Yeni Üyelik
keyboard_arrow_left 1.
Bölüm
keyboard_arrow_right
@hamdiulker
Gar binası, kirlenmiş sarıya çalan rengiyle her ne kadar eski görünse de çatısını dolduran kar yığınına olanca gücü ile direniyordu. İnsanların kar üzerinde gidip gelirken açtıkları dar yoldan babamı takip ederek tren garına doğru ilerliyordum. Babam, elindeki valizi yol kenarındaki adam boyu yığılmış karlara takılıp yürüyüşünü engellememesi için sırtına almış ve bana yol açarak yürüyordu. Ben ise ellerimi gocuğumun ceplerine koymuş, tipiden korunmak için yüzüme sardığım kaşkolün arasından babamın attığı adımları takip etmeye çalışıyordum. Arada bir karşıdan gelenlere yol verebilmek için kenara çekildiğimde patika yolun kenarını dolduran kara saplanıyordum. Her saplanışımda ayakkabılarımın arasından çoraplarıma bir ıslaklığın sızıp tenime dokunuşu ile ürperiyordum. Karşımızdaki yorgun gar binasının çatısından sarkan buzlar ve çatıda yığılan karda, tipi ile oluşan hoş şekiller havanın sertliğine rağmen içimi ısıtıyordu.
Birkaç yüz metrelik bu yürüyüşün ardından gar binasının önüne gelmiştik. Fırtınaya rağmen etrafa sinmiş kömür ve yağ kokusu burnumu sızlatıyordu. Bu istasyona her gelişimde etraftaki koku, içerimi dolduran özlemle birleşir ve burnumun kemiklerini alabildiğine sızlatırdı. Bu defa da aynısı olmuştu. Aşkale linyitinin çıkardığı kirli dumanın burnumun ucuna her dokunuşunda ise elma kokusunu hatırlamış ve annemi özlemiştim.
Yine öyle bir sonbahar gününde anneme veda ederken içimden gelmiş ve; ' Seni elma kadar seviyorum!' demiştim. Onun gözyaşlarına karışan öfkesinin nedeninin bir elma kadar, küçücük sevilmesi olduğunu ben anlamıştım ama o benim elma tadından, ilk sevdiğim meyve tadından dem vurduğumu asla anlamamış ve beni öylece yolcu etmişti. İşte yine kömür kokusu ve yüreğimin derinliklerine kadar işleyen anne özlemi...
Beşinci sınıfı bitirdiğim senenin bahar aylarıydı. Ağabeyimin o zamana kadar bana karşı tavırlarını hep düşmanca görür, bana uyguladığı disipline çoğu zaman tahammül edemezdim. Akranlarımla mahallenin kuytu köşelerinde oyuna dalıp gittiğimiz, kimi zamanda mahalleden uzaklaştığım zamanlarda bir ıslık sesi ile irkilir ve ağabeyimin beni aradığını anlardım. Onun iki elinin işaret ve orta parmaklarını ağzına sokup, dudaklarını büzüştürerek çıkardığı o ses her daim kulaklarımda çınlar ve yine o sesi duyar duymaz birazda homurdanarak oyundan ayrılarak eve gelir ders çalışırdım. Devlet parasız yatılı sınavlarına girmeme çok az bir zaman kalmıştı. Bu yüzden de üzerimdeki baskı artmış, o zamana kadar verilen ufak tefek tavizler de tamamen kaldırılmıştı. Bazen mızmızlanıp anneme yahut babama şikâyet ettiğim zamanlarda her ikisinden de yeteri kadar destek alamamak beni iyiden iyiye yalnızlaştırıyordu. Annem bazen; ' Sonunda ölüm yok ya, kazanamazsa başka okula gider.' der, babam ise ağabeyimle muhatap olmuyormuşçasına bir tavır sergiler ve 'Ne haliniz varsa görün.' der gibi elini sallar, benimle de çok ilgilenmezdi.
Radyo yayınlarının kesildiği ve saat başı geçen ajanslarda Türk Ordusu'nun yönetime el koyduğunun bildirildiği bir Eylül sabahında büyük bir tedirginlik ve korku ile uyanmıştım. Henüz sabahın erken saatlerinde caminin önündeki boşlukta toplanan köyün yaşlılarının arada bir açtıkları radyodan yüzlerine yansıyan korku ve tedirginlikle dinledikleri ihtilal haberleri, henüz ne olduğunu anlamayan biz çocukları bile korkutuyordu. Bazen ise kaba sesli, sonradan adının Hasan Mutlucan olduğunu öğrendiğim bir adamın söylediği kahramanlık türkülerini duydukça ihtilalin ne demek olduğunu anlıyor gibiydim. Evet, sanırım bundan sonra radyoyu açtığım zaman, o hoşuma giden türkü ve şarkıları dinleyemeyecektim. Bütün güzel türküler yasaklanmıştı. 'Esmerim biçim biçim, ayağında kundura, yaz dostum...' Daha ne kadar süre bu cırtlak sesli adamın nutuklarına ve o tok sesli adamın; 'yine de şahlanıyor!' diye başlayan türkülerine katlanmak zorunda kalacaktım, bilemiyordum.
Yatılı okul sınavını kazandığım ve yaşanan belirsizliklerle okulların açılmasını beklediğim, kavak yapraklarının esen hafif rüzgârla nazlı nazlı düştüğü bir sonbahar akşamı köyün muhtarı Hilmi Amca ilçeden gelip arabadan iniyor ve bizim evin önünde durarak elini çantasına atıyordu. Çıkardığı beyaz, uzunca bir zarfı kapı önünde akşamı bekleyen babama uzatıyordu. O anda ben hariç evdeki hatta mahalledeki herkes babamın elindeki zarfı merak etmiş ve etrafına toplanmışlardı. Benim içerime ise iğneci görmüş çocuk gibi derin bir korku ile karışık bir belirsizlik çöküvermişti. 'Gitmesem olmaz mı?' demek yaşanan belirsizlikleri gören babam için geçerli bir neden olabilecekti ama ağabeyim için asla...
Eline aldığı valizimi taşıyan ağabeyimin arkasına takılıp Kars Öğretmen Okulu'nun yollarına düştüğüm zamanlarda üzerimden çıkardığım lacivert süveterin genişliği annemim ölçüsüyle tam bir karıştı. İşte o günden beri annem süveterime bakıp beni, ben ise burnuma gelen her elma kokusunda annemi özlüyordum...
Giriş kapısının üzerindeki duvara kocaman harflerle 'MERCAN' yazan binanın içerisine girdiğimizde karşı ki duvardaki bakır renkli eski saat sabahın dokuzunu gösteriyordu...
O saatten beri bekliyorduk. Ne bir kaşık çorba içebilmiş, ne de bir yere kımıldayabilmiştim. Tuvalete bile birkaç kez alelacele gidip gelmiştim. Benimle birlikte bekleyen yaşlı babamın artık takati tükenmişti. Ayaklarını üşüttüğünden olmalıydı ki sık sık tuvalete gidip gelmeye başlamıştı.
Kara tren normal zamanlarda biraz tehirli de olsa öğleden önce saat onbir gibi Mercan Gar'ına giriyordu. Öğleden sonra saat üçe yaklaşmış olmasına rağmen henüz trenden hiçbir haber yoktu. Bu istasyonda durma süresi beş dakika gibi az bir zaman olduğu için doğu istikametine bugün bilet alan bütün yolcular bir yere kıpırdayamadan sabırsızlıkla trenin gelmesini bekliyordu. Çocuklar iyice huysuzlaşmış, yaşlı insanların romatizmaları azmıştı. Bekleme salonunun ortasında yanan sobanın etrafını dizlerini ovuşturan insanlar çevirdiği için bizler odanın sıcaklığı ile ısınmak zorundaydık. Trenden henüz bir haber yoktu. Üstelik öğleden sonra çıkan fırtınadan dolayı elektrikler kesilmiş bütün istasyonlarla olan haberleşme de tamamen kopmuştu.
Bekleme salonunun kapısı uzun bir cazırtı ile açılıyor ve dışarıdan gözlüklerinin kalın camları içeriye gerer girmez buharlaşan otuzlu yaşlarda bir adam giriyordu. Kafasının üzerindeki simit dizili tablayı iki eli ile alıp sağ taraftaki boş sandalyelerden birisinin üzerine dikkatle yerleştirip alelacele gözlüklerini çıkarıyor, boynundaki kaşkolün ucuyla sildikten sonra tekrar gözlerine takıyordu. Dışarıdan içeriye girer girmez içerideki sıcaklıktan buharlaşan gözlüklerini silmek ilk işi olmuştu Simitçi Ali'nin. Gözlük camlarının kalınlığı ve avucuna aldığı parayı gözüne iyice yaklaştırarak tanımaya çalışması gözlerinin iyice bozuk olduğunu gösteriyordu.
modal aç
modal aç
modal aç