Yeni Üyelik
keyboard_arrow_left keyboard_arrow_left2.
Bölüm
keyboard_arrow_right
@hamdiulker
Simit tablasını tekrar kucağına alıyor, oradaki herkesin onu görmüş olmasına rağmen yine de; 'Simitçi!' diye bağırıyordu. Salonda bulunan kalabalık, saatlerdir bekliyordu ve acıktıkları her hallerinden belliydi. Hemen simitçinin başına toplanıyorlar ve herkes birer ikişer simit alarak parasını verip geriye çekiliyordu. Karşıdaki koltuklardan birisinde oturan yaşlı adam ortamın biraz rahatlamasının ardından yerinden kalkarak aheste adımlarla simitçiye doğru yaklaşıyordu. En sona kalmasının sebebi belki de simidi daha ucuza alabilmekti. Kafasındaki şapkanın rengi, uzun yıllar kullanılmaktan griye dönmüş, koyu renkli dokuma hırkasının içine giydiği kirli mintanın düğmelerini yakasına kadar iliklemişti. Zayıflıktan çene kemikleri dışarıya çıkmıştı. Elinde, avucunda bir şeyinin olmadığı her halinden belliydi. Yine önündeki düğmeleri sıkıca iliklenmiş eski paltosunun yan ceplerine soktuğu ellerini çıkarıyor ve simitçiye;
'Kaç para?' diye soruyordu.
'Yirmi lira'
'Peki senin adın ney?' diye sorunca, simitçi biraz duraksadıktan sonra;
'Ali' diyordu.
'Ali'nin adını taşıyan birisinin insanları kazıklaması doğru mu?' diyor ve simit almadan geriye dönüyor, ağzında bir şeyler geveleyerek az önce kalktığı sandalyeye geri oturuyordu. Az öncesine kadar on liralık simide yirmi lira verip alan insanların hiç sesi çıkmazken, yaşlı adamın bu tepkisinden sonra bir yandan ellerindeki simitleri kemiriyor, diğer yandan da homurdanıyorlardı.
'Adam haklı!' diyordu az ötedeki kravatlı adam. Bir diğeri araya giriyor; 'İhtilal öncesini geçtik. Yahu daha üç yıl olmadı Kenan Paşa başa geleli, karaborsa günlerini ne çabuk unuttuk!' diye mırıldanıyordu. Yarı semirmiş bu insanların homurdanmaları devam ederken, Simitçi Ali hiç istifini bozmadan tablasındaki son birkaç simidi de satmanın derdindeydi. Salonun diğer başında oturan ve kafasındaki fötr şapkası ile hali vakti az da olsa yerinde olduğu anlaşılan bir adam dişlerinin arasına girmiş susam tanelerini arada bir ağzından çıkan 'cık' sesi ile temizleyerek yerinden kalkıyor ve cebinden çıkardığı elli lirayı simitçiye uzatıyordu. Simitçi ise tablada kalan son simitlerden birisini ve paranın üzerini aşağıdan yukarıya adamın suratına bakarak uzatıyordu. Adam simidi alıp, az önce simitçiye tepki gösteren ihtiyara doğru yürüyor ve yanındaki boş sandalyeye oturuyordu. Aldığı simidi; perişan halde, büzüşerek oturan ihtiyar adama uzatıyordu. Adamın olanca ısrarına rağmen ihtiyar, simidi almamakta direniyordu. Derken salonun kapısı tekrar uzun bir gıcırtı ile açılıyor ve elindeki tepsi içinde bir demlik, beş on bardak ve bir kâsede kırılmış Erzurum şekeri bulunan kahveci Ömer içeriye giriyordu. Salonu göz ucuyla şöyle bir süzdükten sonra; 'Sıcak çay!' diye bağırıyordu. Az önce simitçi Ali geldiği zaman yerlerinden kalkıp başına üşüşen herkes bu defa çaycının başına toplanıyordu. Ömer, tepsi içerisindeki bardaklara tepsinin içerisindeki büyük demlikten çay dolduruyor, şekerini alanları avurtlarını şişirerek; ' Beyler, şekeri idareli kullanalım, kaşığımız bir tanedir karıştıran diğerlerine versin!' diye uyarıyor ve her çay alandan aldığı yirmi lirayı beline bağladığı kirli peştamalın öndeki büyük cebine koyuyordu. Peştamalın cebine attığı her yirmilikten sonra yüzü biraz daha gülüyor, esmer yanakları parıldamaya başlıyordu. Bugün burası 'ne alırsan yirmi lira' pazarına dönmüş gibiydi. Az önce Ali'ye tepki gösterenler sanırım çaycı Ömer'in iri cüssesi ile yaptığı adaletli ticarete hiç itiraz etmeyeceklerdi. Zira açlık az önce simitçiye tepki gösteren yaşlı adamı da pes ettirmiş ve yanına oturan fötr şapkalı adamla çay ve simit muhabbeti etmeye başlamışlardı. Belli ki Ali'nin adını kullanana gösterdiği tepkiyi Ömer'in adaletini kullanana göstermeye hiç mi hiç niyeti yoktu.

modal aç
modal aç
modal aç