Yeni Üyelik
keyboard_arrow_left keyboard_arrow_left6.
Bölüm
keyboard_arrow_right
@hamdiulker
Bir yandan içerime dolan anne özlemi, diğer yandan babamın gözlerinden kırlaşmış sakallarına doğru süzülen o gözyaşları. Her ne kadar elimdeki ekmeği bir an önce yiyip bitirmeye çalışsam da çiğnediğim lokmalar boğazıma diziliyordu.
Babamı, bugüne kadar hep yaramazlık yaptığım zamanlarda bana kızıp bağırışıyla, bazen de çok sinirlendiği zamanlarda küfredişiyle tanımıştım. Çocukken yaptığım yaramazlıklara çok kızar ve sinirlendiği zamanlarda gözleri kocaman açılırdı. Alnındaki kırışıklıklar iyice derinleşir, beyaz sakallarının üzerinde kapkara duran kalın kaşları elmacık kemiklerine doğru bir iner, bir kalkardı. Ve tabii ki ardından gelen o küfür; 'Eşşoğlueşşek!'
O bu sözü her söylediği zaman ben bir yandan sinsice güler, bir yandan da kendime kızardım. Rahat durmuyor adamı kızdırıyordum. O da sinirlenince kendisini de işin içerisine katarak güya bana küfrederdi.
Ömrünce kimseden sevgi, şefkat görmediği için kimseye de göstermeye pek alışık değildi. Çilelerle boğuşmuş, etrafındaki insanlara olan güvensizliği kendisini asabi bir insan yapıvermişti. O henüz çok küçükken, annesi rahatsızlanıp her şeyden elini eteğini çekince, dedem çok geçmeden gidip bir yenisini bulup getirmiş. Gelen yeni annesinin ilk icraatlarından birisi de; 'Ben hem hastaya, hem de çocuğa bakamam!' diyerek babamı evden uzaklaştırmak olmuş. Bir süre konu komşuda, akrabalarda idare ettikten sonra bu durum yakın köydeki teyzesinin kulağına ulaşmış. Aslı Ninem, yani babamın teyzesi gelip babamı alıp yanına götürmüş ve uzun zaman babama bakmış. Ta ki yeni annesinin ardı ardına iki kızı olup ve çocuk sevgisini anlayıp, gönlü oluncaya kadar...
Uzun süren bir askerliğin ardından köye döndüğü zaman kafasındaki saçlarının birçoğunun dökülmüş oluşu, onun geride bıraktığı dört yılından tek yadigârıymış. Bu yüzden de kafasındaki şapkasını çıkardığına pek şahit olmamıştım. Tercan nüfus idaresinden bin dokuz yüz kırk yılında almış oluğu eskimiş ve yıpranmış deftere benzeyen nüfus cüzdanına yapıştırılmış resim, onun sakladığı tek saçlı resmiydi. Ha bir de askere ilk gittiği zaman kendisine zimmetlenen tayı, askerliği süresince büyütüp at yapmış ve orduya emanet ederek gelmiş. Onu da hatırladığı zaman, arada bir duygulandığı olurdu.
Bugün onun o hayat serencamı gözümün önünden süzülüp geçiyor ve yine onun hayata yansıyan hırçınlığını anlıyor gibi oluyordum. Ama o da yüreğini kale surları gibi ihata eden o kalın duvarların yine yüreğinden süzülüp gelen birkaç damla gözyaşı ile nasıl eriyebildiğini hem kendisi yaşamış, hem de bana göstermişti. Artık hiçbir şekilde inkâr edemeyecekti. Zira ben bugün onun ilk kez gözyaşlarına şahit olmuştum...
Kompartımanın sürgülü kapısının ince bir sürtünme sesi ile irkiliyor ve hemen masanın üzerinde yemekten artanları toplayıp yarı açık pencereden aşağıya atıyor ve kapı kenarındaki yerime geçiyordum. Kapıdan içeriye önce kız, sonra ondan bir yaş kadar küçük oğlan ve ardından da az önce adının Firuze olduğunu öğrendiğim kadın giriyordu. Adam ise bir süre daha koridorun penceresinden kar yığınlarının doldurduğu dağlara, vadilere uzun uzun bakıyordu. Bu memleketlerin insanlarına pek benzemiyorlardı. Kadın; uzun, bukleli kumral saçları ve beyaz teni ile daha çok deniz kenarında büyümüş görüntüsü sergiliyordu. Kız biraz daha esmer ve ayaz yanığı yüzü ile babasına benziyor, oğlan ise anne baba karışımı bir görünüşe sahipti. Dışarıdan içeriye girer girmez benim aceleden kapatmayı unuttuğum camı kapatabilmek için yukarıya doğru zorluyordu. Bir iki kez zorlandıktan sonra kapatamayacağını anlayınca kapıya doğru dönerek; 'Ahmet, içerisi çok soğumuş pencereyi kapatamadım, sen kapatabilir misin?' diye sesleniyordu. Ardından az öncesine kadar trenin Gözeler İstasyonu'nda durduğu bir anda manasız bakışlarla etrafı süzen adam geliyor, kompartımanın açık camını yukarıya doğru ittirerek kapatıyor ve cam kenarındaki yerine oturuyordu.
Bir süre devam eden sessizliğin ardından bana dönüyor ve ; 'Öğrencisin galiba!' diye soruyordu. Saatlerdir konuşmamaktan sesim çıkmaz olmuştu. Biraz kısık sesimi zorlayarak, biraz da kafamı öne doğru eğip kaldırarak öğrenci olduğumu anlatmaya çalışıyordum. Adam ardı ardına sorular sormaya başlıyor ve beni konuşturup bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu. Birazdan sesim çözülüyor ve Kars'a gittiğimi, Susuz Öğretmen Lisesi'nde yatılı okuduğumu anlatmaya başlıyordum. Adam, hanımı ve çocukları meraklı bakışlarla beni dinliyor, birazda halime acıyormuşçasına arada bir yüzlerini buruşturuyorlardı. Anlatacaklarımı bitirir bitirmez kadın derin bir nefes alıyordu. Ardından; ' Hayat işte, bu yaşta gurbetçilik!' diyordu. Adam ise hanımının ardından tekrar söze giriyor, kendisinin de aslen Mersinli olduğunu fakat çocuk yaştan beri gurbetlerde olduğunu söylüyordu. Zamanla derinleşen muhabbetten anladığım kadarıyla adam Sarıkamış'ta subay olarak görev yapıyordu. Çocukların sömestri tatillerini bahane edip bir iki haftalığına da olsa izin almış ve Sarıkamış'ın soğuğundan kaçıp Akdeniz kıyılarına kendisini atmıştı. Hem kendisi, hem de eşi ve çocukları bu meşakkatli yolculuğa rağmen bir değişiklik yapmaya karar vermişler ve gidip dönmüşlerdi. 'Dün sabahtan beri yollardayız!' diyordu adam. Mersin'den Adana'ya, oradan Çukurova Mavi Tren'i ile Ankara'ya oradan da birkaç saatlik beklemenin ardından Doğu Ekspresi'ne binebilmişler. Ben alışkındım ama onlar için Çukurova'dan bu mevsim de buralara geri dönmek oldukça zor olsa gerekti.
modal aç
modal aç
modal aç