamıştım.

"Kalbim ilk yarasını o zaman almıştı,"derken, buruk bir şekilde gülümsedim. Özgür beni sadece sevmediği için bırakıp başkasıyla evlenseydi belki o zamanlar o kadar kırılıp üzülmezdim. Ama Özgür sırf hastalığımdan dolayı beni bırakmıştı. İşte beni en çok üzen şey o olmuştu...

"O acı yetmiyormuş gibi hemen ardından gerçek ailemin beni terk ettiğini, beni başka bir aileye verdiklerini öğrenmiştim,"dediğimde yüzümdeki buruk gülümseme daha da genişlemişti.

En zoru da oydu...

"Sen nasıl dayanabildin onca acıya?" diye sordu Meyra, gözleri dolu dolu. Elimi kaldırıp nazikçe yaşlarını sildim.

"Her şeyimi yitirmiştim o zamanlar… insanlara olan güvenimi, inancımı. Bir daha toparlanamam, kimseye güvenemem sanmıştım... ta ki Asaf hayatıma girene kadar... Asaf'la her şey değişmeye başladı," dedim. Asaf’ın adıyla birlikte yüzümde, deminki buruk gülümsemenin aksine kocaman bir gülümseme belirtmişti.
Asaf'la da çok zor süreçlerden geçmiştik evet, ama hep benim yüzümdendi. O beni her halimle sevip, hep benim için savaşmıştı.

O an aramızda kısa bir sessizlik oluşmuştu. Saniyeler sonra sessizliği yeniden bozup konuşmaya devam ettim. "Şimdi, 'Bu kız neden bana bunları anlattı?' diye düşünüyorsundur," dedim hafif gülümseyerek. Elimi Meyra'nın dizine koyarak hafifçe sıktım. "Çünkü senin neler yaşadığını biliyorum. Melih’in sana yaptıklarını... Yaman Ali’yle evlenmek zorunda kalışını..." dediğimde, Meyra bakışlarını kaçırıp yere indirdi.

"Demem o ki, insanın içindeki yara zamanla iyileşiyor,"diye sözlerime devam ettim. Benim yaralarım iyileşmişti. Benim yaralarıma Asaf melhem olmuştu. "Sadece... biraz zaman gerekiyor."

Meyra'nın acısının öyle kolay kolay geçmeyeceğini elbette biliyordum; fakat ona bunca acıyı yaşatan bir adam için bu kadar acı çekmesini istemiyordum.

Meyra, gözlerini diktiği topraktan hiç kaldırmadı. Bir süre sessizce bekledi.

"Benim çocukluğumdu o... O benden çocukluğumu, hayallerimi aldı..."dedi sessizliğini bozarak. Birkaç saniye duraksamanın ardından, "Benim çocukluğum hep onu bekleyerek geçti..." dedi. Bakışları yerde olsa da yüzünde oluşan o acı tebessümü görmüştüm. "Hep 'bugün, yarın' diye diye yıllar geçti... O yıllarla beraber içimdeki aşk da büyüdü." Sözleriyle gözlerim dolmuştu.

"Biliyor musun?" derken, acı dolu bakışlarını bana çevirdi. İçim titreye titreye sessizce onu dinlemeye devam ettim. "Geçen onca yıl boyunca hiç gelmedi... Bırak gelmeyi, ya bir kez olsun bile aramadı..." Dolan gözlerinden yaşlar süzülüp yanaklarına inmeye başlarken, benim de yanaklarım yaşlardan ıslanmaya başlamıştı. "Bütün bunları bilmeme rağmen ben onu ne yüreğimden, ne de aklımdan çıkaramadım... Ama..." dediğinde dudaklarının arasından küçük bir hıçkırık koptu. "Ama o giderken, benimle beraber çocukluğumuzu da geride bıraktı."

İçimde öyle bir acı oluşmuştu ki… sanki içimden bir şey kopmuştu. Sözleri öyle yalındı ki, her kelimesi kalbime saplanmıştı. Onunla birlikte sustum, onunla birlikte ağladım. Hiçbir şey söyleyemedim; söyleyecek hiçbir söz bulamadım.

Onun gözlerinden süzülen yaşlar, sadece bir kalp kırıklığının değil, yılların birikmişliğinin dışavurumuydu. Ben ise, onun acısına tanıklık eden bir gölge gibi yanında oturuyordum. Şu an ne kadar çaresiz hissettiğimi tarif edemezdim.

"Sen bana diyorsun ki: 'Zamanla her şey geçer...'
O hep gözümün önündeyken bu nasıl mümkün olur, söylesene!?" diye sordu yaşlı gözlerle gözlerimin içine bakarak; sanki 'Senin söylediğin mümkün değil' der gibi bakıyordu.

O an hiçbir şey söyleyemedim. Yutkunamadım bile. Boğazıma koca bir taş oturmuş gibiydi. Sadece orada, onun karşısında, bir şey yapamamanın çaresizliğiyle oturuyordum. Gözlerimden, istemsizce yaşlar süzülüyordu. Ne onları durdurabiliyor, ne de saklayabiliyordum.

Onun sözleriyle bütün kelimelerim kifayetsiz kalmıştı. İçimde bir yer paramparça olmuştu; sanki onun yıllarca taşıdığı yük, bir anda gelip benim kalbime oturmuştu. Yalnızca bekleyen değil, unutan da olmanın acısı vardı o cümlelerde. Ve ben, onun yanında susarken, içimden binlerce kelime haykırıyordu.

Ama hiçbirini söyleyemedim. Sadece döndüm, gözyaşları içindeki yüzüne baktım ve bir an bile düşünmeden ona sarıldım. Sessizce, sımsıkı. Tüm o yılların yüküne, acısına, yarım kalmışlığına… sessizce sarıldım.

Çünkü o an, onun için elimden başka hiçbir şey gelemiyordu.

****************

Ertesi sabah

İçimde tarifi zor, buruk bir hisle açtım gözlerimi ertesi sabah. Ailemin yanına dönecek olmanın verdiği bir sevinç vardı elbette. Ama bu sevince karışan bir hüzün de vardı içimde. Belki de bu evden, bu insanlardan ayrılacak olmanın bıraktığı bir boşluktu bu. Özellikle de Helin’e ve Meyra’ya vedâ etmek zor geliyordu bana.

Geldiğimiz ilk günden bu yana herkes bana beklediğimden çok daha fazla ilgi göstermişti.
O sabah, yola çıkmadan önce babamın söyledikleri geldi aklıma: "Onları görüp birazcık bile tanırsan hiç yabancılık çekmeyeceksin." Açıkçası pek inanmamıştım. O zamanlar düğün bir an önce bitsin, evimize dönelim istiyordum.

Ama şimdi...

Şimdi buradan ayrılırken içimde garip bir mutlulukla birlikte hafif bir sızı da taşıyordum.

Uçuş saatimiz 9.35 olduğu için sabahın erken saatinde kalkmıştık. Hep birlikte, sohbet eşliğinde bir kahvaltı yapmış, ardından bahçeye çıkmıştık.

Artık veda vakti gelmişti…

Herkesle tek tek vedalaştıktan sonra geriye sadece Helin ve Meyra kalmıştı. Adımlarımı yavaşça, yan yana duran ikilinin önüne kadar ilerlettim. Helin’e dönüp hafifçe gülümsedim. "Seni tanıdığıma çok mutlu oldum," dedim ve ona doğru eğilerek sarıldım.

"Ben de," dedi sarılışıma hemen karşılık verirken.
"Yine gelin olur mu? Araya çok mesafe koymayın."

"İnşallah," dedim gülümseyerek. Geri çekilirken elini tuttum. Ne zaman tekrar buraya gelirdim, bilmiyordum. Ama gelmeyi istiyordum.
Hem de bu kez Hilal’le birlikte... Onun, Helin’i ve Meyra’yı seveceğine, onlarla çok iyi anlaşacağına emindim. Hatta buralara bayılacağından da adım gibi emindim.

"Siz de gelin," dedim; hem Helin’i hem Meyra’yı kastederek. Helin başını ‘olur’ der gibi sallayıp bana tekrar sarıldı.

Helin’den ayrılıp bu kez Meyra’ya döndüm. Bana buruk bir tebessümle bakıyordu. Gözleri doluydu.
Onun gözlerine bakarken benim de gözlerim dolmaya başladı. Yüzümde acı bir tebessüm belirdi.

O an... dün geceyi hatırladım. Onunla konuştuklarımızı. Konuşurken titreyen sesini.
Acıyla sarılışını.

Bir adım attım ona doğru. "Kendine iyi bak..." dedim, elimi uzatırken. Dün gece saatlerce konuşmuş olsak da, Helin’le aramızda oluşan o bağ henüz Meyra ile oluşmamıştı. Bu yüzden ona yaklaşmaktan çekinmiş, yalnızca elimi uzatmakla yetinmiştim. Belki de sadece ben öyle hissediyordum... bilmiyorum.

Meyra, birkaç saniye sessiz kaldı. Sonra, benim düşüncelerimin aksine, elimden tutup bana sıkıca sarıldı. "Dün gece için de çok teşekkür ederim, Ela..." dedi. Sesi, kulağıma fısıltı gibi geldi.

"Rica ederim... Yanında olabildiysem ne mutlu bana." Ben de aynı onun gibi fısıldarcasına konuştum ve sarılışına karşılık verdim.

Kendini geri çektiğinde yüzüme baktı.
Kirpiklerinin arasından süzülen bir damla yaş, yanağına aktı. Elim istemsizce yanağına gitti. Baş parmağımla o damlayı sildim ve yeniden sarıldım ona.

"Yolun İstanbul'a düştüğünde ilk geleceğin yer bizim ev olsun..."dedim saniyeler sonra, gülümsemeye çalışırken. Şuan çok duygusal bir anın içerisindeydim ve biri dokunsa ağlayacak gibi duruyordum. Ama Meyra'nın bunun için de üzülmesini istemiyordum. Zaten onun yeteri kadar derdi vardı.

"Ela, geç kalıyoruz." Asaf’ın sesiyle irkildim.
Meyra’dan ayrılıp dolan gözlerimi aceleyle sildim.

"Çocuklar, keşke bıraksaydınız... Havaalanına kadar gelseydik sizinle." Murat Bey’in sesi yumuşak ama üzgündü. Asaf ise başını iki yana sallayarak kibarca reddetti. Sabah Selma Hanım’la birlikte bizimle gelmek istemişlerdi ama Asaf’la birlikte, onları zahmete sokmak istememiştik.

Asaf’ın 'geç kalıyoruz' demesinden sonra, son bir kez daha Helin’e ve Meyra’ya sarıldım. Sonra sessizce arabaya doğru ilerleyip, Asaf’la birlikte araca bindik.

Araba hareket ederken, başımı yavaşça geriye çevirdim. Bahçede kalan Meyra ve Helin hâlâ yerlerindeydi. Meyra bize bakıyordu… Helin, bir eliyle onun elini tutmuş, diğer koluyla omzunu sarmıştı. İki beden, tek bir ağırlık gibi duruyordu gözümde.

Araba bahçeden çıkıp da onları ardımızda bıraktığımızda, içimde bir şey eksilmiş gibi hissettim. Gözlerim yine dolmuştu. Ama bu sefer sessizce, içime akıttım hepsini.

"Bu kadar üzülme güzelim, istediğin zaman yine geliriz." dedi Asaf, koluma hafifçe dokunarak.
Sesindeki o yumuşaklık, gözlerimde biriken yaşları biraz olsun dindirmek ister gibiydi.

Derin bir nefes aldım. Gözlerimin ucundaki nemi parmaklarımla silip usulca yerime oturdum.
Asaf yanıma biraz daha yaklaşıp kolunu omzuma dolayınca başımı göğsüne yasladım. Kalbinin ritmi, o an içimdeki burukluğu biraz olsun yatıştırdı.

Evet, ne zaman istesem buraya gelebileceğimi biliyordum. Ama vedalar bazen yalnızca mesafelere dair olmazdı. Bazı insanlar içimizde öyle bir yer ederdi ki, onlara veda etmek, kendimizden bir parça bırakmak gibi olurdu.
Sanırım içimdeki burukluk da tam olarak bu yüzden dinmiyordu. Meyra bende öyle bir yer bırakmıştı.

Asaf, hiçbir şey söylemeden kolunu biraz daha sıktı omzumda.

İki buçuk saat sonra...

İki buçuk saatlik yolculuğun sonunda İstanbul’a varmıştık. Uçaktan inip çıkışa doğru yönelirken, oturmanın verdiği uyuşuklukla ayağımı dikkatli basmaya çalışıyor, yavaş ve temkinli adımlarla ilerliyordum. Yanımda Asaf vardı. Sessizce, ama fark edilir bir şekilde elimi tutuyordu hâlâ. Daha bekleme salonuna varmadan gözüm, ileride, telefonu kulağında bir sağa bir sola yürüyen Yusuf abiye takıldı. Onu görmemle beraber parmaklarımı Asaf’ın elinden yavaşça çekmek istedim. İlk başta bırakmak istemedi, parmakları birkaç saniye daha sıkıydı. Ama sonra o da Yusuf abiyi fark etti. Bakışlarını ona çevirdikten sonra, parmaklarını gevşetip elimi bırakmama izin verdi.

Yusuf abinin gözleri, ayrılan ellerimize, sonra da yüzlerimize kaydı. Telefona bir şeyler söyledikten sonra konuşmayı sonlandırıp telefonu cebine koydu ve bize doğru yürümeye başladı.

İçimde kısa süreli bir huzursuzluk dolaştı: Bizi el ele görmüş müydü acaba? Ama o anda bakışlarım onun hemen arkasında duran diğer tanıdık yüzlere kaydı. Selim enişte… Emir… Ablam… Ve küçük Naz.

Onların burada olacaklarını bilmiyorduk. Bu, gerçekten güzel bir sürpriz olmuştu. Bir anda içimdeki bütün yorgunluk yerini hafif bir sevinçle karışık özleme bıraktı.

"Güzelim, iyi ki döndünüz." dedi Yusuf abi, kolumdan tutup kendine çekerek sıkıca sarıldı. "Çok özledim seni," diye eklerken saçlarımdan öptü.

"Ben de seni çok özledim, abi," dedim içtenlikle. Bir an başımı hafifçe yana çevirip kulağına doğru fısıldadım: "Ama birazcık da kırgınım sana..." Bu sözlerimle geriye çekilip yüzüme baktı. Kaşları hafif çatılmıştı, ne demek istediğimi anlamaya çalışır gibiydi. Ama sonra birden gözlerinde bir fark ediş parladı. Anlamıştı. Yeniden sarıldı, bu sefer daha sıkı. "Ben sana söyleyecektim," dedi sesi alçak, hafif bir mahcubiyetle. "Her şey çok ani oldu... Hem zaten sen dönünce konuşacaktık bunları." Kısa bir duraksamadan sonra gülümseyerek kulağıma eğildi: "Ayrıca sen bana küsemezsin ki, küçük hanım." Gülümsedim. Haklıydı. Ben ona kolay kolay küsemezdim zaten...

Yusuf abiye hâlâ sarılı haldeyken gözüm bu kez birkaç adım arkamızda bekleyen ablama takıldı. Yusuf abiden ayrılmamı bekliyordu. Yavaşça geriye çekilip ona döndüm.

"Ablammm!" dedim yüzümde kocaman bir gülümsemeyle, değneğe tutunmayan elimi ona uzatarak. Ablam hemen yanıma gelip sıkıca sarıldı. Uzun uzun sarıldık. Onun kokusunu içime çektim.
Sonra sırayla Naz’a, Emir’e ve en son Selim enişteye sarıldım. Selim enişteye sarılırken, "Hilal ve yeğenlerim nasıl? İyiler mi?" diye sordum geri çekilirken. Daha dün gece, bizi karşılamak için havaalanına gelmek istemişti ama onu yormak istemediğim için kesin bir dille reddetmiştim.

"Onlar çok iyi, merak etme." dedi gülümseyerek. "Üçü de sizin evde seni bekliyor."

"Hadi o zaman bir an önce gidelim."dedim. Ablamın koluna girerek çıkışa doğru ilerlemeye başladık.

Asaf ve Naz, Selim eniştenin arabasına geçerken; ben, ablam ve Emir Yusuf abinin arabasına bindik. Arabanın içinde garip bir sessizlik hâkimdi. Yusuf abi önce düğünün nasıl geçtiğini, eğlenip eğlenmediğimi sordu. Sonrasında ise bir anda sustu. Gözünü tek saniye bile yoldan ayırmıyor, konuşmuyordu. Ablam ve Emir de onun sessizliğine uyum sağlamış gibiydi. Bu durağanlık, üzerime bir ağırlık gibi çöktü. Zaten dün gece doğru düzgün uyuyamamıştım, bir de sabah erkenden kalkınca uykum iyice bastırmıştı. Gözlerimi Yusuf abiden çevirip hafif yana kaydım, başımı usulca ablamın omzuna yasladım. Gözlerimi kapattıktan kısa bir süre sonra ablamın parmaklarını yanağımda hissettim. İçimde tarifsiz bir huzur vardı. Sessizlik, arabanın hafif sarsıntısıyla birleşince bedenim gevşedi. Ne yorgunluktu bu, ne de sadece uykusuzluk... Belki de hepsi birden.

Göz kapaklarım ağırlaşırken başımı tam anlamıyla ablamın omzuna bıraktım. İçimde huzurla karışık bir boşluk vardı. Giderek derinleşen bir sessizlikte gözlerim kendiliğinden kapandı.

Kolumun hafifçe dürtülmesiyle göz kapaklarımı araladım. "Eve yaklaştık canım, hadi kendini biraz toparla," dedi ablam yumuşak bir sesle. Gelmiş miydik gerçekten? Ne ara böyle derin uyumuştum? Kafamı hafifçe sallayıp gözlerimi ovuşturdum, bir yandan da esnedim. Elimle ağzımı kapatıp doğrulurken yüzüme düşen saçlarımı geriye savurdum. Bakışlarımı etrafa gezdirip tanıdık sokakları görünce şaşkınlığım arttı. Gerçekten de evimizin sokağındaydık.

"Ne uyudun be Ela..." dedi Emir başını çevirip bana bakarken. "Yaklaşık bir saattir uyuyorsun."

"Bu kadar oldu mu ya?" deyip yine ağzımı kapatarak esnedim. Emir gülümseyip başını iki yana salladıktan sonra önüne döndü. Aslında gözlerimi sadece kısa bir süre dinlendirmek istemiştim ama araba yolunun uzunluğu ve sessizlik derken kendimden geçmişim.

Kapıya vardığımızda Asaf’lar da hemen arkamızdan gelmişti. Daha arabanın kapısını bile açmadan Yusuf abi inmiş, benim tarafıma gelip kapıyı açarak elini uzatmıştı. Tebessüm ederek elimi onun avucuna bıraktım ve dışarı adım attım. Yusuf abiyle kol kola önde yürümeye başladık, ablamlar da hemen arkamızdan geliyordu.

Yusuf abi zile bastıktan sadece birkaç saniye sonra Sıla, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle kapıyı açtı. "Hoş geldiniz efendim," dedi neşeyle.

Tebessüm ederek, "Hoş bulduk Sıla'cım," dedim.

Salona geçtiğimizde içerisi sessiz ve bomboştu.

"Sıla, annemler nerede?" diye seslendi Yusuf abi.
Sıla hemen hızlı adımlarla yanımıza gelip, "Arka bahçedeler Yusuf Bey," dedi.

Salondan çıkıp arka bahçeye geçtiğimizde, Nalan anne, Metin baba ve Hilal’in dışında; babaannem, Murat amca, Safiye hala, Orhan enişte, Dursun amca, Semra hanım ve çocukları da oradaydı. Yani neredeyse herkes... Bir tek annemler, Ayla yenge ve Meral teyzeler yoktu. Hatta görmek istemediğim Yasemin bile oradaydı.

Nalan anne bizi görür görmez ayağa kalkıp hemen yanıma geldi. Metin baba da onun birkaç adım arkasından geliyordu.

"Hoş geldin bir tanem," dedi Nalan anne, sıkıca sarılıp iki yanağımdan öptükten sonra. Gülümsedim. "Hoş bulduk anneciğim," deyip ben de yanağından öptüm.

Metin baba biraz geride, gülen gözlerle bizi izliyordu. Ona döndüm. Sadece o bakışlarını bile özlemişim. "Kızım..." dedi, birden sesi titreyerek. Ellerini yüzüme götürdü, gözlerimin içine baktı. O bakışlarda biriken özlem ve duygular gözlerine dolmuştu. "Can parçam..." diye fısıldayıp bana sarıldı, alnıma uzun uzun bir öpücük kondurdu.

Gülümsedim, sesim biraz titreyerek, "Çok özledim sizi..." dedim. İyi olan ayağımın üzerine hafifçe yükselip babamın iki yanağından öptüm.

"Biz de seni çok özledik, Ela gözlüm," dedi babam, kollarını tekrar boynuma sararak. Birkaç saniye sonra Nalan anne ve Yusuf abi de yanımıza gelip ikimize birden sarıldılar.

Babamlarla doya doya sarıldıktan sonra diğerlerine başımla selam verip gülümseyerek babaanneme doğru yürüdüm. Giderken onu görememiştim çünkü o sırada amcamlarda kalıyordu. Yanına vardım, elini öpüp alnıma koyarken elimi tuttu, hafifçe kendine çekti ve yanına oturttu.

"Yavrum..." dedi yumuşak sesiyle. Pamuk gibi elleriyle elimi tutarken yüzüme sıcacık bir gülümseme sundu. Babaannemin sevgisi bambaşkaydı. Öyle bir severdi ki insanın içi ısınırdı.

Tam o sırada Asaf babaannemin yanına yaklaştı. Yüzünde sahte bir kızgınlık ifadesiyle, "Azize Sultan ama bu kaç oldu?" dedi. "Ela geldiğinden beri beni unuttun." Kaşlarını yapmacık bir şekilde havalandırdı, ardından kısa bir anlığına bana bakıp tekrar babaanneme döndü. "Ela geldi diye benim pabucum dama atıldı sandım ama orada bile gözükmüyor," deyip başını hafifçe eğerek babaannemin başını öptü. Ciddi olmadığını, sadece şakalaştığını biliyordum. "Bizim pabuç nereye atıldı bakayım?" diye devam etti, kaşlarını yalandan çatarak.

Babaannem başını yavaşça iki yana salladıktan sonra Asaf’ın elinden tutup onu diğer yanına oturttu. "Oğlum, siz hepiniz benim için aynısınız. Her birinizi ayrı ayrı çok seviyorum," dedi, herkesin gönlünü hoş etmek ister gibi. Ardından sesi biraz yumuşadı: "Ama biliyorsun ki Ela’ya daha yeni kavuştuk... O yüzden onun yeri başka. Sadece bende değil, hepimizde... Ela hepimizin gözbebeği."
Babaannem konuşurken başını çevirip boğulu gözlerle bana baktığında içimden bir şeyler kopmuş gibiydi. Benim de gözlerim dolmuştu. Böylesine içten bir karşılama beklememiştim. Babaannemin bu sözleri kalbimin tam ortasına dokunmuştu.

O an gözlerim hâlâ babaannemde olsa da Asaf’ın bana baktığını hissedebiliyordum. Birkaç saniye sonra bakışlarım istemsizce ona kaydı. Göz göze geldiğimizde, Asaf hiçbir şey söylemese de gözlerinden geçenleri okuyabilmiştim...

Anlayış, hayranlık ve belki de biraz tutku...

Tam o sırada Semra Hanım'ın kendi kendine mırıldanması duyuldu. Sözleri net değildi ama ses tonu ve yüz ifadesi yeterince açıktı. Babaannemin söylediklerinin hoşuna gitmediği belli oluyordu.
Fakat anlamadığım, hatta artık iyice kafama takılan şey şuydu: Bu kadının benimle ne derdi vardı?

Yerimde hafifçe doğrulup başımı kaldırdığımda, tüm damarlarımda sinirin kabardığını hissettiren bir görüntüyle karşılaştım. Semra Hanım’ın hemen yanında oturan Yasemin, Asaf’a öyle bir dalmıştı ki sanki dünyada sadece o vardı; gözleriyle adeta Asaf’a tutunmuş, zaman durmuş gibiydi. Mideme kramplar saplandı o an. Neyse ki Asaf, onun hayalini yıkırcasına ayağa kalktı birkaç saniye sonra. "Amca, bana müsaade," dedi. Bu sözle birlikte tüm dikkatimi ona çevirdim. Yeni gelmiştik, nereye gidiyordu böyle? Tabii ya! Günlerdir annesini görmemişti. Ayla yengenin yanına uğrayacaktı. Belki de... Nehir'i de görmek istiyordu.

"Daha yeni geldiniz oğlum, biraz daha otursaydın," dedi babam.

Asaf, kısa bir duraksamadan sonra, "Amca, Nehir’in yanına uğramam gerekiyor,"dedi.

Nehir’in ismi ağzından dökülünce, babam başını sessizce salladı. Konu Nehir olunca ısrar etmememişti.

Asaf gittikten hemen sonra üzerimi değiştirmek için müsaade istedim. Kalabalığın içinden usulca kalktım. Zihnimde onlarca düşünce dönüp duruyordu ama şimdi hepsinden uzaklaşıp güzel bir duş almak, üzerimdeki yorgunluğu ve stresi atmak istiyordum. Belki de biraz uyuyup ağrıyan gözlerimi dinlendirmek... Arabada biraz kestirmiş olsam da hâlâ göz kapaklarım uyku için ağırlaşıyordu.

İçeri geçip asansöre yöneleceğim sırada Selim eniştenin sesiyle duraksadım.

"Ela!" Başımı çevirip ona baktım. Yüzünde nazik ama ciddi bir ifade vardı.

"Bir dakika konuşabilir miyiz?"

Kafamı salladım. "Tabii."

Yanıma yaklaştığında konuya hiç dolanmadan girdi: "Kafenin tadilatı bitti. Her şey hazır. Hilal’in sürprizi tamam yani."

Gülümsedim. Zaten tüm detaylardan haberdardım. Van’dayken yaptığı her hazırlığı heyecanla anlatmıştı bana.

"Harika haber. Peki, ne zaman söyleyeceksin Hilal'e?"

"Yarın diye düşünüyordum ama..." diye duraksadı.

Kaşlarımı hafifçe kaldırdım. "Ama'sı ne?"

"Biliyorsun küçük bir açılış yapacağız. Hem siz daha yeni geldiniz, senin de yorgun olduğunu tahmin ediyorum. Yorulmanı istemem. Belki bir sonraki gün yapsak daha iyi olur."

Sözlerini bitirdiğinde başımı hızla iki yana salladım. "Hayır enişte, ertelemeye hiç gerek yok. Öyle dinlenecek kadar bir yorgunluğum yok ki zaten. Hem yarın diyorsun. Bu gece güzel bir uyku çeksem yeter. Hilal’in mutlu olacağı bir anı neden erteleyelim ki?" Gözlerine net, kararlı ve içten bir şekilde baktım. Çünkü benim için mutluluk ertelenmemesi gereken bir şeydi. Hayatın yarını garanti değildi.

"Mutluluk bazen bir saniyelik fırsattır enişte," dedim yumuşak bir sesle. "Hem böyle güzel bir haberi bir gün bile geciktirmek istemem. Onun o anki mutluluğu benim için en güzel dinlenme olur. "

Selim enişte gülümsedi ama yine de kararsız gibiydi. "Emin misin? Gerçekten yorulmanı istemiyorum."

"Enişte, sen iyice Hilal’e benzemeye başladın. Hatta ondan bile evhamlısın artık." dedim gülerek.

"Kim evhamlıymış?" Hilal’in sesiyle aynı anda başımızı ona çevirdik.

"Kocan. Bakıyorum, onu da kendine benzetmişsin," dedim. Yalandan gözlerini devirdi. Selim eniştenin yanına yürüyüp koluna girerek yanağından öptü. "Tabii ki bana benzeyecek," dedi, ardından bana yan gözle bakarak kaşlarını havalandırdı. Onun bu hâline güldüm.

"Roz Hanım, biz evhamlı değiliz. Sadece seni düşünüyoruz," dedi Hilal, bu sefer benim koluma girip yanağıma şap diye bir öpücük kondurdu.

Selim enişte birkaç dakika sonra vedalaşmak için seslendi: "Benim çıkmam gerekiyor."

Kafamı sallayıp ona "hazırım" bakışı attım. Anladı. Hafifçe tebessüm edip bakışlarını bu kez Hilal’e çevirdi. "İstediğin bir şey var mı, gelirken alayım?"

Hilal başını iki yana salladı. "Yok canım."

"Olursa hemen ara," dedi, onun yanına gidip şakağından öptü ve uzaklaştı.

Selim enişte gittikten sonra Hilal’le yukarı çıktık. Odama geçtik, ben yatağa oturup ayağımdaki ateli çıkarmaya başladım. Hilal de yanıma oturdu, ama sessizliğiyle dikkatimi çekti. Göz ucuyla bana bakıyordu.

Ateli çıkarıp kenara koyduğumda, yüzümü ona çevirdim. "Hadi söyle," dedim. Beni tanıyordu ama ben onu daha iyi tanıyordum. İçinde bir şeyleri tutmaya çalışıyordu, ama o benden gizleyemezdi.

"Selim’le ne karıştırıyorsunuz?"

Kaşlarımı çattım. "Ne?"

"Bana bak Roz, bir şeyler döndüğünü biliyorum. Daha biraz önce fısır fısır bir şeyler konuşuyordunuz. Ben gelince de konuyu anında değiştirdiniz. Hem bu, şimdiki bu şey değil. Günlerdir hep böylesiniz."

İnce bir nefes verdim. "Peki, tamam anlatacağım," dedim yaklaşıp. "Ama kimseye demeyeceksin."

Başını sallayıp "devam et" bakışı attı.

Kapıya bakıp sonra tekrar ona döndüm. "Yaklaş," dedim sesimi kısıp. O da hemen yaklaştı. Kulağını bana neredeyse dayamıştı. O kadar ciddiydi ki bu hâli, gülmemek için zor tutuyordum kendiniz.

"Selim enişteyle birlikte soygun planı yapıyoruz," dedim ciddiyetle. Gözlerini kısıp yüzüme baktı. Ciddiyetimi görünce yüzü yavaşça değişmeye başladı.

"Neden?"

Ne?! Bir an neye uğradığımı şaşırdım. Gerçekten de şaka olduğunu fark etmemişi miydi? Ah be Hilal’im, hormonlar seni ne hâle getirdi böyle!

"Biliyorsun, bu devirde hayat şartları zor..." Kafasını evet anlamında sallayınca, "Şimdi sizinle beraber iki çocuğun da masraflarını düşünürsek..." deyip elimi çenemin altına yerleştirerek düşünüyormuş gibi yaptım. "Sizin masraf çok olur..." Bu sefer tam da gözlerinin içine bakıp konuşmaya devam ettim. "Artık adamı ne kadar batırmışsan, adam gelip bu yollara başvurmuş," dediğimde eliyle alnımdan ittirip beni kendinden uzaklaştırdı. Beni kendinden uzaklaştırdığı gibi, içimde tuttuğum kahkaha da benden izinsiz dudaklarımın arasından kopuverdi.

Hele şükür be Hilal’im! Nihayet şaka yaptığımı anlamış oldun.

"Ben de oturmuş burada ciddi ciddi dinliyorum. Aşk olsun," dedi, bozulduğunu belli eden bir ses tonuyla. Yataktan kalkmaya yeltendiği sırada elinden tutup engel oldum.

"Bırak Roz, bırak. Sen benimle dalga geç..."

"Tamam, tamam, sadece küçük bir şakaydı," dedim, daha sözünü tamamlamasına izin vermeden. Hilal normalde bu kadar alınan biri değildi. Hatta bu yaptığımın şaka olduğunu ilk kelimemden anlaması gerekirdi.

Ya hamilelik bir insanı bu kadar mı etkiliyordu gerçekten?

"Vallahi bak, sadece gülelim istedim," dedim, hâlâ somurttuğunu görünce. Elinden sıkıca tutmuştum, gitmesin diye.

"Doğruyu söyleyecek misin? Yoksa çekip gideyim mi?" derken tehditvâri bir şekilde yüzüme baktı.

"Tehditvâri de konuşmaya başladın, bakıyorum," dedim, kaşlarımı havalandırırken.

“Rozzzz...” İsmimi öyle bir uzatmıştı ki… Elini ellerimin arasından çekmeye çalıştığında, ‘peki’ der gibi kafamı salladım.

"Tamam, konuştuk ama öyle senin sandığın gibi bir şey değil. Yani senin bilmen gereken bir şey değil."

Offf be Hilal, seni oyalamak da ne kadar zormuş.

"Bilmemem gereken bir şey diyorsun yani?"

"Hayır, öyle bir şey değil… Yani seninle ilgili bir şey değil, onu diyorum. Selim enişteyle Asaf’la ilgili konuşuyorduk. Hani anlarsın ya..." dedim göz kırparak. Konuyu nasıl kapatacağımı bilemediğim için direkt Asaf’ı öne sürmüştüm.

Ah be enişte, senin yüzünden yalancı çobana da döndük sonunda.

"Kızım, öyle desene! Niye bir saat uzatıp bir de dalga geçiyorsun?" deyip kızacak gibi baktığında, uzanıp yanağından öptüm. Selim enişteyle, ben ve Asaf hakkında konuştuğumuzu düşündüğü için artık üstelemez diye umuyordum. Yalan söylemek, özellikle de kardeşten öte bildiğim bir insana yalan söylemek beni içten içe huzursuz ediyordu, evet… Ama onun sonrasında mutlu olacağını bildiğim için yapıyordum her ne yapıyorsam... Hem bu öyle bir yalan sayılmazdı ki. Küçük, masum bir yalandı…

"Ne yapayım, mavişim? Seninle uğraşmayı çok özlemişim," dedim geri çekilip gülümseyerek.

"Doğru. Pek keyiflisin bu aralar, hem de benimle uğraşacak kadar..." dediğinde ellerini göğsünde birleştirmiş, ardından da gülümsemişti. Evet, dün geceyi saymazsak eğer çok mutluydum, hem de uzun zamandır hiç olmadığım kadar... Bu mutluluğumun sebebi de belliydi: Asaf.

"Seni uzun zamandır bu kadar keyifli görmemiştim, Roz. Hep böyle mutlu ol, tamam mı? Bu mutluluğu en çok sen hak ediyorsun," deyip bu sefer de o bana sarıldı. Kollarımı hemen boynuna dolayıp sımsıkı sardım onu. Biliyordum, benim mutlu olmamı en çok isteyenlerden biri de oydu.

Geri çekildiğimizde Hilal’in gözleri hemen dolmuştu. Yanaklarını avuçlayıp dolan gözlerini hemen sildim. "Hemen de şu gözlerini doldurmasan olmazdı değil mi? Şimdiden ne kadar dramatik bir anne olacağın belli oldu," derken elimi hafifçe çıkan karnına koyup gülümsemiştim. Eliyle akan burnunu silerken gülümsemişti o da.

"Roz! Yasemin, Asaf’la gitti." Hilal birden konuşunca yüzümdeki gülümseme aniden yok oldu.

Ne demek Yasemin, Asaf’la gitti? Yasemin, Asaf’la nereye gitti?

"Ne?" dedim, kaşlarım kendiliğinden çatılırken.

"Aslında sana bunu söylemek için gelmiştim yanına. Sizi Selim’le konuşurken görünce aklımdan uçup gitti. Konuşmaya daldım."

"Ama Asaf tekti giderken." Asaf kalkıp gittiğinde tek başınaydı ve ben de o kalktıktan sonra odama çıkmak için kalkmıştım. Ama Yasemin o zaman Semra Hanım’ın yanında oturuyordu ve kalkmak gibi bir niyeti de yok gibiydi.

Hilal, beni onaylar gibi kafasını sallayıp, "Sen içeri girdikten sonra Asaf’ın peşinden koşarak çıktı," dedi.

"Kızım, bunu şimdi mi söylüyorsun?" derken elim telefonuma gitmişti. Telefonu açıp Asaf’ı aradım. Telefon çalınca hemen kulağımdan indirip kapatarak geri bıraktım yatağa.

Ne yapıyordum ben ya?

Asaf’ı arayıp ne diyecektim? Sıkıntılı bir nefes alıp başımı kaşıdım.

"Neden kapattın?" dedi Hilal, bakışlarıyla telefonu gösterirken. "Konuşmayacak mısın?" Kafamı iki yana salladım. Hayır. Hem Asaf’ın bir suçu yoktu ki... O aptal kız Asaf’ın peşinde gitmişti. Asaf’ı arayıp ne kendimi ne de onu huzursuz etmek istemiyordum. Şimdi arasam, ona güvenmediğimi düşünebilirdi. Ama ben onun böyle düşünmesini istemiyordum. Çünkü ben ona güveniyordum. Hem de fazlasıyla... Yasemin’in, Asaf’ın Hazal’la ayrılmalarından sonra kendisine yeniden bir şans doğduğunu düşündüğünden emindim. Ama öyle bir şey mümkün değildi. Asaf benimdi. O bunu bilmiyor olsa da, Hazal’la sırf beni kazanmak için nişanlılık oyununu oynamıştı.

"Aramayacağım. Çünkü o kız ne yaparsa yapsın, Asaf’ın ona bakmayacağını biliyorum," dedim kendinden emin bir sesle. Asaf’a güvenim tamdı.

“Vavv, demek Asaf’a bu kadar güveniyorsun! Keşke Asaf’ın seni ne kadar sevdiğini daha önceden görebilmiş olsaydın Roz...” derken gözlerini devirip ardından bana biraz daha yaklaştı. Gülümsüyordu şimdi. Bana böyle bakıp gülümseyince, ardından beni kızdıracak bir şeyin geleceğini biliyordum.
"Belki de şu an evli ve hatta benim yavrularıma bir kardeş bile yapmıştınız," dediğinde, direkt bakışları karnıma kaymıştı.

Omzundan yavaşça ittirip kendimden uzaklaştırmak istediğimde, kollarıyla gövdemi sarıp daha da yakınlaşmıştı. Her ne kadar benimle uğraşıyor olsa da, onun bu hallerini ayrı kaldığımız bu iki gün içerisinde bile özlemiştim. Hoş, uzun zamandır hiç böyle mutlu olmamıştık...

Dakikalarca öyle sessiz bir şekilde sarılı kalmıştık.

"Eee, ne zaman evleniyorsunuz?" dedi yanağımdan öpüp geri çekilirken. Kaşları bu sefer ciddiyetle havalanmıştı. Bu soruyu ciddi ciddi soruyordu.

Omuzlarımı bilmiyorum dercesine kaldırıp indirirken, bakışlarım yatağın üzerine bıraktığım telefonuma kaydı. Aklım ister istemez Asaf’a gidiyordu.

"Rozz!"

"Bilmiyorum Hilal." Bu sorunun cevabını gerçekten de bilmiyordum. Asaf’ın evlenme teklifini kabul etmiştim, evet… Ama şu an evliliğe hazır mıydım, değil miydim, onu da bilmiyordum. Tek bildiğim bir şey vardı ki, o da Asaf’ı deli gibi sevdiğimdi.

"Hem daha bizimkilere bile diyemedim. Nasıl karşılayacaklar, inan hiçbir fikrim yok. Özellikle de Yusuf abi..."

"Ne demek nasıl karşılayacaklar kızım? Tabii ki çok güzel karşılayacak, çok mutlu olacaklar. Senin mutluluğunla herkes daha da mutlu olacak," dedi, içimde oluşan o huzursuzluğun aksine. Metin babaların, babamların, en çok da amcamların bizim ilişkimizi nasıl karşılayacaklarını hiç bilmiyordum.

"İnşallah söylediğin gibi olur," derken biraz geriye kayıp sırtımı yatak başlığına dayayarak sızlayan ayağımı uzattım. Hilal, ayağımı uzattığım gibi hemen o narin parmaklarıyla ovmaya başlamıştı.
Ancak onun yorulmasını istemediğim için ayağımı elimin desteğiyle kendime doğru çekip kendim ovmaya başladım.

"Ela’m..." diyerek kapıyı tıklatıp aralayan Nalan anneyle, ikimizin bakışları o tarafa yönelmişti.
"Hilal’ciğim, sen de mi buradaydın?" dedi içeri girerek.

Hilal başını sallayıp tebessüm ederken, "Ela’ya bakmaya gelmiştim, lafa dalmışız." dedi. "Eğer özel konuşacaksanız, ben sizi yalnız bırakayım." deyip yataktan kalkmaya yeltendiğinde, Nalan anne omzuna dokunup onu durdurdu. "Yok kızım. Ben sadece Ela aç mı diye sormaya gelmiştim." dedi ve ardından bana döndü. "Bebeğim, açsan bir şeyler getireyim."

"Yok anneciğim, uçakta bir şeyler yedim." dedim, başımı iki yana sallayıp gülümseyerek.

"O zaman akşam yemeğine istediğin bir şey var mı?" diye sordu. Kafamı tekrar iki yana sallayıp "Hayır." dedikten sonra fikrim hemen değişti.
"Aslında hastanedeyken yapıp gönderdiğin o kıymalı börek vardı ya anne... O börekten olsa güzel olurdu." derken yüzümdeki gülümsemeyi daha da büyütüp şirin görünmeye çalıştım.

Nalan anne sözlerim üzerine gülümseyip başını salladı. Hafifçe eğilerek yanağımdan öpüp ardından kapıya yöneldi. Tam kapıyı açıp çıkacakken, aklına bir şey gelmiş gibi tekrar bize döndü. "Kızım, Meral seni soruyordu," dedi, Hilal’e bakarak. Meral teyze ne zaman gelmişti? Biz geldiğimizde o yoktu.

"Tamam Nalan teyzem, ben şimdi inerim." deyip başını salladı Hilal. Nalan anne çıktıktan sonra hemen ayağa kalktı. Üzerini düzeltti, ardından bana yaklaşarak yüzümü avuçladı ve kendisine bakmamı sağladı. "Roz, hiç canını sıkacak şeyler düşünme, tamam mı?" dedi.

Canımı sıkmıyordum ama Yusuf abinin, daha doğrusu bizimkilerin hepsinin, bizi nasıl karşılayacaklarını ister istemez merak ediyordum.

"Bence herkes sizi öğrendiğinde çok sevinecek. Özellikle de Yusuf... İlk başta biraz şaşırabilir, tabii eğer hiçbir şeyin farkında değilse..." derken Hilal kaşlarını havalandırıp gözlerime bakmıştı.

Sahi, Yusuf abi Asaf’la birbirimizi sevdiğimizden hiç şüphelenmiş midir acaba? Belki de şüpheleniyordur, bilmiyorum. Ama eğer şüphelendiyse, bana söz etmese bile Asaf’a söylemez miydi?

"Sence Yusuf abi bizi biliyor mu? Bizden şüpheleniyor mudur?" diye sordum. Aklım Yusuf abidedir kalmıştı.

"Bilmiyorum. Yani bilmiyor gibi... Üstelik şimdi bilmese bile yakında öğrenecek zaten,"dediğinde sessiz kaldım. Yusuf artık bir şeylerden bahsetmem gerekiyordu.

"Ben bir Meral anneye bakayım. Sen de güzel bir duş alıp dinlen ve hiçbir şey düşünme Roz... Ben tekrar yanına uğrarım," dedi Hilal, ben sessiz kalırken. Kafamı tamam anlamında sallarken, Hilal eliyle omuzuma dokunup ardından çıkmıştı.

Hilal çıktıktan sonra kafamı yatak başlığına yaslayıp gözlerimi birkaç saniye kapattım. Umarım her şey gönlümüzce olurdu.

Banyoya geçmek için yataktan kalkacağım sırada telefonumun çalmasıyla geri oturmak zorunda kaldım. Çantama uzanıp telefonumu çıkardığımda ekranda gördüğüm numarayla kaşlarım istemsizce çatılmıştı; aynı dün gece arayan numaraydı.

Bölüm : 16.07.2025 17:53 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...